Hipodrom kalıntılarını gezdiğim gün çok zamandır görmek istediğim Küçük Ayasofya Camii’ni görmeyi planlamıştım. Hipodrom’un Sphendone denilen hala ayakta kalmış güney duvarlarından aşağıya deniz surlarına doğru yürüyorum. Kadırga, Cankurtaran, Gedikpaşa sur duvarları içinde, tren yolu kenarında birbiri içine girmiş semtler. İstanbul’un artık resimlerde kalan cumbalı, kafesli ahşap evleri, yetmişlerin üç dört katlı beton yapıları ile içli dışlı kıvrıla kıvrıla gidiyorlar. Kırık tahtalı ahşap evlerin, kiminin damları çökmüş, pencereleri kırık ve içerileri metruk, kiminin penceresinde kırmızı sardunyalar, içinde hala insanlar yaşıyor. Yokuştan aşağı doğru iniyorum. Apartman kapısında bir kadın halı silkiyor, beyaz takkeli yaşlıca bir adam, elinde tespih portakal sandığının üzerine oturmuş geleni geçeni seyrediyor. Sokak aralarına tur minibüsleri park etmiş, bazısı erkek arkadaşlı bazısı yalnız turist kızlar ellerinde haritalar sokakları geziyorlar. Turistlerin hemen hepsi genç. Etrafta bakkallar, butik oteller, sokakta oynayan çocuklar. Köşe başlarında eski çınarlar, çoğu evin duvarında sarmaşıklar, bazıların da ise sarmaş dolaş oldukları nar ağaçları. Ve dallardaki kırmızı narlar neredeyse pencerelerden içeri giriyor. Sonra çardaklar, sonbaharda hala yeşil yapraklı çardaklar...
Yolun solunda çardaklar altında eski bir hamamın kubbesi görünüyor. Bu Kadırga’nın eskiden ünlü olan Çardaklı Hamamı, Çardaklı Fırın Sokağının yanındaki sokakta... 1503 yılında Hünkar’ın Kapı Ağası Hüseyin Bey tarafında inşa edilmiş. Üstünde balkon şeklinde bir eyvan varmış bir zamanlar. Bu eyvanın üstündeki çardağın altından hamamın soğukluğuna girilirmiş. Eskiden çevrede yaşayan Rum vatandaşlar bu hamamı Kral Konstantin’in yaptırdığını söylerlermiş, zaten hamamın yapısı hiç bir Türk hamamına benzemezmiş. Hüseyin Ağanın vakıf olarak kurduğu hamamın giriş kapısındaki kitabesin de yazdığına göre Osmanlılar zamanında hamamın bütün geliri yakındaki Küçük Ayasofya Camiine verilirmiş. Ama nasıl olmuşsa 1918 yılında hamam özel mülkiyete geçmiş ve geçmesiyle de içi yıkılıp önce depoya sonra da atölye’ye çevrilmiş. Şimdi ise içi boş taş bir yapı, üzerindeki çardaklar köşebaşındaki çeşmeye kadar uzanıyor. Çeşmenin yanında çardak altında küçük bir lokanta var adı “Tarihi Çeşme Lokantası”. Çeşme dikkatimi çekti, biraz evvel Hipodrom duvarlarının yanında gördüğüm, kitabesinde Çoğalzade Rüstem Paşa yazan çeşmenin tıpatıp aynısı, tek taraflı mermer bir çeşme. Bu çeşmenin kitabesinde de Sadrazam Rüstem Paşa yazıyor, hani şu Kanuninin damadı Rüstem Paşa, yapılış tarihi de 1554. Sadrazam Rüstempaşa’yı biliyoruz da Çoğalzade kimdir?, araştıracağım.
KADIRGA'DA YOKUSLU SOKAKLAR
CARDAKLI HAMAMI
SADRAZAM RUSTEM PASA CESMESI
SERGIOS VE BAKHOS’UN ÖYKÜSÜ Kadırga adını burada Bizanslılar zamanında kalan limandan alıyor. Portus Novus denilen ve imparator İustinus tarafından M.S. dördüncü yüzyılda inşa edilen liman imparatorluğun gemilerini içinde barındırırmış. Osmanlılar da önceleri bu limanlı kadırgaları ile donatıyorlar ama sonraları her nedense etrafını duvarla çevrilip kapatıyorlar. Bu gün eski liman Kadırga meydanı denilen ve önünden Liman Caddesinin geçtiği içeri kısımda kalıyor. Küçük Ayasofya Camii de bu caddenin biraz güneyinde tren yolunun hemen yanında. Bizim Küçük Ayasofya dediğimiz cami M.S. 527 yılında İmparator Justinian tarafından Sergius ve Bacchus adlı iki Roma askerinin adlarını ebedileştirmek için inşa ediliyor. Bu birbirine çok yakın olan iki Romalı asker M.S. 303 yılında Hristiyan inançları taşıdıkları için işkence ile öldürülüyorlar. Önce Sergius öldürülüyor sonra da Bacchus’un kafası uçuruluyor. Gel zaman git zaman bu iki asker Romalı ve Bizanslı askerler tarafından birer aziz mertebesine yükseltiliyor ve onlara inanlar bunu Hristiyanlığın bir kolu olarak yaymaya başlıyorlar. Özelikle bu iki askerlerin birbirleri ile yakınlığından dolayı olacak en çok “gay”ler günümüzde bile kendilerini onlara yakın hissederler.
Sergius ve Bacchus’un öldürülmesinin üzerinden iki yüzyıl geçmiştir. İleride İmparator olacak Justinian İmparator Anastasius’u devirmeye teşebbüsle suçlanmakta ve idam ile yargılanmaktadır. Bir gece Anastasius rüyasında Sergius ve Bacchus’u görür. İki aziz kendisine Justinian’ın suçsuz olduğunu ve onu serbest bırakmasını söyler, İmparator da buna uyar ve böylece Justinian idam edilmekten kurtulur. Justinian başa geçtiğinde bu iki Aziz’in yaptığı mucizeyi unutmamıştır, 527 yılında mimar Anthemius’u Sergius ve Bacchus’un anısına bir kilise yapmakla görevlendirir. Kilisenin yapılacağı alanda daha önceden yapılmış Bazilika tipinde bir kilise daha vardır. Anthemius bu kilisenin yanına yeni bir kilise inşa eder. İki tapınak bir birlerine o kadar yakındır ki avlularına aynı giriş kapısından girilir. Çoğu kimse mimar Anthemius’un bu kliseyi yaparken ileride Mimar İsodore ile müştereken yapacakları Aya Sofyanın bir provasını yaptığını, hatta Büyük Ayasofya’nın yer planın küçüğü ile aynı olduğunu söylerler. Kilisenin en büyük özelliği sekiz düz ve sekiz yuvarlak kubbesinin olması ve bunların gene sekiz sütun tarafından sırtlanmasıdır. İleriki yıllarda bu kubbe tasarımı birçok Bizans kilisesine ilham kaynağı olacaktır. Bu kilisenin yanındaki kiliseden günümüze hiç bir iz kalmamıştır. Sergius ve Bacchus kilisesi on altıncı yüzyıl başlarında Sultan İkinci Beyazıt zamanında Kapıağası Hüseyin Efendi tarafından camiye dönüştürülecek ve Küçük Ayasofya adı ile anılmaya başlanacaktır. Ne garip tecellidir ki Hüseyin Ağa ileride yolsuzluk yaptığı iddiası ile yargılanıp onun da Bacchus gibi kafası kesilecek ve caminin bahçesinde hala mevcut olan türbeye gömülecektir. Efsaneye göre Hüseyin Ağa kesik kafasını eline alıp caminin avlusunda yürümüş ve yere düştüğü yerde türbesi yapılmıştır.
Picture of Sergius and Bacchus:http://www.sspp-tucson.org/icon_ornaments_r-w.html
KÜÇÜK AYASOFYA CAMİİ (Church of Sergius&Bacchus)
KÜÇÜK AYA SOFYA CAMİİ
Küçük Ayasofya camii avlusuna çok büyük tahta bir kapıdan giriliyor, cami avlusunun çevresi ve kapının çerçevesi taş duvarlarla örülmüş. Caminin etrafındaki ve avlusundaki yollar parke taşları ile döşeli, civardaki ağaçlar güzel görünümlerine rağmen binanın güzelliğini gölgeliyor. Avlu kapısından girince sağ tarafınızda Hüseyin Ağanın medresesi var. Dikdörtgen şeklinde yayılmış on sekiz oda bu gün çeşitli el sanatları yapımı ve sergilenmesi için kullanılıyor. Bunlar içinde bir sedef yapım atölyesi, takı dükkanları, özbek el sanatları ve hediyelik dükkanları dikkati çekiyor, en ortada ise sekiz köşeli bir şadırvan yer alıyor. Bizans kiliselerine özgü kırmızı tuğladan yapılmış kilisenin giriş kısmına Osmanlı camilerinde görülen beyaz kesme taştan altı sütunlu ve beş kubbeli bir giriş ilave edilmiş. Giriş aynı renkteki cami minaresi ile tam bir uyum içinde. Binanın arka bahçesinde caminin haziresinde eski Osmanlı mezar taşları ve tam ortada da Kapıağası Hüseyin Ağanın türbesi var. Adamcağız kiliseyi camiye çevirmiş, medresesini yaptırmış, sonrada öldürülmüş ve adı çoğu camileri anlatan kaynaklarda hala “Kesik Baş Hüseyin Ağa Türbesi” diye geçiyor.
Küçük Ayasofya’ya girdiğinizde hemen eski bir kilise de olduğunuzu anlıyorsunuz, ama Ayasofyanın o korkutucu büyüklüğü ve kasveti yok burada. Üzeri siyah benekli koyu yeşil sütunlar, sütunların üzerlerindeki ve kaidelerindeki mermer tonozlarda oyma Roma yazıları. Tepedeki kubbeler ve tavan ise mavi beyaz renkte Osmanlı hat sanatı ile özene bezene işlenmiş. Kubbelerden sarkan sayısız kristal avizeler, mavi ve beyazın hakim olduğu duvarlar ve halılar. Cami çepeçevre bir balkon çekme katla çevrilmiş. Aşağıdaki sütunların tam üstlerine onların ikizi olan sütunlar ve onların üzerlerinde revaklar. O kadar çok yeşil sütun var ki etrafta, sanki burası bin bir direkli bir mabet, bir bazilika, bir cami. Balkon kata çıkıyorum, pencerelerden içeriye güneş ışığı giriyor, aşağıya bakıyorum; ışıl ışıl bir mücevher kutusu burası. Balkondaki kadınlar mahfiline giriyorum, beyaz sütun başlarındaki yazıları elliyorum, ah bir okuyabilsem!. Sonra tekrar aşağıya iniyorum, müezzinler mahfilinin arkasına doğru yürüyorum. Burada bir köşede yer döşemesini çıkarıp kalın bir camla kaplamışlar tabanı. Camın altmış santim kadar altında koca koca taşlar var.Bunlar bin beş yüzyıllık temel taşları. Taşların aralarında bir oyuk var içinde madeni paralar olan, belki kurumuş bir ayazmanın kalıntısı.
Küçük Ayasofya’dan çıkarken yeni ve çok güzel ve çoğu İstanbullu’nun görmediği bir yeri keşfetmenin mutluluğu içindeydim. Avlunun kapısında bir sokak satıcısı tekerlekli tezgahının üzerine kıpkırmızı narları yığmış, el sıkacağında sularını sıkıyordu. Bana bugünkü gezimde eşlik eden arkadaşlarla birlikte birer bardak taze nar suyu içtik ve satıcıya bir daha ki durağımız olan Sokullu Mehmet Paşa Camini sorarak yolumuza devam ettik.
SOKULLU MEHMET PAŞA CAMİİ VE MARMARA SURLARI
Sokullu Mehmet Paşa Camii Mimar Sinanın küçük mucizelerinden biri. Ama ne yazık ki bizim onu ziyarete gittiğimiz gün kapısında asma bir kilit vardı. Avlu da gördüğümüz bir cami yetkilisi hırsızlık ve vandalizm yüzünden caminin namaz saatleri dışında kapalı olduğunu ve camiyi gezmek istersek cami imamının bir saat sonra geleceğini söyledi. Benim okuduğum kadarı ile bu camii meyilli arazi üzerindeki mimari yapısı ile olduğu kadar içindeki çinileri ve Kabe’den getirilmiş taşları ile de ünlüydü, ve cami yetkilileri içerdeki bu kıymetli hazineleri korumakta haklıydılar. Eminönünde gene Mimar Sinanın bir eseri olan Rüstem Paşa camiinin o güzel mavi İznik çinilerinin bazıları zaman içinde talan edilmemiş miydi? Sokullu Camii’nin avlusunda mimari olarak anlatılacak o kadar güzel görüntüler var ki! Ama isterseniz biz bunu Sokullu Camii’nin içini de gezeceğimiz ileri bir tarihe bırakalım ve daha çok etrafta ki insanlardan bahsedelim.
O gün caminin avlusundan geçerken üç turist kız, hepsinin elinde İstanbul’la ilgili turistik tanıtıcı kitaplar tek başlarına dolaşıp duruyorlardı. Belli ki birazdan gelecek imamı beklerken vakitlerini boş geçirmeyip okuyor ve camii hakkında bilgi sahibi oluyorlardı.Ne güzel diye düşünüyordum, İstanbulun kısmen tenha yerlerinde üç turist kız gelmişler yalnız başlarına cami geziyorlar. İstanbul dünyanın başka şehirlerine oranla çok daha güvenli, korkusuzca tek başına gezebileceğiniz bir şehir. Ne yazık ki Amerika’ya döndükten kısa bir süre sonra benim bu gezdiğim yerlere çok yakın bir yerde, Cankurtaran semtinde, deniz surlarının civarında Amerikalı bir turist kız öldürüldü. Ateş düştüğü yeri yakardı, ama genç kadının ailesi kadar İstanbullular da üzüldüler bu cinayete. Türk medyası Amerikan medyasından bin kat daha fazla ilgi gösterdi habere. Söylenene göre genç kadın amatör bir fotoğrafçıydı ve iPad ile ve iPhone ile İstanbul’un enteresan fotoğraflarını çekiyordu ölmeden önce. FBI ‘a göre ise işin içinde başka işler de vardı ve belki fotoğraf işi bir kılıftı. Ama ne olursa olsun, İstanbul’da genç bir turist öldürülmüştü, hem de bir kadın ve bir anne: Sarai Sierra. Türkiye de ve İstanbul da bir turistin öldürülmesi alışılmamış sıra dışı bir olaydı. Ama Türkiye de ve İstanbul’da her gün kadınlar öldürülürdü; şiddet, kıskançlık, töre, sebebi ne olursa olsun bunlar alışılmış ve olağan olaylardı!
CAMI AVLUSUNDA TURIST KIZLAR
SOKULLU CAMII ANA GIRISI
Tarihi yarımada denilen kartal gagası şeklindeki eski İstanbulun üç tarafı da surlarla çevrili. Bunlar yirmi kilometreden fazla uzunluğu olduğu söylenen surlar, daha doğrusu sur kalıntıları. Kimi yerleri restore edilmiş, bazı bölümlerinde sebze bahçeleri olan ama çoğu yeri harabe şeklinde. Özellikle Sur-i Sultani denilen Sarayburnu’ndaki surlardan başlayıp demiryolu boyunca Yedikule’ye kadar uzanan Deniz Surları. Bunlar demiryolu ile deniz arasında sıkışıp kaldığından, çoğu tinercilerin mekan edindiği , semt sakinlerinin bile yanından geçmeye cesaret edemediği yerler. Bu surlar da daha önce de cinayetler işlenmiş, mağaralarında cinayetlere kurban giden insanlar bulunmuş. Kimi sur mağaralarında da evsiz insanlar yaşıyor, sabıkası olmayan talihsiz kişiler. Bazılarının önünde gündüz saatlerinde kese kağıtlarına sakladıkları şişelerden şarap ve bira içen berduşlar var. Hipodromun Sphendone kısmının altında Çoğalzade Çeşmesinin yanında da böyle mağaralar var, önleri tahta perdelerle kapanmış. Bu sabah oradayken biraz da çekinerek başımı uzattım ve içeri baktım, gördüğüm ateş küllerinden ve boş şişelerden ve tuvalet artıklarından burada zaman zaman böyle kişilerin yaşadığı belli oluyordu. Yüz metre yukarısı İstanbulun en turistik yeri Sultan Ahmet Meydanı. Orada her yer tertemiz, paslanmaz çelikten yapılmış tuvaletlere bile Akbil kartı ile giriyorsunuz, turistler ellerinde broşürler tarih içinde gezintiler yapıyorlar.
Sarai’nin talihsiz kaderi surlarla ilgili bazı iyi şeylere de vesile oldu. İstanbul Büyük Şehir Belediyesi surların içini temizleyip her tarafa ışıklar ve mobese kameraları koyacakmış. Bence bu Boğaz köprüsünün geceleri yanan mavi ışıkları kadar güzel bir şey. Ben bir İstanbullu olarak bu surların bir başından başlayıp, tekrar başladığım yere kadar kilometrecilerle yürümek, onları incelemek ve fotoğraflarını çekmek isterim, ama şimdilik buna cesaret ister.
Kadırga da gezdiğimiz o gün Sokullu Camiinin imamını beklemektense hemen yakındaki Özbek tekkesini gezelim dedik. Caminin avlusundan çıkarken sekiz on yaşlarında çocuklar caminin bahçe duvarlarına tırmanıyorlardı. Yolun üzerinde butik bir otelin önünde etrafı duvarlarla çevrili harabelerin içinde cami minaresine benzeyen tepesi kırık bir sütun vardı. Kırmızı tuğladan yapılmış Bizans’tan kalmış olduğunu tahmin ettiğim sütun kalıntısı hakkında etrafta kime sordumsa ne olduğuna dair bir cevap alamadım. İleri ki günlerde bu sütünun kimden kaldığını araştırmaya başladım, ama şu ana kadar bulmuş değilim.