şa köşkü ve Yedikule zindanlarini *gezdiğimiz gün son duragimizi Tekfur sarayi olarak seçtik. Balattaki bu eski Bizans Sarayini eskiden beri merak ederdim, eh bu kadar yakininda olunca firsati kaçirmak istemedim. Çocuklugumda otobüsle çok geçtiğim Kocamustafapaşa Caddesinden , Cerrah Paşaya ,oradanda geçmişten fazla farki olmayan dar sokaklardan önce Millet caddesine ve buradan eski adiyla Vatan Caddesi simdiki adiyla Adnan Menderes Bulvarina çiktik. Solumuzda Menderes, Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlunun yattiği Anit Mezar ve hemen yaninda Turgut Özal’in mezarini geçerek Edirnekapi yolu ile Haliç’e, Balat yakinlarina indik.
Sol tarafimizda Altin Boynuzun
şimdi temizlenmiş lacivert sularinin üzerinde eski tanidik bir dost, yeni yerini birazda yadirgamiş, yapayalniz bize adeta hoş geldin diyordu. Üzerinden yüzyil boyunca milyonlarca Istanbullunun geçtiği eski Galata Köprüsü üzerindeki yük tamamen kalkmiş hüzünlü bir emeklilik yaşiyordu sanki. Sağ tarafimizda kiyiya paralel yemyeşil çimlendirilmis bir park uzaniyordu. Buradan sağimizdaki sokağa saptik ve önümüze çikan ilk Balatli'ya Tekfur Sarayinin yerini sorduk. Yukari doğru sağa sola sapmadan dimdik en tepeye kadar çikacaktik, orada buradan minaresi görünen caminin yakinlarinda idi eski Saray.
Balat'i ilk defa görüyordum. Daracik , daracik sokaklarda kimi ta
ş , kimi ahşap eski ve yorgun evler. Kenarda kösede gizlenmiş bir iki kilise, yol kavşağinda eski bir sebil'in kalintilari, bir iki bakkal dükkani, bir topun peşinden koşan kücük çocuklar. Yukari tirmandikca ,yolun ikiye ayrildiği kavşaklar önümüzde beliriyor, bizde hangi yoldan çikacagimizi şaşirip, birinde karar kiliyor ve tirmanmaya devam ediyorduk.
Sonunda tepenin en üst noktasina eri
ştik. Yolun kenarinda Theodosian surlarina bitişik Tekfur Sarayinin duvarlari yüzyillara meydan okurcasina dimdik ayaktaydi. Ama arabadan çikip, duvarlarin arkasina geçtigimizde hayal kirikligina uğradiğimizi söyliyebilirim. Cepheden bakinca anlaşilmiyordu ama, üc katli Saray duvari adeta bir tiyatro maketi gibi arkasi bomboş bir ceviz kabuğundan başka bir şey değildi. En alt katta dört kubbeli kapi , ikinci katta ayni şekilde beş pencere, en üst kattada yedi kubbeli pencere yan yana siralanmişti. En üst kattaki, üçüncü ve dördüncü pencerelerin hemen önünde bir balkonun kalintilari görüluyordu. Duvar tuğla ile örülmüs, pencere üstü beyaz mermerlerle süslenmişti. Binanin yan tarafinda yikilmiş duvarlardan içeri baktik; eskiden belkide mermer olan koca avlu şimdi yeşil çimle ve yabani otlarla kapli bir boşluktan baska bir şey değildi. Eski Sarayin arka duvari boydan boya iskeleler ile kaplanmişti ve burada bir iki duvarci ustasi duvarlarin onarimi ile uğraşiyordu. Bu duvarin hemen arkasindaki alanda içinde kimsenin bulunmadiği üç tur otobüsu görünüyordu. Bu tur otobüsleri ya yakinlardaki Kariye müzesine turist getirmiş burayi geçici bir park yeri olarak kullaniyordu, yada burasi onlarin devamli olarak kaldiği bir garaj alani idi.
Yol kenarinda soka
ğa taşmiş küçük bir kahvede , alçak hasir iskemleciklerin üstünde oturmuş tavla atan iki orta yaşli adama yaklaşip, Tekfur sarayinin nereye kadar uzandiğini sordum. Onlarda pek bilemediler, "bu gördügün kara sulari boyunca uzanip gidermiş" dediler. Aslinda Tekfur Sarayi daha büyük Blacharna sarayinin sadece bir bölümü imiş, "ama bu saraydanda günümüze fazla bir şey kalmamiş" diye geçiştirip zar atmaya devam ettiler. Sur boyunca biraz yürüdükten sonra tekrar arabayi park ettiğimiz, Sarayin ön cephesine geri geldim. Bülent Dayi, resim çektigimi görünce, "bak şu balkonuda çek" diye en üst kattaki pencerelerin yanindaki sütun kalintilarina işaret etti. Eskiden "Tekfur" buradan halka hitap eder, resmi geçitleri seyredermiş" diye ilave etti. Tekfur lakabi neredenmi geliyor? Ermenice "Tagovor" , kral yada imparator demekmiş. Osmanlida Istanbulu aldıktan sonra bu tabiri bütün eski Bizans imparatorlari için kullanir olmuş.
Tekfur Sarayi, yada di
ğer adiyla Constanine Porphyrogenetus sarayinin iskeletini seyredip burada eskiden neler olduğunu , neler geçtigini belkide biraz da hayal ederek , aramizda konuşmaya devam ediyorduk.
Iste bir paskalya günü Tekfur Konstantin, bembeyaz bir kefen çarsafi içinde, yüzünüde tebe
şirle bir ölüyü andirircasina beyaza boyamiş , balkondan halki selamliyor ve Isanin gökyüzüne çikisini simgeliyor. Sonra mermer avluda ağaçlar altinda uzun bir tahta masada bir dolu ruhbanla bu defa "last supper"** yada "son yemeği" taklid ederek kendilerine ziyafet cekiyorlar. Bazende gene yukardaki balkonda, bu defa mor giysiler ve altin takilar icinde muzaffer askerlerini selamliyor. Zaten Konstantinin bu sarayina Prophyrogenetus sarayi denmesinin nedenide , onun bu imparatorluk rengi sayilan " mor'a(mor renge) doğmuş" olmasi degilmi? ***
Osmanlilar zamaninda önce metruk , bombo
ş bir saray harabesi olarak geçen bir zaman dilimi. Sonra bir bakiyorsunuz avlunun içi filler, parslar ve Avrupalinin o güne kadar hiç görmediği Afrikadan getirilen zürafalarla doluyor. Sonra bu hayvanat bahçesindende vazgeçiliyor, önceleri bir çira ve kibrit fabrikasi sonrada şişe imalathanesi olarak kullaniliyor eski Saray.
17 yüzyil ba
şlarindayiz şimdi, Istanbul'un tüm yosmalari burada toplaniyor.Belkide Istanbul'un ilk resmi genel evi. Bir elli yüz senede böyle geçiyor ve yüzyillar onsekizi gösterirken bu defa burasi Iznik'e rakip bir çini atölyesi olarak yeniden açiliyor. Burada yapilan çiniler, özelikle Istanbul Camilerinde değer buluyor.
19 yüzyilla birlikte gene kiracisi de
ğişiyor eski sarayin. Bu defada Osmanli burayi Yahudi göçmenlerinin toplu yaşama alani olarak belirliyor. Zaten Fener ne kadar Rumlarin yaşadiği bir yerse, Balatda Musevilerin toplandığı bir bölgedir o tarihlerde.
Günümüzde ise esk
ı Saray tur otobüslerinin konukladigi bir alan...
Balat
ın o eski sokaklarindan aşağiya Haliçe doğru inerken işte hep bu eski Bizans Sarayinin geçmişini konuştuk aramızda. Sonra dedik, belki bu Unesco'nun Kültür Mırası Istanbulda, Tekfur Sarayi 21 yüzyilda onun eski yaşaminin her safhasini içeren bir müzeye dönüştürülür. Turist otobüsleri bu defa buraya , Sarayin tarihini ögrenmek isteyen turistleri getirir gün boyunca. Belki , dedik, belki....