Ünlü İngiliz tarihçisi Phillip Mansel’in Yıldız Sarayı ile ilgili bir yazısının içeriğinde yukarıdaki Hamidiye Camiinin çok eski resmini ilk defa yirmi sene kadar önce bir mecmuada görmüş ve resimden çok etkilenmiştim. Başka hiç bir camiye benzemeyen bu yarı Gotik, yarı şark tipi caminin önü kalabalık bir askeri ve mülki erkanla doluydu. Sultan Abdülhamit Cuma namazı için iki beyaz atın çektiği siyah körüklü faytonundan aşağıya iniyor, muhtemelen etrafta birikmiş ahali ona “padişahım çok yaşa “ diye bağırıyorlardı. O gün acaba bu topluluk içinde büyük dedem Saraçbaşı Ahmet Efendi varmıydı? Acaba beyaz atların üzerindeki eğerler, başlıklar, gemler, çeki kayışları, yan kayışlar, yularlar ve dizginler büyük dedem Ahmet Efendi tarafından mı yapılmıştı? Sonra eşim Sitare’ye dönmüş, “ belki de babanın üç göbek öteden büyük amcası Şeyhülislam Ziyaeddin Efendi de bu topluluğun içinde vardı ! “ demiştim. Yıldız Sarayı civarındaki bu camiyi o gün, bu gün hep merak etmiş ve görmek istemiştim ve resmi gördükten tam yirmi üç sene sonra, son İstanbul seyahatimde bu arzumu gerçekleştirdim. Yıldız, Hamidiye camii hakkında bilgi vermeden ve gezi anılarımı anlatmadan önce, bir zamanlar II. Abdülhamitin emrinde çalışmış iki akrabımız Saraçbaşı Ahmet Efendi ve Şeyhülislam Ahmet Ziyaeedin Efendi’den bahsedelim.
SEYHULISLAM AHMET CEMALETTIN EFENDI
SEYHULISLAM AHMET ZIYAETTITTIN EFENDI
SEYHULISLAM ZIYAETTIN EFENDININ FETVASI
II. ABDÜLHAMİT’İN ŞEYHÜLİSLAMLARI CEMALETTTİN VE ZİYAEDDİN EFENDİLER
II. Abdülhamitin 19 yıl Şeyhülislamlığını yapan Cemalettin Efendi ileri görüşlü bir din adamıymış. 1918 yılında yayınlandığı Regilding the Crescent* (Hilal’in Yeniden Yaldızlanması) adlı kitabında Fredrick George Aflalo, Cemalettin Efendinin on dokuz yıl büyük bir dirayetle sürdürdüğü Şeyhülislamlık makamından Selanik Komitesi’nin tepeden gelme aksiyonlarını kabul etmediği için istifa ettiğinden bahseder. Çok ağır ve eski bir İngilizce ile yazılmış kitaptan tercüme edebildiğim kadarı şöyle diyor:
Aflalo’ya göre Cemalettin Efendi din adamları içinde nadir olan, hele İslam din adamları içinde çok daha nadir olan açık fikirlere sahiptir ve Avrupalıların politikasına son derece aşinadır. Abdülhamit ten başkası onun bu liberal fikirlerine sahip çıkmamış olduğundan Cemalettin Efendi Sultanın rejimine sempati duymakla suçlanmıştır. Tabi Türkiye’de başka yerlerde olduğu gibi birden fazla Liberal görüş vardır. Onun bu reaksiyon er unsurları ne kadar karşısına aldığını anlamak için, istifa etmeden önce poligaminin kaldırılması için Kuran’a dayanan bir çalışma içinde olduğunu söyleyen yazar bir keresinde kendisine kadınların azat edilmesi konusunda ne düşündüğünü sorar. Kendisine has kısa bir duraklamadan sonra Cemalettin Efendi, böyle bir konuya büyük sempati duyduğunu fakat bunun mevcut olan ön yargıyı karşınıza almamak için ani olarak değil yavaş yavaş yapılmasından yana olduğunu söyler. Yazara göre Şeyhülislamlığı sırasında Sadrazam olan Kamil Paşadan yirmi yaş genç olan Cemalettin Efendiye, aslında istifa etmeden önce geleceğin sadrazamı olarak bakılıyordu.
Ahmet Cemalettin Efendi görevinden 31 Mart 1909 ayaklanması olmadan bir ay kadar önce istifa etmiş ve 14 Şubat 1909 da yerine Mehmet Ziyaeddin Efendi gelmiştir. Ziyaeddin Efendinin tarihi önemi, onun II. Abdülhamiti tahtan indiren fetvayı imzalayan Şeyhülislam olması, bizim aile bakımından önemi de kayınpederim Tayfur Durupınar’ın üç göbek öteden büyük amcası olmasıdır. Aslen Ezineli olan Servet Efendi ve Ziyaeddin Efendi kardeşlerin ikisi de zamanında İstanbul’da kadılık yapmışlar sonrada Ziyaeddin Efendi kısa bir süre içinde olsa Şeyhülislamlığa kadar yükselmiştir. Tayfur Beyin babasından dinlediğine göre, Abdülhamiti tahttan indirenler, (ki bunlar Harekat Ordusu komutanları ve bazı Meclisi Mebusan üyeleridir), kendisinden Padişahın azli için bir fetva vermesini isterler. Bu fetvayı vermek istemeyen “Büyük Molla” lakaplı Ziyaeddin Efendi barsaklarının bozuk olduğunu söyler ve affını talep eder. Verilen yanıt kesin ve tehdit doludur: “Donuna bile edecek olsan buraya gelecek ve bu fetvayı vereceksin”.
II Abdülhamitin tahtan indirilmesi ile ilgili bilgi ve vesikaları bendeki kitaplardan ve internetten inceledim. Ziyaeddin Efendi 13 Şubat 1909 da görevinden alınmış ama 14 Şubat'da tekrar aynı güreve tayin edilmiş. Öğrendiğim kadarı ile bu fetvayı yazan, imzalayan ve tasdik eden üç ayrı din görevlisi var. Fetvayı hazırlayacak olan Fetva Emini böyle bir fetvayı kaleme almayı reddediyor. Bunun üzerine ileride büyük bir din alimi olarak şöhret yapacak Elmalı Hamdi Efendi gönüllü olarak fetvayı kaleme alıyor ve Meclisi Mebusan’a zorla getirilen Şeyhülislam Ziyaeddin Efendi fetvayı imzalıyor. İş geliyor Fetva Emini Hacı Nuri Efendinin tasdikine. Fetvanın günümüz Türkçesi ile müsveddesi şöyle:
“Müslümanların imamı olan kimse, bazı önemli şer’i konuları şeriat kitaplarından çıkarsa ve bu kitapları yasak etse, yaksa ve yırtsa devlet hazinesini israf edip şeriata aykırı şekilde harcasa, idare ettiği kimseleri şer’i sebep olmadan öldürse, hapsetse, sürse, başka türlü zulümleri de adet edindikten sonra doğru yola yemin etmişken sözünden dönerek Müslümanların yaşayışını tamamen bozacak şekilde fitne çıkarmakta direnip onları birbirlerine öldürtse, buna engel olacak durumdaki Müslümanlar, onun bu zora dayanan tutumunu ortadan kaldırınca, İslam memleketlerinin pek çok yerlerinden hal’ edilmiş tanıdıklarını ispatlayan haberler gelip yerinde kalmasına kesinlikle zarar ve ayrılışında iyilik düşünülürse, kendisine imamlık ve sultanlıktan vazgeçme teklif etmek veya hal’ etmek şekillerinden hangisi meseleyi çözen ve bağlayan işlerin sahibi olanlar tarafından daha iyi görülürse yapılması yerinde ve gerekli olur mu?”
Fetva Emini Hacı Nuri Efendi, son cümleleri bir daha okuduktan sonra, tahttan indirmelerin hayır getirmediğini söyler ve fetvada da “indirme” veya “çekilme”den birinin tercih edilebileceğini hatırlatır ve, “Ben ancak birinci şıkkı, yani imamet ve saltanattan feragat teklifine evet derim”der.
Bunun üzerine Talat Paşanın başını çektiği İhtilal komitesi üyeleri durumu konuşmak için dışarı çıkarken, İstanbul Mebusu Mustafa Asım Efendi Fetva Emini Hacı Nuri Efendi’yi bir köşeye çekerek kulağına bir şeyler fısıldıyor. Hacı Nuri Efendi salona geri döndüğünde , Şeyhülislamın;
“Birader fetva üzerinde başka bir mütalaanız var mı?” sorusuna hiç cevap vermiyor ve elleri titreyerek fetvayı imzalıyor. Böylece ihtilalciler Abdülhamitin 33 yıllık saltanatını sona erdirecek belgeyi elde etmiş oluyorlar.
Saraçbaşı Ahmet Efendi anneanemin babası, yani büyük dedem. Kendisi Abdülhamitin Saraçbaşı imiş. Çocuklugumun bir kısmını geçirdiğim Kocamustafapaşadaki köşkte onun radyonun üstündeki sakallı, Mithat Paşaya benzeyen resmini hep hatırlarım. Kendisi hakkında bir yazı yazmayı çok arzu etmiştim, ama onun hakkında bana bilgi verebilecek tek kişi; Bülent Saraçoğlu dayım vefat edince bu arzum gerçekleşmeden bitti. Bugün kendisinden bize kalan tek yadigar Kocamustafapaşa’da Sümbül Efendi caminin arka kapısına açılan Vidin caddesindeki, çocukluğumun bir bölümünün geçtiği Saraçbaşı köşküdür. 120 senelik bu konak bugün metruk bir şekilde birisinin kendisini almasını, yıkıp dış cephesi aynı kalmak şartı ile tekrardan yapmasını bekliyor. Saraçlık nedir, saraçbaşı ne iş yapar? Bakın unutulmuş sanatlar sitesinde saraçlık nasıl anlatılmış:
Araba koşumları, binek veya çeki at takımları, eyer, semer gibi bütün takımların deri ve meşinden olan kısımlarını yapma ve tâmir etme işi, sanatı. Meşin ve deriden çeşitli eşyâlar yapanlara saraç bu sanata ve işe saraçlık; bu şekildeki sanat sâhiplerinin (erbâbının) toplu hâlde bulundukları yerlere saraçhâne ismi verilmektedir.
Bildiğim kadariyle 93 harbi denilen 1876-77 Rus savaşı sonrası Rumelili birçok Türk ailesi gibi saraçlıkla uğraşan büyük dedemiz ailesini toplayıp Vidin’den İstanbulun Kocamustafapaşa semtine gelip yerleşmiş ve bir zaman sonra burada üç katlı bir konak yaptırmış. II. Abdülhamitin saltanatta kaldığı süre Ahmet Efendinin İstanbul’a göç ediş tarihinde başlıyor ve 1909 yılına kadar devam ediyor. Ahmet Efendi ne zaman Saraçbaşı oluyor, Yıldız sarayındaki Abdülhamit’in Ferhan ahırları civarında mı yoksa Saraçhane dediğimiz bölgede mi çalışıyor, bunu bile bilmiyoruz. Zaten Abdülhamitin devrilmesinden sonra 1909 yılında Saraçhanede büyük bir yangın çıkıyor ve burası yeniden yapılanıp ticarete açıldığında yalnız bir semt ismi olarak kalıyor. Yaşamı hakkında fazla bir bilgimizin olmadığı Ahmet dedemizden bugün bize yadigar kalan bir eski köşk, birde iki fotoğraf var. Birincisinde çocukları ile poz vermiş, ikincisi ise Sümbül Efendi caminin avlusunda cenazesi.
HAMİDİYE CAMİİNİ ZİYARET
II. Abdülhamit otuz dört yıl süren Osmanlı İmparatorluğunun saltanatında, Kanuni Sultan Süleyman dan sonra en uzun süre görev yapan ve belki de yaptıkları ile en fazla tartışılan ikinci Padişahtır. O kimilerine göre ” Kızıl Sultan”, kimine göre de Ulu Hakan Sultan Abdülhamit Handır. Devleti otokrat bir şekilde demir yumrukla Yıldız Sarayındaki inzivasından idare eder. Din konusunda son derece muhafazakardır, ama onu devirenler hazırlattıkları fetvaya Abdülhamit’in Şeriattın emrettiğinden ayrıldığını yazarlar. Sarayın Baş Mimarı ve Hamidiye camiinin tasarımcısı Sarkis Balyandır, ama ona bu caminin önünde bir suikast teşebbüsünde bulunan da gene bir Ermenidir. Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulmasına icazet vermemiştir, belki de bu nedenle onun tahtan indirilmesini tebliğ edenler içinde Yahudi asıllı bir Paşa vardır. Din konusunda çok muhafazakar olmasına karşı Batı sanatına ve müziğine ilgi duyar. Şale köşkünde başta Alman İmparatoru Wilhelm olmak üzere birçok devlet adamını ağırlar. Köşklerinde tiyatro, müzik gösterileri düzenler, ağaç kakmacılığı ve marangozlukta ihtisaslaşır, belki de gelmiş geçmiş devlet adamları içinde en büyük fotoğraf koleksiyonuna sahiptir. Fakir halkın vergilerini azalttığı için özelikle onlar tarafından sevilir ve tahtan indirildikten sonra çok arandığı söylenir. Hicaz demir yolu onun zamanında yapılmıştır.
Bizim burada yaptığımız Sultan Abdülhamitin doğrularını yada yanlışlarını tartışıp onu yargılamak yada yüceltmek değidir. Bunu tarihçiler yapsın. Bizim amacımız onun içinde yaşadığı Yıldız sarayı denilen, bir saraylar manzumesini gezmek, buradaki binalar, kasırlar, parklar ve camiler hakkında bilgi vermek ve gördüklerimizi anlatmaktır. Yıldız Hamidiye Camii de bu güzelikler içinde başta sayılabilir.
Şale köşkünden çıktıktan sonra ilk olarak Yıldız sarayının Koltuk Kapısındaki, o hep merak ettiğim Hamidiye camiini gezmek istedim. Haritada gördüğüm kadarı ile mesafe oldukça kısaydı ama yolu sorduğum Şale köşkü rehberleri kestirme yolun koruluk içinden geçtiğini buraya gidecek yolun ve bir kısım binaların da Yıldız Üniversitesi kampüsünde kaldığını söylediler. Mecburen Şale köşkünün güneyindeki kapısından dışarı çıkacak Palanga caddesinden yukarı doğru yürüyecek, sonrada aşağıya doğru dönerek Barbaros bulvarına paralel yoldan Yıldız Üniversitesi kampüsünü takiben denize doğru inecektim. Nitekim öylede yaptım, çevre yolları yanından kıyı kıyı, yolları birbirine bağlayan; aşağı inen, yukarı çıkan merdivenleri kullanarak yürümeye başladım. Çevre yollarının birbiri ile kesiştiği yüksek bir tepenin üstünde yeni restore edilmiş beyaz bir tarihi yapı göze çarpıyordu. Üniversite yıllarımda Etiler de otururken, Barbaros Bulvarından dolmuşla yukarı çıkarken bu hayalet gibi içi boş bir kilise ya da sinagog’u andıran binanın ne olduğunu çok merak ederdim. O gün fotoğrafını çektiğim bu binanın ne olduğunu sonradan çok araştırdım. Bütün bulduğumda eskiden buraya perili köşk dendiği ve şimdi de haritadan gördüğüm kadarı ile Yıldız Teknik Üniversitesinin kampüsü içinde KOSGEB olarak görev yaptığı idi. Başka hiç bir bilgi yoktu.
Yarım saatlik bir yürüyüş sonunda Serencebey’deki Yahya Kemal Parkının ağaçları arasında Hamidiye Camiinin o tek şerefeli ve başka bir benzeri olmayan minaresi gözüktü. Parkın içinden geçerek sağ tarafta caminin avlu girişine doğru yürüdüm. Girişin hemen yanında Dolmabahçe sarayının yanındakine benzer dört köşeli bir saat saat kulesi vardı. Üç katlı saat kulesinin gotik tipi kubbeli damının üzerinde bir yön gösterici görülüyordu. Hemen altındaki üçüncü katta bir pencerenin üzerinde elle kurulduğu söylenen yuvarlak bir saat , bir alttaki ikinci kattaki pencerenin üzerinde de üzeri eski Türkçe rakamlı, yuvarlak yüzlü bir barometre vardı. Osmanlı çeşmelerini andıran ilk katın dört cephesinde ise yeşil üzerine altın yaldızla yazılmış kitabeler ve bir duvarında da muhtemelen bu kitabelerin Türkçesi yazıyordu:
YILDIZ HAMİDYE CAMİİ Yaptıran II. Abdülhamit d.1842 ö.1918,s altanatı 1876-1919 İnşa tarihi 1884-1886 Mimarı : Sarkis Balyan Osmanlı Padişahları II. Abdülhamit, V. Mehmed Reşad ve VI. Mehmed Vahideddin zamanlarında cuma selamlığı ve bayram törenlerinde kullanılmıştır.
Demir parmaklıklı kapıdan caminin kesme taşlardan yapılmış avlusuna girdim. İlk dikkatimi çeken şey geleneksel Osmanlı camilerindeki gibi avlunun ortasında bir şadırvan olmaması idi. Avlunun solunda cami duvarına paralel birkaç basamakla çıkılan düzlükte, Eminönündeki Yeni Cami’ye benzer bir konumda, yan yana dizilmiş musluklar ve abdest almak için oturulacak tabureler vardı. Avlunun bir ucunda duvar dibinde gösterişsiz küçük bir çeşme görülüyordu. Artık musluğundan suyu akmayan bu çeşme ünlü Hamidiye suyunu bir zamanlar insanların bedavaya içtiği çeşmeydi.
Hamidiye camii bana gözümde canlandırdığımdan daha küçük ve yer yer soyulmaya başlamış pembe badanası ile yorgun görünüyordu.Yüzyıl önceki resimde Abdülhamitin faytonun durduğu yerde iki küçük kamyon, bir özel otomobil, avlu girişinde eskiden atlı muhafızların durduğu yerde de bir güvenlikçi arabası vardı, ama caminin avlusu bir kaç kişi haricinde bomboştu. Önce caminin arkasına doğru yürüdüm, demir parmaklıklı kapılar kapalı olduğundan parkın devamı gibi görülen ağaçlıklı arka bahçeye giremedim, geriye dönerek caminin camekanlı ön kapısına geldim. On kapının solunda ve sağında camiye bitişik iki ufak binanın kapı girişleri ve merdivenleri resimdekine göre biraz değişmiş olmakla beraber aynen yerli yerindeydi. Bu binalardan soldakinden çekme kattaki Hünkar Mahfiline, sağdakinden ise Şehzade ve Harem Mahfiline çıkılıyordu.Bir zamanlar Şeyhülislam Cemalettin Efendi Hünkar Mahfilinden inen bu merdivenlerin yukarısında Abdülhamiti lafa tutmuş ve bu tesadüf sayesinde kapıda duran Padişahın makam arabası önünde patlatılan saatli bombadan yara almadan kurtulmuştu, caminin giriş kapısı tahrip olmuş, birçok kişi ölmüş yada yaralanmıştı.
Camiye üzerinde Besmele-i Şerife kitabesi yazılı ve adeta Yedikule’deki Bizans’tan kalan Altın Kapıyı andıran taçlı kapıdan girdim. Ayakkabılarımı çıkarıp caminin içine doğru yürüyünce gördüğüm güzelikten gözlerim kamaştı; dış görünüşün eskiliğine karşın içerisi belli ki son zamanlarda elden geçirilmiş pırıl pırıl parlıyordu. Selatin* camilerinin sonuncusu olan bu caminin kubbesi diğer camilerdeki gibi köşelerde olan dört granit fil ayağı sütun üzerinde değil, kubbenin yalnız iki tarafına konulmuş üzeri kemerli, ince uzun dört sütunun üzerine oturtulmuştu. Çelik sütunların üzerleri sedir ağacından yapılma altıgen çerçeveler ile kapatılmış, üzerleri kubbeye kadar altın yaldız ve mavi üzerine beyaz çiçek motifleri ile süslenmiş, ikiz sütunlar köprü ayaklarına benzeyen altın renkli tonozlarla birbirlerine bağlanarak kubbeyi sırtlamışlardı. Lacivert renkli kubbe sanki gökyüzüne açılan bir pencereydi. Duvarlardaki Gotik tipi on altı pencereden ve kubbenin etrafında çember yapan yirmi yuvarlak pencereden içeriye gün ışığı giriyor, yerdeki kırmızı Hereke halısının üzerinde ışık oyunları yapıyor size dışarıdaki gündüzü yaşatıyordu. Kubbe ise bir akşam lacivertliğinin serinliğinde size yıldızları seyrettiğiniz hissini veriyordu. Kubbenin ortasındaki yeşil hüzmeli çemberden aşağıya Avrupa sarayındakileri andıran bir kristal avize sarkıyordu. Duvarlara hayranlıkla bakmaktan kendimi alamıyordum; sisli bir mavi üzerine daireler şeklinde altın yaldızlı kitabeler, kiliselerdekine benzeyen gotik pencereler, sütunların üzerinde yuvarlak yüzlü saatler saatler, doğu ve batı duvarlarındaki kafes şeklindeki Hünkar ve Şehzade mahfillerinin üzerindeki ağaç kakmacılığının inanılmaz güzelliği, mihrabın iki yanında camekanlı kitaplıklar. Bütün bunlar güzelikleri yanında II. Abdülhamitin çok yönlü kişiliği ve karakterinin de bir yansıması idi. Hünkar mahfilindeki ağaç kakma süslemelerin ve kafeslerin bir kısmını bizzat kendisi Yıldızdaki marangozhanesinde yapmış, kristal avizeyi Alman İmparatoru II. Wilhelm hediye etmiş, sütunların üzerlerindeki saatler Londra’dan getirtilmişti. Bütün bu güzelikleri bir müddet içime sindirdikten sonra dışarıya çıktım Büyük Mabeynin olduğu tepeye doğru yürümeye başladım.
Etrafımın şarap renkli feslerle kaplı bir gelincik tarlası olduğunu düşündüm .Polisler, jandarmalar ve piyadeler en öndeki çemberde saf tutmuşlar, bir arkadaki çemberde Ertuğrul ve Mızraklı atlı süvarileri nizam duruşunda bekliyor, halkın ve yabancıların yola çıkmasını engelliyorlardı. Bando ve mızıka taburları selam marşları çalıyor, Büyük Mabeynin olduğu tepeden doğru dörder atın çektiği bir fayton kuyruğu, iki taraflarındaki beyaz atlı süvarilerin eşliğinde yokuştan aşağıya doğru iniyorlardı. Süvarilerin başlarında siyah püskülü kırmızı fesler, üzerlerinde mavi üniformalar, omuzlarında altın püsküllü apoletler,sol omuzlarından bellerine kadar inen beyaz şeritler, ayaklarında siyah çizmeler vardı. En önde giden faytonun körüğünün içinden beyaz bir eldivenin dışarı sarktığını ve etraftaki ahaliyi selamladığını görüyordum. “Padişahım çok yaşa” sesleri kulaklarımı çınlatıyordu. Tam bu sırada köşe başında beyaz sakallı, üzerinde uzun meşin bir önlük olan yaşlıca bir adam gördüm. Bana gülümseyerek bakan bu adamı sanki tanıyordum. Yanıma yaklaştı, kulağının üzerine sıkıştırdığı sabit kalemi aldı, önlüğünün cebinden saman rengi bir kağıt çıkardı, kalemin ucunu diliyle ıslatarak bana doğru uzattı. "Mehmet Cem oğlum, biraz da bizim zamanı, büyük dedenin zamanını yaz!" dedi, sonra Yıldız sarayına doğru yürüdü ve kayboldu. Bende daldığım bu hayal aleminden uyandım tekrar Barbaros Bulvarı istikametine doğru yürüdüm, daha göreceğim Ihlamur kasırları, Dikilitaş ve menzil taşları vardı.
Cem Özmeral 4 Ocak 2013 Dublin, Ohio
Tayfur Durupınar'ın aile arşivinden merhum yazar Orhan Bayrak'ın İlhan Durupınar'a yolladıgı mektup'tan alıntı vesikalar.
Tayfur Durupınar'ın aile arşivinden merhum yazar Orhan Bayrak'ın İlhan Durupınar'a yolladıgı mektup'tan alıntı vesikalar.
*Selatin sultan kelimesinin çoğulu olup Osmanlı sultanları, valide sultanlar ve şehzadeler tarafından yaptırılan camilerdir. Yıldız camii son Selatin camii olarak kabul edilir.
Kaynakça: http://www.denizce.com/yildizcami.asp http://www.besiktasmuftulugu.gov.tr/?&Bid=244617 Turquoıse, Issue No.2 1989, Yıldız article by Phillip Mansel Yıldız Sarayı, Şale Kasr-ı Hümayunu TBMM Milli Saraylar Bşk.Yayını, Istanbul 1993