Parisi iki kez gördüm. Her ikiside Amerikadan Türkiyeye giderken eşimle yaptigimiz iki gece üç günlük yapilan kisa kaçamaklar. Iki günde Paris'i ne kadar görürsünüz, ne kadar gezebilirsiniz, ne kadar şehir ve Parisliler hakkinda fikir yürütebilirsiniz? Yangindan mal kaçirir gibi bir koşuşma ve yoğunluk içinde geçen toplam alti gün. Tabii bu kadar kisa sürede Paris gibi bir şehrin onda birini bile tam anlamiyla gördüğümüz söylenemez. Ama bu, Paris ve Parisliler hakkinda fikir yürütmenize engel degil, hele hele insanin ilk intibalarinin hep kalici olduğu düşünülürse !
Gençliginin başlangicini Türkiyede , sonrasini vede orta yaşlarını Amerikada geçirmiş bir kişi için aslinda Paris kapali bir kutu değil. Zaten şairlerimizden, ressamlarimiza, Fransiz ihtilalinden, Napolyon savaşlarina o kadar cok mürekkep yalamiş, Parisle ilgili o kadar filim ve Televizyon programi seyretmişsinizki, şehre ilk indiğinizde sanki çok eskiden tanidiginiz birine tekrar kavuşuyormuşsunuz gibi bir duyguya kapiliyorsunuz. Genede ummadiğiniz bilmediğiniz o kadar değisik olaylarla karşilaşiyorsunuzki bunlar yazmaya değer oluyor. Bütün bunlari kücük başliklar altinda kisa kisa toplamayı uygun gördük. Işte gözlenimlerimiz:
PARISLILER: Fransizlar için genellikle snop ve kendisini beğenmiş yakiştirmasi yapilir, hatta Fransizca bilmezseniz Parisde yolunuzu kolay bulamazsiniz denir. Biz bunun doğru olmadiğini gördük. Nerede yol sorduksa kirik dökük Ingilizceyle bile olsa bize yardimci oldular. Garsonlarin , Fransiz olalarinda gerçi biraz kendini beğenmişlik vardi ama Ingilizce olarak verdiğimiz siparişleri anlamakta hic güclük çekmediler. Parisde, Amerikadan gelen bir kişinin ilk dikkatini çeken, sokaklarda obes ve şişman insanlarin hiç olmamasi. Bazen aramizda bir oyun oynar gibi bu konuyu tartiştik, sonunda bulabildiğimiz tek tük kişilerde genellikle Amerikali turistlerdi. Bu kendine iyi bakmanin ve beslenmeye dikkat etmenin , iki nedeni olsa gerek. Parisliler genelikle cok yürüyüp , az yiyorlar. Hayatta ufak şeylerden büyük zevk çikariyorlar. Akşam üstü işten çiktiktan sonra en büyük zevk 6-7 Euro verip bir iki findik fistik eşliginde bir kadeh şarabi üç saat yudumlamak ve önünden geçen diğer Parislileri bir filim seyreder gibi izlemek. Bazen iki kişi , bazen üç, bazende yalniz olarak, insanlar iç içe, zamani yudumluyorlar adeta . Hani bizim Lousianali Cajunlarin dedigi gibi: "Le Bon Temps rouler" tabiri cuk oturuyor burada ." Let the good times roll: iyi zamanlar ola !"
Parislilerin bir diger özelligide şik ve güzel giyinmeleri. Belli'ki bütçelerinin büyük bir kismini giyimlerine harciyorlar. Güzel giyim deyince sakın, kravat takim elbise, tayyör filan anlaşilmasin. Uyumlu ve zevkli spor bir giyim. Kadinlarda topuksuz ayakabi yok denecek kadar az. Blucin hemen hiç giyilmiyor. Tenis ayakabisi dediğimiz beyaz renkli ayakabilarda azinlikta. Olanlarida genelikle deri ve koyu renklerde. Zaten Parisliler koyu ve siyah rengi cok seviyorlar.
DIGER PARISLILER
Birde diger Parisliler var. Bunlarin başinda evsiz insanlar geliyor. Paris'e ilk gelişimizde , Charles De Gaulle'den Latin Quarter'e trenle geldik .Metro'dan yeryüzune ilk çikisimiz ve Paris sokaklarina ilk adim atişimizda , karşimiza ilk çikan insan bir yurtsuz adamdi. Elimizde haritayi görünce bize yanaşip yardim etmek istedi. Belliki bir iki euro koparip akşam nevalesini doğrultmaya çalisacakti. Ama biz birazda çekindigimizden olacak , bavullarimizi çeke çeke yola devam ettik. Sonrada gördükki Paris sokaklarinda yersiz yurtsuz insan çok. Özellikle en güzel caddelerde bile gece oldumu karton döşekler ve uyku tulumlari içinde yatiyorlar. Hatta Seine nehrinin kiyilarinda bir bölüm, bunlarin çadir ve evciklerine ayrilmişti.Bir gece yolda giderken eşim bana yerde yatan bir kişiyi işaret etti. Uyku tulumunu başina çekmis, yüzü ve vücudu seçilmiyordu ama, çiplak ayak bileklerinin narinliginden yerde yatan bu kişinin bir kadin oldugu anlaşiliyordu.
Her kosmopolit şehirde olduğu gibi Parisdede çesitli ırktan ve milleten insanlar bol. Turistik yerlerde Istanbulda oldugu gibi ,şişe suyu satan Cezayir yada kuzey Afrikali birçok Arap çocugu gördük. Diğer yerlerdede aynen bizim Taksim meydanindaki Romanlar gibi, çicek satan başlari yemenili , altlari şalvarli Roman kizlarla karşilaştik. Sacré Coure'de gördügümüz dilenci ve saticilari isterseniz o bölüme birakalim. TRAFIK: Parisde kaldiğımiz sürece iki iletişim vasitasini tercih ettik. Bunlardan birincisi geleneksel "tabanvay" yani yürüyüş , ikinciside " L'open tour" denilen iki katli turistik otobüsler. Üç değişik renkli hatta çalisan bu otobüsler , Paris'in Champs-Elysé es den Eiffel kulesine, Arc de Triomphe'den Notre Dame kilisesine kadar bütün turistik yerlerinde duruyorlar. Istediğiniz yerde inip , bir sonraki otobüsle yolunuza devam ediyorsunuz. Bu suertle Parisi, otobüsun üstü açik ikinci katindan güneşlenerek gezmiş oluyorsunuz.
Tabii , şehrin birde yeralti Metrosu var ama biz onu bir başka zamana belki yağmurlu bir güne biraktik. Otobüsün üzerinde hem Parisin güzeliklerini seyrediyorsunuz hemde asağidaki trafiği. Trafik hiç durmadan akiyor, otobüsler, taksiler ve bisikletler icin özel bir hat yapilmiş, onlar oradan gidiyor , özel arabalar ise daha yavaş olan şeritten. Ama ilk dikkatinizi çeken şey motorsiklet daha doğrusu bizim eskiden "vespa" dediğimiz mopetlerin çoklugu oldu. Genelikle bunlari gençler kullaniyorlar. Hepsinin başinda siyah parlak kaskları. Bakiyorsunuz bir anda onu, onbeşi bir kirlangiç sürüsünün süzüluşü gibi trafik işiğinda bitiveriyorlar. Onlarin diğer arabalara göre öncelikleri var, şerit değistiriyorlar, sira sira arabalarin arasina giriyorlar ve çikiyorlar. Bir bakiyorsunuz kirmizi topuklu ayakkabili güzel bir genç kiz , arkasidaki koltukta ona sarilmiş siyahi genç bir çocuk , zirt diye otobüsun önune geçiyor. Yüreğiniz ağziniza geliyor, otobüs mopete çarpacak diye. Teğet geçiyor hiçbirşey olmadan. Düzenli , bir düzensizlik. Yol kesme serbest, kimse kimseye birşey demiyor, korna çalan ise hiç yok. Otobüslerin üstü açik ikinci katında bazende budanmamiş ıhlamur ve ekalüptus ağaçlarinin yapraklarina çarparak yolumuza devam ediyoruz. Eşim, " ne güzel kokuyor" diyor "bu sokak". Tabii diyorum şaka yaparak , sokagin ismi, "Rue de Parfumeri". Trafik konusunda diger değişik bir konuda park sorunu. Özellikle lokantalarin ve mağazalarin olduğu sokaklarda park yeri bulmak mesele. Diyelimki arabanizin girecegi kadar bir park yeri buldunuz , ama burasi o kadar darki, arabayi soksaniz bile önünde ve arkasinda ancak beş santimlik bir yer kalir. Hiç dert değil, öne arkaya yirmi hamle yaparak ve önünüzdeki ve arkanizdaki otomobilin tamponunu hafiften iterek araya girmenizde bir mahzur yok. Latin Quarter'de böyle bir sokakta, şik giyimli kuzey Afrika asilli bir Fransizin arabasini on dakikalik bir çabadan sonra park ettiğine şahit olduk. Arabadan ciktiginda, bizim gibi etrafta birikmiş ve durumu hayretle izleyen Amerikali turistlerden bir alkiş tufani koptu. Adamda cok yoruldum dercesine alnindaki teri siler gibi bir jestle bunlara karşilik verdi. Trafik konusunda son gözlenimde , benzin istasiyonlarinin yokluğu. Gerçi biz araba kullanmiyorduk ama , gectiğimiz bütün sokaklarda yalniz bir tane benzinci gördük. O da ara sokaklarin birinde ; bir benzin pompasi. Nerededir bu benzin istasyonlari, hala bir muamma bende.
OTELLER RESTORANTLAR VE GARSONLAR
Paris Avrupanin diğer büyük şehirleri gibi otelleri, lokantalari, giyim kuşami , kisacasi yaşami pahali bir şehir. Kaldiğimiz oteller üc yildizli kücük ve temiz otellerdi. Ilk kaldiğimiz otel, orta cağ şatolarina özenelirek yapilmiş bir minyatür . Odalardan, lobideki koltuk ve kanapelere kadar her şey küçücüktü. Adeta kendinizi "Alice Harikalar Diyarinda" hissediyorsunuz. Istanbulda bizim evin asansörü coğu eski apartmanlarda oldugu gibi en fazla üç kişi alir. Burada kaldiğimiz otellerdeki asansörler ise en fazla iki kişi alıyordu , o da fazla kilolu olmamak şarti ile. İkinci kaldiğimiz otel ise içi ahşap çok eski bir binaydi. Üçüncü kattaki odamizdan aşağiya inerken tahta merdivenlere basmaya adeta çekiniyorduk. Gerçi basamaklar güzelce verniklenmiş ve üzerlerinde bordo renkli halılar ile döşenmişti ama, yer yer bel vermiş çökecek gibi duruyordu. Bizim yüz küsur senelik "Kocamustafapasa Köskünün"* merdivenleri bile sanki bir daha dik duruyordu bu merdivenlerden.
Otelin diğer bir özelligide, lobi'nin giriş katinda değil ikinci katta oluşu idi. Güzel panolarla süslü bu odadan bir merdivenle asaği katlara iniliyor, labrint gibi dehlizlerden giderek bodrum katindaki bir mahzene iniyordunuz. Bu mahzende ne olduğunu pek anlayamadiğimiz koca bir demir çarkli değirmen taşi gibi bir aletin üzerine kahvalti büfesi kurulmuştu. Tabii değirmen taşinin etrafinda sikiştirilmiş tahta masalardan oluşan bu açik büfenin , bizim "Golden Corralin Breakfast Buffet"si **ile uzaktan yakindan bir benzerliği yoktu. Ama reçel, yağ, ekmek , crossant, cereal, süt, kahve ve portakal suyu, ve kurabiyelerden oluşan seçenekler bizim için oldukça yeterli idi. Eşimle Paris'e ilk gittiğimiz sene , kahvalti otel ücretine dahil olmadiğindan, genelikle otelin olduğu caddelerdeki küçük pastaneler ve barlarda sabah kahvaltisini yapiyorduk. Bir gece önce Dünya kupasinda Fransiz Milli takimi rakibini yenmiş, barlar sabaha kadar mesai yapmiş , taraftarlarda sabaha kadar eğlenmişti. Işte bizde böyle kepenklerini hiç kapatmamiş bir barda kara tahta üzerine yazilmiş sabah kahvaltisi menüsünü cazip görüp sokağin üzerindeki boş masalarin birine ilişmiştik. Kahvalti menüsü, portakal suyu, kahve, krosant ve omletden ibaretti ve zannederim fiyatida 9,10 Euro gibi birşeydi. Siparişi alan garson kiz omletin içine ne istediğimizi sordu. Seçeneklerden biri "fromage" yani peynirdi , ama öbürsünu kizcağiz bir kaç kere tekralamasina rağmen bir türlu anlayamamiştik. Beni bir gülümseme almiş, kizcağizda kendisini anlamadiğim için birazda sinirlenerek, omuzuma dokunmuş, ve bir kaç kere daha "ham, ham" demişti . Sonunda anlamiştim, Ingilizce ham yani jambon diyordu , ama Fransizca telaffuz ve onlarin bazi harfleri okuyamamasi .... Sonra bu olaya çok gülmüştük.
Öglen yemeklerini genellikle hafif geçiştirip, akşam yemeklerinide Fransizlar gibi birazda keyifli ve uzunca tutmaya çalisiyorduk. Zaten bütün gün gez, gez ; akşam saat beş, alti oldumu oturup dinlenecek bir yer ariyor insan. Fransizlar ve turistler, restorantlari , cafeleri doldurup sokaklardaki iskemlelere taşmaya başliyorlar bu saatte. Bizde genelikle öyle yapiyorduk, önce bir iki kadeh birşey içip, sonrada ayni yerde yada başka bir yerde akşam yemeği. Bu arada aman garsonlara dikkat. Gene böyle yorgun argin sokağin üzerindeki iskemlelere oturduğumuz bir cafe'de ben bir kadeh kirmizi sarap ismarladim garsondan. Fiyati sekiz Euro. Ekibin diğer üyeleri ise Diet Cola istediler. Birazdan garson, benim şarabi getirdi, yanindada New Orleansdaki Pat O'Briens'in *** Hurricane bardaklari gibi üç tane Ajda belli, ince uzun bardak. Bardaklarin icinde bir havai fişek patlamadiği yok; soyulmuş portakal kabuklari, çiçekler, şemsiyeler. Yanindada bir tabak kuru yemiş. Yav, "biz bir Diet Cola istemistik" dedik kendi kendimize, ama adet böyle herhalde. Sonuçta, otuzalti Euro'yu bayilip ciktik cafe'den.
Bir sonraki gece , ayni ekip bu sefer başka bir sokağa açilmiş bir restorant'a giriyoruz. Hemen yaninda şu meşhur Olympia konser salonu var. Sylvia Vartan'lari, Johnny Hollyday'leri, Enrico Macias ve Dario Moreno'lari konuşuyoruz aramızda ister istemez. Restorantdaki tepsi büyüklügündeki yuvarlak masalarin hemen hepsi dolu. Iki tane küçük masayi yan yana çekip , arkamizi bara, yüzümüzü sokağa vererek iğreti bir şekilde ilişiyoruz iskemlelere. Tünel- Taksim tramvayi gibi kalabalik içerisi. Masamiza gelen Çinli garson, "yemekmi yiyeceksiniz yoksa ickimi ?"diye soruyor. Önce içki diyoruz; iki kadeh kirmizi şarap , ikide bira. Bir gece önceden dersimizi almişiz, "hiç degilse bizde paraya değer birşey içelim" diyor bizimkiler. Birazdan içkileri getirip, hesabida üstü kapali olarak tuzluğun altina sıkıstırıyor garson. Hesaba bir göz atiyorum, hani olur ya bir yanlişlik olmasin şimdiden. Hayret, yalniz iki bardak şarap var, biralar yok. Nasil olsa ben bir kadeh daha ismarlayacağim, o zaman söylerim biralari diyorum. Birazdan yanimizdaki masada oturan Ispanyol turistler hesaba itiraz ediyorlar, biz bira içmedik diye. "No problem" diyor Çinli garson , birayi siliyor hesaplarindan. Az sonrada bizim masaya gelip, iki biranin makbuzunu gene tuzluğun altina iliştiriyor. Diyeceksinizki, olabilir adam yanliş masaya vermiş makbuzu. Ama kazin ayaği öyle değil, bunu birazdan daha iyi anlayacağiz. Garson'a yemek siparişi vermek istediğimizi söylüyorum. Bana kirik Ingilizcesi ile hemen ayağimin yanindaki basamağin üstünü gösteriyor; orasi yemek yeri, burasi içki. Ama " you, mon amis, no problem!". Oldu adamla birde dost olduk şimdi. Schnitzel, omlet filan hafif birşeyler yiyoruz ve sonunda da hesabi istiyoruz. Hesap geliyor 80 Euro, hiçde fena değil. Çikarip bir 100 Euro veriyorum garsona. Adam hesabi alip gidiyor, birazdan tip tepsiciği icinde yarisi bozuk para seklinde 10 Euro geri getiriyor. " Hop, hop kardeşim , bizmi hesabi yanliş gördük, 20 Euro vermeyecekmisin geriye.? " No problem " diyor gene bizim dost garson, cebindeki zuladan çikardigi 10 Euroyu tepsiye birakiyor.
Bu olaydan tam on gün sonra Kos adasinda benzeri bir olay başima geldi. Adanin turistik turunu yapan vagonlarin makinstine 10 Euro verdim.Üç kişi dokuz Euro tutuyor. Adam , Türk olduğumu anlayinca, Rum aksaniyla, arkadaş , yavaş, yavaş , bir bana , bir sana diyerek, bir Euroyu cebine atmazmi Demekki dünyanin her yerinde böyle bir geçim mekanizmasi var.
EIFFEL KULESI
Paris'e gidilirde , Eiffele cikilmazmi? Her iki gidişimizdede uzun kuyruklara aldirmadan sabirla sira bekleyip Eiffele çiktik tabii.
Quatre bilets pour deuxieme etage sil vous plait
diye daha önce birkaç defa içimizden tekrarladigimiz cümleyi gişe memuruna söyledik ve Eifelin üç platformundan ikincisi için biletlerimizi aldik. Asansörler, kayak yapilan turistik dağ merkezlerindeki liftlerin benzeri ve daha büyüğü. Gök yüzüne tirmanma diye buna denir, yukarıya çikarken hem altınızdakidemir kütlenin ihtişamını seyrediyorsunuz hemde Parisi adeta fotoğraf makinanizdan zoom out ediyorsunuz.
Platforma çiktigimizda aklima ister istemez taninmis bir gazete yazarimizin bir cümlesi geldi; Yav adamlar bir demir yiginina her sene üç milyon turisti milyonlarca euro verdirip cikartiyor, biz ise
Ne kadar yaniliyordu oysa bu yazarimiz. Gerçi bizde aramizda , Eiffelin akil almaz demir kütlesinin ihtişamini konuştuk ama , Eiffelin önemi onun kendi görüntüsü degildi. Eiffelden Paris nasil görünüyordu ? Asil buradaydi Eiffelin güzelligi . Tanrinin gözünden seyrediyorduk adeta bu güzel şehri. Seine nehri lacivert lacivert kivrilarak şehrin içinden akiyor, etrafindaki bulvarlar , meydanlar , parklar adeta cetvel ve pergel kullanilarak nehrin etrafina itinayla çizilmis intibaini veriyordu. Parklarin yeşilliği, yollarin muntazamliği ve de gri beyaz binalarin bir dantel örgüsünü andiran dizimi gerçekten nefes kesici idi.
Paris'in bu güzel panoromasini kuş bakişi ile seyrederken en çok dikkatimi, şehrin ucundaki bir tepedeki bembeyaz bir kilise çekmisti. Kilisenin diğer kiliselerden çok değişik, biraz doğu havasi olan, ortodoks kiliselerine benzeyen, tepe üstündeki konum ve ihtişami ilede Taç Mahal'i andiran bir havasi vardi .Bu kilise , Parisin en önemli yapitlarindan biri olan Sacré Coeur idi ve orayi gezmek bize ancak ikinci Paris gezimizde nasip olacakti.
SACRÉ COEUR
Sacré Coeur kilisesi Paris'in ressam ve sanatkarlari ile tanilan Montmarte semtindeki tepenin en üstünde. Tepeye tirmanan yollar, sokak ressamlari, resim galerileri , hediyelik eşya mağazalari ile dolu. Zaman darligindan Montmarte'nin güzel sokaklarinin hepsini gezemedik, bizim girdiğimiz sokağin baş kismi adeta Mahmutpaşayi andiriyordu. Ayakkabici ve elbise dükkanlari yan yana dizilmişti. Içerileri tiklim tiklim dolu ve müşterilerin yüzde doksani kadin. Ne alirsan beş yada on Euro, seç seç al. Bizim hanimlari bu dükkanlardan zor kurtardiktan sonra iki tarafi hediyelik eşya satan dükkanlarla kapli yokuşdan Sacré Coure giden düzlüğe ciktik.
Zirvede , bembeyaz kubbeleri ve Roma -Bizans karişimi yapisi ile bu meşhur kilise bütun heybeti ile yükseliyordu. Yukariya çikmak için ya ortadaki dik merdivenleri, yada yan taraftaki kivrila kivrila zik zak yapan yolu tercih edecektiniz. Biz ikinci şikkı yeğledik ve dinlene dinlene yukariya tirmanmaya başladik. Önümüzdeki her düzlükte karşimiza ya bavul ticareti yaparak deri çanta satan kuzey Afrikalilar yada Meryem ana görüntüsü içindeki dilenci kadinlar cikiyordu. Genç yaşta olan bu kadinlarin çogunun başlari beyaz bir başörtüsu ile kapanmiş, iki elleri Meryem ana heykelindeki gibi birleşmiş, önlerindeki çanaga gözleri ile sanki yalvararak para atmanizi istiyorlardi. Bu sesiz dilencilerin çogu açik renk gözlü ve kizila çalan tenli kadinlardi. On dakikalik bir yürüyusten sonra kiliseye varilmadan önce olan son düzluğe çiktik . Burada güzel bir havuzun yanında turistler resim çektiriyor, aşağida Paris bütün güzelliği ile adeta; " bana bak" diye sizi kendine cezbediyordu. Son merdivenlerden de tirmanarak sonunda Sacré Coeure ulaştik.
Hikayesini daha önce okumuştuk. Prusya 1870 yilinda Paris'i işgal etmis, insanlar açliktan sokaktaki hayvanlari bile yiyecek duruma düşmüştü. Işte Prusyanin bu işgalinin başlangicinda iki katolik iş adami****, Parisin kurtulmasi icin Isa'ya adadiklari bu kilisenin yapimina başlamislardi. Sacré Coeur yapimina başlandiktan tam kirk bes yil sonra 1914 yilinda bitecek, bu seferde Paris Almanlarin işgaline uğrayacak ve sonunda 1919 yilinda Fransizlarin zaferinden sonra hizmete açilacakti. Kilisenin içeriside dışı gibi ayri bir güzellikte idi; kubbeler, vitreyler, Meryem Ana ve Isa heykelleri bize sanki Notre Dame kilisesinden bile bir daha güzel geldi. Içeriside adim başinda mum adak yerleri ve hediyelik eşya satan kücük pavilyonlarla doluydu. Buralarda dua edip mum adamak bile en aşaği beş euro dan başliyor, kücük ikon hediyelikler ise el yakiyordu. Dönüşümüzde , tepeye çikarken farketmediğimiz , asansörle iki dakikada aşağidaki meydana indik. Burada orta yaşli sanatkarlar yan yana oturmuş, paletlerindeki renklerle etrafi resimliyorlar, pantomim sanatkarlari heykel rolü oynuyor, siyah elbiseli bir adam org çaliyor, küçük Arap asilli Fransiz çocuklari üzerlerindeki Zidane formasi ile futbol topunun peşinden koşuyorlardi. Bizim ise daha çok gezecek yerimiz vardi. Bir dahaki duragimiz Napolyonun lahtinin bulunduğu "Dome Church" idi ve L'open tour durağina doğru yürümeye devam ettik.