İNÖNÜ DEVRİNDE ÇOK PARTİLİ DÖNEME GEÇİŞ VE 1960 DARBESİ
İNÖNÜ VE DİN
2.CUMHURBASKANI ISMET INONU
İNÖNÜ DEVRİNDE ÇOK PARTİLİ DÖNEME GEÇİŞ VE 1960 DARBESİ
İnönü Harp Okulunda -1942 adlı yazımı 2008 yılında yazmıştım. O günden bugüne İnönü düşmanlığı, ona atılan iftiralar, geçmişte yapılan her yanlışı onun ve Cumhuriyet Halk Partisine üzerine atmak, bazılarına olağan ve bir alışkanlık haline geldi. Atatürk ve onun reformlarına dolaylı yollardan saldıranlar, bundan kırk yıl önce vefat etmiş Türkiyenin İkinci Cumhurbaşkanına hakaret etmekten, onu din düşmanlığı ve camileri kapatmakla ve hatta Hitler’e bile benzetmek saygısızlığını göstermekten çekinmiyorlar. Burada asıl sorgulanması gereken büyüklere saygısızlık, kendini savunamayacak ölmüş insanlara hakaret ve iftiranın, bizim gelenek ve göreneklerimizde ve dini inançlarımızda ne kadar yeri olduğu.
Yukarıda bahsettiğim İnönü ve Harp Okulu yazısındaki İkinci Dünya Savaşı sırasındaki “İnönü” ile ilgili olarak yazdıklarımı burada tekrarlamayacağım. Onun Kurtuluş savaşındaki zaferleri ve Lozan Barış Konferansında Türkiyenin savaş meydanında kazandığını kağıt üzerinde tescil etmek için verdiği diplomatik mücadele ve İngiliz Lord Curzon ve benzeri Avrupalı diplomatlara verdiği dersler bugün tarih kitaplarından çıkarılmaya çalışılıyor. Biz burada bunlardan da bahsetmeyeceğiz. Ama isterseniz çok partili döneme geçişte İnönü’nün rolünü, 1960 darbesi ve İnönünün din ile olan ilişkisini o günleri yaşayan biri olarak anlatmaya çalışalım.
Atatürk devrinde biraz da bir deneme ve danışıklı döğüşüklü olarak başlatılan ikinci Parti denemeleri başarısızlıkla sonuçlanmıştı. 1945 yılında savaşın bitimiyle Fuat Köprülü, Adnan Menderes ve Refik Koraltan gibi milletvekillerinin başını çektiği bir grubun Cumhuriyet Halk Partisinden ayrılıp Demokrat Parti yi kurması ile, ilk defa olarak gerçek anlamıyla çok partili geçişe zemin hazırlanmış oldu. Milletvekilliğinden istifa edip Demokrat Parti ye katılan Celal Bayar Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye giderek 1946 seçimlerine iki parti ile girilmesi konusunda onun onayını aldı.
1946 seçimlerini Cumhuriyet Halk Partisi oyların yüzde altmışını alarak büyük bir çoğunlukla kazandı, ama liberal görüşlü Demokrat Parti de 61 milletvekilini Meclis’e sokmayı başardı. Bu seçimlerin açık oy, ama gizli tasnif sistemi ile yapılmış olması seçimlerin şaibeli olduğu ve çoğu yerde seçimlere hile karıştırıldığı söylentilerini de beraberinde getirdi. Bu konu da bir anekdotu kayınpederim Tayfur Durupınar’dan dinlemişimdir. Demokrat Partililer Tayfur Bey’in babası Arifi Beyin Bursa mebusu seçildiğini söyleyip kendisini tebrik ederler. Ama ertesi gün seçim sonuçları açıklandığında CHP nin adayının kazandığı anlaşılır. Seçim sonuçlarına şaibe karıştırılıp karıştırılmadığını ve oldu ise bunun derecesini bilemeyiz, ama seçim sonunda Başbakan Şükrü Saraçoğlu yerini Recep Peker’e bırakmış ve iktidar değişmese de, kabine de tamamen değişmiştir.
1950 seçimlerine yüzde 89.3 gibi çok yüksek bir katılım oranı oldu. Oyların yüzde 53 ünü alan Demokrat Parti Başvekil seçilen Adnan Menderes’in liderliğinde 415 milletvekili ile iktidar olurken, Celal Bayar da Cumhur Reisi oluyordu. CHP oyların yüzde 39 almış ve 69 milletvekili ile muhalefet e geçmiş ve İsmet İnönü hiç itirazsız Çankaya’dan aşağıdaki Pembe köşke taşınmıştır. Şimdi detayını unuttuğum bir anekdot da, İsmet Paşanın Çankaya’dan inerken Mevhibe Hanıma artık makam arabasına binmeyeceklerini ve her sade vatandaş gibi otobüsü kullanacaklarını söylemesidir.
Daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi ben bir asker çocuğuyum. Savaşın bitiminden iki yıl sonra doğmuşum. O günlerde kundak da çekilmiş resimlerde, yatağın üzerinde Atatürk’ün resmi, babamın Deniz Harp Okulu diploması ve kılıcı vardır. Bundan üç yıl sonra 1950 seçimlerinde annem de babam da oylarını Demokrat Parti’ye vereceklerdir. Harp sırasındaki sıkıntılardan yokluklardan ve devletçi idareden bıkan her insan gibi onlar da yeni bir arayış içindedir. Ama gene aynı iki insan on yıl sonra, 5 Mayıs 1960 da Başbakan Adnan Menderes’i Kızılay Meydanında protesto edip istifaya davet eden göstericiler içindedir. O günlerde her türlü gösteri yasaklandığından halk şifreli bir sloganla Kızılay meydanında buluşur: 555K, yani beşinci ayın beşinci günü saat beşte. Peki nasıl olmuştur da bu iki genç insan on yıl önce oy verip iktidara getirdikleri partiyi ve onun Başbakanını şimdi sokak gösterilerinde istifaya davet etmektedir ?
Bunun nedeni, işte şimdi İnönü düşmanlığı yapanların 1960 yılında yaşamadığı, yaşasa da görmek istemediği nedenlerdir. Onlar 1960 darbesinin ne kadar kötü bir şey olduğunu defalarca tekrarlar ve anlatırlar. Doğrudur ihtilaller kötüdür ve meşru değildir. 1960 ihtilalinde demokrasi denemesi ilk tökezlemesini yaşamış, sonra bu alışkanlık olmuş Talat Aydemir de olduğu gibi her önüne gelen ihtilal yapmaya çalışmış , sonrasında çok daha vahim sonuçlar 1970 ler 1980 ler ve 1990 la kadar yapılan darbeler Türkiye’yi her seferinde geriye götürmüştür. Maalesef buna çoğu aydınımız da, demokrasinin üzerine şal örtmek, demokrasinin balans ayarı gibi mazeretler üretmiş kılıf uydurmuşlardır.
27 Mayıs 1960 larla ilgili olarak bilerek anlatılmayan şey şudur. Liberal ekonomi eskisini artamayacak kadar kötüdür. Talep vardır ama arz yoktur. Et, şeker, un, kahve çay , kuyrukları uzamış, karaborsa almış yürümüş, bazı insanlar haksız kazançlarla kesesini doldururken, halk hala yokluk ve sıkıntı içindedir. Bütün bunlara karşın Demokrat Parti iktidarı, koltuğunu kaybetmemek için her türlü gösteriyi yasaklamakta, basına sansür konulmaya çalışılmakta, İnönünün damadı Metin Toker yazılarından dolayı içeri atılmakta ve Vatan Cephesi dedikleri kendi yandaşlarının isimleri her gece haberlerden sonra teker teker radyo da okunmaktadır. Yani, Vatan Cephesi gibi ayrımcı bir anlayışla kendisine oy verecek seçmenler mükafatlandırılıyor ve halk arasında bölücülük ve ayrımcılığın daniskası yapılıyor veVatan Cephesine karşı bilmeyerek bir cephe yaratılıyordu. Büyük olasılıkla isimlerin çoğu sahte olsa da ben bunu her gece radyo başında dinleyerek yaşıyordum. İsmet İnönü seçim gezisi için gittiği Uşak şehrinde iktidarın emriyle şehre sokulmak istenmemiş hatta Demokrat Parti yandaşları tarafından taş atılarak başı yarılmıştı. Ama Paşa buna aldırmamış, yolunu kapatan jandarma erlerini elleri ile açarak şehre girmiştir. Tabi burada şimdi anlatılan İsmet Paşanın bu geziyi yapmakla olayları tahrik ettiğidir, seçim sandığında kendi rızası ile verdiği iktidarı tekrar almak için seçmeni ile buluşmasının engellenmesi değil.
Mecliste de muhalefetin söz hakkı hep engellenir, konuşturulmaz ve sonunda İnönü kürsüye çıkar, “böyle giderseniz sizi ben bile kurtaramam” der. O gelen tehlikenin farkındadır. Bunun farkında olan Ethem Menderes gibi Adnan Menderes’in yakın arkadaşı da vardır. Ethem Menderes son gelişen olaylarda arkadaşını ikaz eder istifa etmesinin kendisi ve millet için hayırlı olacağını söyler ama dinletemez. Bu gün rahmetli Adnan Menderes üzerinden kahramanlık edebiyatı yapılmaktadır. Seçimle gelenin, seçimle gelmesi demokrasinin gereğidir, ama yeri geldiğinde istifa etmek te bir tercihtir ve asla korkaklık değildir. Yapılan yanlış bugünün şartlarını ve anlayışını bundan elli, yüz sene öncesinin şartlarına uygulamaya çalışmaktır.
28 Nisan 1960 da İstanbul Üniversitesinde başlayan talebe olaylarında biri tank altında, diğeri kurşunla Turhan Emeksiz ve Nedim Özpulat adlı iki öğrenci öldü. İstanbul Üniversitesi Rektörü Sıddık Sami Onar doksan yaşına bakılmaksızın Üniversiteyi terk etmeyi kabul etmediği için kafası gözü kan içinde sürüklenerek kampüsten çıkarıldı. Sonrası malum, bir ay sonra 27 Mayıs 1960 sonrada sabah radyoda Albay Alparslan Türkeşin sesiyle uyandık. Ordu darbe yapmıştı.
Darbe yapıldıktan sonra bu defa her gece radyoda Vatan Cephesine katılanlar yerine Yassı Ada duruşmalarını dinlemeye başladık. “Sanıklar getirildiler, bağlı olmayarak yerlerini aldılar, Başkan Salim Başol.......” la başlayan anons hala kulaklarımdadır. Bir zaman sonra bu duruşmaları dinledikçe ve Yassı Ada’da tutuklu olan insanlara reva görülen muamele duyuldukça, Demokrat Parti iktidarına en fazla muhalif olanlar bile yapılan haksızlığa üzülüyor, “köpek davası, külot davası” gibi saçma sapan uydurma davalarla insanların özel hayatlarına girilmesine kızgınlık duyuyorlardı. Sonradan öğrendiğime göre darbeden on beş yıl sonra evleneceğim eşim Sitarenin eniştesi, üç dönem Bursa milletvekili ve Devlet Bakanı Haluk Şaman da Yassı Ada da idamla yargılanıyordu. Şaman ailesinin çektiklerini öğrendikçe darbelerin yüzlerce ailenin hayatını nasıl değiştirdiğini üzülerek görecektim.
27 Mayıs ihtilali kendi kendini yemiş, darbeyi yapan guruptan Türkeş dahil “on dörtler” yurt dışına sürülmüş, Milli Birlik Komitesi yürütmeyi devir almış, Anayasa profesörlerinin katılımıyla Kurucu Meclis kurulmuş anayasayı ve yeni TBMM ne hazırlama çalışmalarına başlanmıştı. Hazine tam takır bom boştu ve halktan yardım toplanmaya başlandı. Annem ve babamda sonradan çok pişman olacakları bir hareketle evlilik yüzüklerini hazineye bağışladılar. Annem’e parmaklarına hiç bir zaman takmadığı ucuz metalden bir yüzük verdiler. Sonradan, doğrumu dur bilemem, “alyans mahalleri” diye siteler yapıldığı söylendi. Babam da annem de darbe yanlısı insanlar hiç bir zaman olmadılar, hatta sonraki darbelerden her zaman nefret ettiler, onların bütün yaptıkları 5 Mayıs 1960 da iktidarı protesto etme hakkını kullanmaktı. Babam devlet okullarında okumuştu, onun için hazineye yardım etmeyi bir vefa borcu sayıyordu.
INONU MENDERESLE
INONU CELAL BAYARLA AFTAN SONRA
BENIM 1960 LARDA TANIDIGIM INONU
Yassı Ada duruşmaları sonunda Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan idama mahkum edildiler. Bunu İnönü düşmanları anlatmaz, ama Menderes’in eşi Berrin Menderes ve oğlu Aydın Menderes İsmet İnönü’ye giderek idamların durdurulması için kendisinden yardım isterler. Aslında İsmet İnönü Milli Birlik Komitesi başkanı Cemal Gürsel’e bizzat uzun bir mektup yazarak bu idamların infaz edilmemesi eğer yapılırsa ileride millet nezdinde ne kadar vahim sonuçlar doğuracağını uzun uzun uzun anlatmış ve kendisinden yardım talep etmiştir. İsmet Paşa Menderesin ailesi ile görüştükten sonra son bir defa Cemal Gürseli arar. Cemal Gürsel Orgeneral rütbesi dolayısı ile Milli Birlik Komitesi Başkanlığına getirilmiştir, komite üzerinde fazla bir etkisi yoktur. Komite infazı onaylamış ve harekete geçirilmiştir, artık çok geçtir. Kansız denilen darbe kana bulanmış, üç talihsiz insan hayatı ailelerinin göz yaşlarına aldırmadan yok edilmiştir. Onlar Cumhuriyetin bu ilk darbesinde hayatlarını kaybeden politikacılar olarak tarihe geçtiler ve demokrasimizin ilk şehitleri sayıldılar. Menderes’in idamını radyodan dinlediğimiz akşam nasıl üzüldüğümü, babamın gözlerinden yaşlar geldiğini dün gibi hatırlıyorum. Sonradan gelen darbeler de politikacılardan çok, genç halk çocukları idam edildiler, öldürüldüler ya da, kayıplara karıştılar.
Bütün bunları neden yazdım. 1960 darbesi öncesi, darbe sırasında ve sonrasında neler yaşadığımı, şartların nasıl oluştuğunu ve geliştiğini anlatmak için. Bir de İsmet İnönü’ye atfedilen yalanları ve iftiraların ne kadar yanlış olduğunu anlatmak için. Gene bilerek anlatılmayan bir husus da 1966 yılında Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından Celal Bayar ın affedilmesidir. Bazı muhalifler buna o zamanlar “ Kuyudan insan çıkarma” demişse de İsmet İnönü bizzat Cumhurbaşkanına çıkarak eski arkadaşının affedilmesi için girişimlerde bulunmuştur. Daha sonra da Celal Bayar’ı Pembe Köşkte kabul etmiş ve Demokrat Partililerin siyasi haklarını iade edilmesi konusunda kendisinden yardımını esirgememiştir.
İsmet İnönü’yü hataları ile sevapları ile anlatan en iyi kitap bence Şevket Süreyya Aydemir’in İkinci Adam kitabıdır. Onun Lozan’da Türkiye’ye kazandırdıklarını ise Ali Naci Karacanın 1943 basımı, Lozan ve İsmet Paşa kitabından öğrenilebilir. Benim gördüğüm, hayatının son bölümlerine tanıklık ettiğim İnönü; değişen, adapte olan ama her şeyden önce Türkiye’yi her şeyden üstün tutan bir insandır. Kurtuluş savaşında kahraman bir komutan, Lozan’da Türkiyenin haklarını en iyi şekilde temsil eden usta bir diplomat, İkinci Dünya savaşı sırasında otoriter bir Milli Şef, 1950 den sonra çok partili geçişi sağlayan bir lider, 1970 lere gelirken “ortanın solu” tabiri ile yenilenmiş CHP de sosyal demokrat bir devlet adamı .
Diktatörlerle, liderlerin en büyük farkı, birincilerinin katı değişmezliğine karşın ikincilerin devamlı bir evrim ve oluşum içinde olmalıdır. Benim tanıdığım İsmet İnönü işte bu ikinci tip kategoriye girer.
Aşağıda onun din konusundaki görüşlerini ve ona ve partisine bu konuda yapılan yanlışları anlatacağız.
İNÖNÜ VE DİN
İsmet İnönü’ye bugün belirli bir kesim tarafından yapılan en büyük hakaret, onun din düşmanı olduğu ve zamanında birçok camiyi kapatıp depo olarak kullandığıdır. Cami konusuna geçmeden önce bir din konusunu aydınlatalım. İsmet İnönünün annesi de babası da İslam gelenekleri yüksek bir aileden geliyordu. Şevket Süreyya Aydemirin “İkinci Adam” kitabında anlattığına göre 1884 yılında küçük bebek İzmir’de doğduktan sonra, babası Hacı Reşit Bey annesi Cevriye hanımın lohusa yatağından onu kucağına alır ve kulağına önce Hazreti Peygamberin adı olan Mustafa’yı göbek adı olarak, sonra da İsmet ismini fısıldar.
O devirlerde doğan her Osmanlı ve müslüman ailesinin erkek çocuğu için olduğu gibi Mustafa İsmet için de seçilecek üç yol vardır: askerlik, devlet memurluğu ya da hocalık. Çocukluğundan beri askerliğe hayranlığı olan Mustafa İsmet büyüyünce Askeri Rüştiyeyi seçecek ve hayatı İmparatorluğun dört bir tarafında vatan hizmetiyle geçecektir. İslam gelenek ve inancının Osmanlı ordusunun en büyük güç kaynağı olduğunu söylersek, hayatının büyük bir kısmı kıtada ve savaş meydanlarında geçmiş İsmet Paşanın da dine karşı duyarsız olması ihtimali bizce hiç denecek kadar azdır.
Halifeliğin kaldırılması ve Cumhuriyetin ilanı, devlet ve din işlerinin ayrılmasından sonra dilde ve dinde bir Türkçeleştirme hareketine gidildi. Din insanlar üzerinde tahakküm kurmak ve onları kendi siyasi amaçlarına inandırmak için yobazlar tarfından yüzyıllardır istismar edilmiş, 31 Mart vakasında olduğu şeriat yanlıları din elden gidiyor yaygarası altında isyan çıkarmışlardı. Yeni Türkiye Cumhuriyetin de tekkelerin, tarikatların kapatılması, “Şeyh” gibi unvanların yasaklanması da işte bu din istismarını ve şeriat yanlılarının tehlikesini önlemek için alındı. Dinle devlet kesin çizgilerle birbirinden ayrıldı. Dinle ilgili konular ve hoca yetiştirme işleri yeni kurulan Diyanet İşleri Başkanlığına verildi. Diyanet İşleri başkanına da protokolde çok yüksek bir yer verildi. Diğer taraftan dinde bir Türkçeleştirme işine girişildi. Burada amaç dini ortadan kaldırmak değil Arap tesirinden kurtarmak ve halkın dinini anlamasını, öğrenmesini sağlamaktı. Kuranı Kerimin Türkçe meali, devlet lisanında “Tanrı” kelimesinin kullanılması, ilerki yıllarda Türkçe ezan, hep bu yeni Cumhuriyetin kendi benliğini bulma gayret ve çabalarıdır. Babamın Heybeli Deniz Lisesinde 1936 yılında öğrenci iken çekilen resimlerinin birinde, komutan yemekhanesinde asılı olan bir tabelayı büyülteçle inceledim ve yazıyı zorda olsa okudum. Şöyle diyordu:
“Rahim ve Şefik Olan Tanrının Adıyla Başlıyorum”, yani Bismillahirahmanirahim in Türkçesi.
Bugün İnönü’ye din düşmanı diyenlerin bilmediği bir tabelada onun Mevhibe hanımla paylaştığı yatak odasında ki yataklarının üzerinde asılıdır.Burada Türkçe olarak şöyle der:
“ Allah’ın dediği olur”.
INONU BABASININ MEZARI BASINDA
KOMUTAN YEMEKHANESINDE TURKCE TABELA
Özel hayatta Allah adı kullanılırken devlet dairelerinde Tanrı sözcüğü neden kullanılmıştır ? Burada amaç laikliğin korunmasıdır. Türkiye Cumhuriyetinin halkının yüzde 98 i Müslümandır ve Allah’a inanır. Ama laik devletin dini yoktur ve devlet her dinden veya dinsiz vatandaşına aynı mesafe de yaklaşır. Hristiyan ya da Yahudi dinine mensup bir vatandaşa ölümünden sonra “ Allah rahmet eylesin” yerine “toprağı bol olsun” denir. Buradaki incelik vefat eden kişinin dini duygularına gösterilen hassaslıktır. Allah rahmetini verir, yağmur yağar, toprak çöker. Toprağı bol olsun demekle, rahmetin de çok olması istenir, gayri müslim bir insana müslüman birisine yapılan temenni , Allah adını zikretmeden yapılır. İşte bugün "Allah adını lugatımız dan çıkaran dinsizler” yakıştırması yapanlar aslında laik devletde, din ve devletin ayrılmasından rahatsız olan kişilerdir.
Ezanı Türkçeleştirme işi halk arasında da tutmamış ve Demokrat Partiye bir seçim malzemesi sağlamış ve 1950 de iktidar değişikliğinden sonra gene Arapça ezana dönülmüştür. Günümüzde bile Türkçe ezan, "çirkin şarkı" diye hala istismar edilmekte ve Cumhuriyet Halk Partisi ve İnönü din düşmanı ilan edilmektedir. İnönü dini devlet işlerine alet etmemeye aşırı ihtimam gösteren bir kişiydi. 1960 sonrası Adalet Partisinin seçim gezileri sırasında dini propaganda ve Demokrat Partinin mirası, başlıca seçim taktiği olarak kullanılmaya başlandı. Darbe den sonra kurulan Adalet Partisinin Başkanı Emekli General Ragıp Gümüşpala’dan başkanlığı devir alan Süleyman Demirel, özelikle Cuma namazlarını kalabalık bir gazeteci ordusun önünde kılıyordu. Parti amblemindeki demir-kırat da halka demokrat partinin devamı olarak anlatılıyordu. İşte bu sıralarda Cumhuriyet Halk Partili bir gazeteci de İnönü’ye yaranmak için gazetesinde onun seneler önce babasının Malatya’daki mezarında dua ederken çekilmiş bir resmini yayımlamıştı. Duruma çok sinirlenen İnönü şimdi adını ve gazetesini hatırlamadığım muhabiri yanına çağırmış, aile mahremiyetini ihlal eden ve dini istismara yol açacak bu fotoğraftan dolayı kendisini bir güzel haşlamıştı. Bu resmi uzun bir zamandır arıyordum, sonunda Malatya ile ilgili bir sitede buldum ve yukarıda sunuyorum.
Daha önce Atatürk ve Din konusunda yazdığım yazıda da belirtiğim gibi bir insanın dini veya dinsizliği hiç kimseyi ilgilendirmeyen bir konudur. Bizim buradaki amacımız İsmet İnönü’nün ne kadar İslam dine bağlı bir insan olduğunu ispat etmekte değildir. Ama en azından ona din düşmanı diye iftira atanlara aşağıda İsmet İnönü'nün torunu Gülsün Bilgehan'ın yazdığı "Mevhibe" *adlı kitapta, İnönü'nün bazı notları ile aydınlatmak isterim. O notlar içinde İsmet İnönü'nü, zaman zaman namaz kıldığından söz etmiştir. İşte o notlardan bazı bölümler:
"Saat altı, sabah namazı vaktinden evvel Mevhibe beni uyandırdı...Kalkıp kırmızı odaya geçtik. Sabah namazını kıldım"
Mevhibe Hanım'ın notların da İsmet İnönü'nün "son derece dindar" bir insan olduğunu kanıtlamaktadır.
İşte o notlardan bir bölüm:
"22 Nisan 1922'de Konya'ya giderken, saat 15:00'da Malatya'dan hareket ettik... Hamdi Bey'in evinde misafir ettiler... Ramazanın ilk günü oruçlu olduğumuzdan fena halde acıkmıştık. Ertesi gün 12'de yola çıkıp Kangal'a vardık... oraya yerleştik. Yemekten sonra namazlarımızı kıldık"
"3. Mayıs 1922'de bizi otelden aldılar. Dört arabayla Abdülvehap Gazi'yi ziyarete gittik. Kurban götürerek orada kestik. Etini türbedara bıraktık"
İnönü'nün kızı Özden Toker de 2000 yılında Vatan gazetesine verdiği bir demeçte babası İnönü'nün ve İnönü ailesinin "dindarlığını" şöyle anlatmıştır:
"Annem kuran okurken başını örterdi. Evimizde ramazanlarda huzur dolu bir hava yaşanırdı. Ev halkı, başta Cevriye ve Mevhibe olmak üzere İslam dinine tümden saygılı ve bağlı kişilerdi. İsmet Paşa ve Mevhibe Hanım'ın yatak odalarındaki duvarda kocaman harflerle 'ALLAH'IN DEDİĞİ OLUR' yazılı bir levha asılıdır. Bu yazı hiçbir zaman yerinden kaldırılmamıştır. Mevhibe, resmi ve sosyal görevlerinin yanında dinin vecibelerini de mükemmel olarak yerine getirirdi. Alice sahura kalkılır, iftarlar neşe ile yapılırdı."
İnönünün kızı Özden Hanımdan alınan bu alıntıları yorumsuz geçelim ve gelelim, “Cami kapatma” konusuna .
KAPATILAN CAMİLER ?
İnönünün kızı Özden Hanımdan alınan bu alıntıları yorumsuz geçelim ve gelelim, “Cami kapatma” konusuna. Bu konu da son zamanlarda sıkça istismar edilen ve bilerek çarptırılan bir konu. Cumhuriyet Tarihi Yalanları/2. kitap ta** yazar Sinan Meydan olayı etraflıca aydınlatmış. “Doğrudur” diyor Meydan, “1927 yılında Bütçe Kanunu gereği mevcut camilerin bir araştırması yapıldı.” Bir yıl süren titiz bir araştırmadan sonra 1928 yılında Türkiye’de 28705 cami tespit edilmiş. O zaman 14 milyon nüfusu olan Türkiye’de ki okul sayısı 14 425. Bu camiler den küçük bir bölümü, savaş dolayısı ile nüfus kaybından, bakımsız ve cemaatsiz kalmış. Tasnif dışı kalan bu camiler onarılarak okul, sağlık ocağı ,kütüphane gibi başka hizmetler için kullanıma açılmış. Ama söylendiği gibi hiç bir zaman ahır,kışla ve eğlence alanına dönüştürülmemiş. Diğer taraftan Cumhuriyet devrinde Yunan işgalinde veya tabii afetler dolayısı ile hasar gelen bir çok camii bizzat Atatürk’ün emirleri ile onarılmış, hatta Mihallıçık köyünde Yunanlar tarafından yıkılan cami gene onun emri ve bizzat sağladığı 5000TL ile yeniden yapılmış. Gene aynı Atatürk Paris ve Tokyo camilerinin yapımı ve bakımı için tahsisat ayırtıp yardımda bulunmuş. İsmet Paşanın camileri kışla ve ahıra çevirdi saptırmasını ise Sinan Meydan kitabında şu sözlerle açıklığa kavuşturuyor:
İsmet İnönü, II. Dünya Savaşı’nın devam ettiği 1939-1946 yılları arasında, Türkiye’ye yönelik muhtemel bir saldırıda, camilerin hedef alınmayacağını düşünerek, müzelerimizdeki “tarihi” ve “dini” değeri olan eserleri, zarar görmemeleri için, bazı camilere koydurarak koruma altına almıştır. Evet, İsmet İnönü, 1939-1946 arasında bazı camileri “depo” yapmıştır, ama bu depolar, Kutsal emanetler, Hz. Muhammed’in sancağı, kılıcı, hırka-i saadeti, Hz. Osman’ın kanlı Kuran’ı Kerim”i gibi “dinsel ve tarihsel” değeri olan eşyaların deposudur. Örneğin, Topkapı Sarayı’ndaki “Kutsal Emanetler”, bu emanetlerle ilgilenen görevlilerle birlikte Niğde’ye götürülerek, Niğde’deki bazı camilere konulmuştur. Dolayısıyla, “Kutsal Emanetlerin” bulunduğu bu “cami depolar”, ibadete kapatılmış ve kapısına kilit vurulup asker dikilmiştir. Çünkü İsmet İnönü, bu “Kutsal Emanetlerin” korunmasına çok büyük bir önem vermiştir.
Bu nedenle gerçek bir Müslümana düşen görev, bu davranışından dolayı İsmet İnönü’yü “kınamak” değil, “kutlamaktır”.
Tufan Türenç*** ise Hürriyet gazetesindeki 11 Ocak 2011 tarihli makalesinde uzun yıllar Cumhuriyet Halk Partisinde İnönü’ye çok yakın olarak görev yapan Necati Karakaya’nın kendisine yazdığı mektuptan alıntı yaparak bu cami yalanlarını şu izah ediyor :
1942 yılında İkinci Dünya Savaşı’nın en alevli günlerinde Hitler’in orduları sınırımıza dayandı. Türkiye’ye girip girmemekte kararsızlardı.
İsmet Paşa Trakya’da Çakmak hattını kurmasına rağmen İstanbul’un bombalanacağını tahmin ediyor bu nedenle de savunmayı Ankara’nın dışında yapmayı düşünüyordu. İstanbul’daki saraylarda ve müzelerde bulunan tarihi eşyaları, zarar görmemeleri için Alman uçaklarının menzil dışında kalan bölgelerdeki camilere koymayı düşündü.
İsmet Paşa düşmanın camileri bombalamayacağını biliyordu. O nedenle bütün saray eşyalarını, padişahların tahtlarını, mücevherleri, kutsal emanetleri, Hazreti Muhammed’in sancağını, kılıcını, Hırkai Saadeti, Hazreti Osman’ın kanlı Kuran’ı Kerimi’ni, Atatürk’ün Samsun’da çıktığı tahta iskeleyi, müzelerde ne varsa tümünü tam 48 vagona yerleştirerek Niğde’ye gönderdi.
Bu değerli eşyaları korumak için Topkapı Sarayı İkinci Müdürü Lütfü Turanbek başkanlığında 30 görevli, aileleri ve çocuklarıyla birlikte Niğde’ye gitti.
Eşyalar ve görevliler, tehlike tamamen geçene kadar Niğde’de kaldılar.
Bu değerli eşyalar Niğde’de 3 camiye yerleştirildi. Camilerin etrafına nöbetçi askerler yerleştirildi. 28 Ocak 1943 günü İnönü Adana’da Churchill ile buluşmak üzere Ankara’dan trenle yola çıktı. Tren Niğde’de durdu ve uzun süre bekledi.
İsmet Paşa tarihi eşyaları görmek üzere 3 camiyi de teftiş etti. Özellikle Atatürk’ün Samsun’a çıktığı tahta iskeleyi görmek istiyordu. Saruhan Camii’ne gitti ve Tunabek’e sordu: ‘Asker nöbetini aksatmıyor, camilere kimseyi almıyor değil mi? Gözüm arkada kalmasın’ dedi.”
Aslında bunları okuduktan sonra, İnönü hakkında din düşmanı iftiralarını atanlar biraz utanç duyup, onun Osmanlı tarihi ve İslami hazinelerimizi korumak için gösterdiği özveri için acaba ne derler? Camiler Osmanlı devrinde de örneğin 1877-1878 Osmanlı- Rus savaşından sonra İstanbul’a gelen on binlerce mültecinin geçici barınağı olarak kullanılmıştır. Savaşlar, deprem gibi tabii afetlerden sonra yıkılan yakılan evleri olmayan insanları Allahın evi olan camilerde barındırmaktan tabii ne olabilir? Ama bugün kurtuluş savaşında yokluklar içinde düşmanı yenen, Cumhuriyetimizi kuran ve eğer Türkiyenin dört bir tarafında camiler de ezan sesini duyuyorsak, kendilerine çok şey borçlu olduğumuz İsmet İnönü gibi büyüklerimize, iftiralar atılıyor, hakaretler ediliyor. İnşallah birgün bu kişiler yaptıkları yanlıştan döner ve günah işlemekten vaz geçerler.
İkinci Adam , Şevket Süreyya Aydemir,Yükselen Matbaası, İstanbul 1968
Lozan Konferansı ve İsmet Paşa, Ali Naci Karacan , Maarif Matbbası İstanbul, 1943
*Mevhibe, Gülsün Bilgehan, Bilgi Yayınevi, Ankara 1970
**Sinan Meydan,Cumhuriyet Tarihi Yalanları, 2. Kitap, İnkilap Kitabevi 1942
***Tufan Türenç, “Çirkin İftira ve Gerçek”, Hürriyetgazetesi, 11 Ocak 2011.
BIR OKUYUCU YORUMU
İsmet İnönü ile ilgili birkaç cümle de benden:
Babam Doğan Bodur, İsmet paşa'nın ara sıra ziyaretine gider ve kendisi ile kısa sohpetler ederdi.CHPdeki çalışmaları sırasında tanışmışlar. Sanırım 1957 senesi idi.Avukat olan babam danıştaydaki duruşmaları nedeniyle Ankaraya gitmiş ve İstanbula,eve döndüğünde bizlere anlatmıştı; " Bu defa da İsmet paşayı ziyaret edip kendisi ile sohpet ettik. Demokrat parti'nin demokrasiyi suistimal ettiğini,halkı,rejimin boşluklarından faydalanarak kolayca kandırabildiğine değinerek, acaba Türkiye için demokrasi rejimi doğru bir rejimmidir diye sordum. O ana kadar bana tebessümle bakan İsmet İnönü,tüm dostluk nezaketini bir tarafa bırakarak ve kaşlarını çatarak:
ŞÜPHEN Mİ VAR ? dedi"
İsmet İnönü Fransız VOLTAIRE kadar demokrat bir kişilikti...