Beşiktaş semtinde Yahya Efendi Dergahı, Yıldız Parkı, Hamidiye Camii güzergahlı gezi’nin son ayağını Ihlamur Kasırları ve Dikilitaş olarak planlamıştım. Gezi nin bu bölümüne tek başıma devam edecektim. Hamidiye Camii’nden Barbaros Bulvarının karşı tarafına geçtim, önce bir bakkal dükkanına sonra bir çiçekçiye kasırları sorarak Yıldız - Ihlamur yolundan aşağıya dogru inmeye başladım. Hani Ihlamur Kasırlarını anladık da, Dikilitaş nereden çıktı derseniz ; Fatih’in İstanbul’u almasıyla Haliç sırtlarında, bugün Ok Meydanı dediğimiz semt de başlayan okçuluk ve talim sporu on dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde artık padişahların da çok sevdiği bir meşgale haline gelmiş ve giderek İstanbulun bağlık bahçelik alanları olan Topağacı, Ihlamur semtlerine kadar uzanmış. Nerede okuduğumu unuttuğum bir rivayet göre Ihlamur semti nin en yüksek tepesi olan Dikilitaş semt’inden öyle bir ok atılmış ki, bu ok Nişantaşı’na kadar ulaşmış. Doğruluğuna pek ihtimal vermemiştim, ama Dikilitaş semtin’e adını veren menzil taşını görmeyi çok arzu ediyordum.
İki tarafı çam ağaçları ile kaplı yılan gibi kıvrıla kıvrıla giden yoldan aşağıya doğru iniyorum. Eski Aziziye karakolu nu geçince sağ tarafımda birden aşağıya doğru derin bir vadi beliriyor, vadinin içi apartmanlar, tepeleri de gökdelenlerle dolu. Herhalde burası eskiden Fulya deresinin aktığı vadi olmalı diye düşünüyorum, semt de Topağacı olmalı. Yolun “u” yaptığı yerde genişçe bir düzlük ve burada boylu boyuna uzanan bir park var. Parkın içinde çakıl taşları üzerinde birkaç bank, bank da oturan genç bir çift, yüzleri karşıdaki vadiye bakıyor. Oğlanın uzun saçları arkada at kuyruğu yapılmış, elinde gitar bir şeyler çalıyor, kızın üstünde blucin ceket, kolu oğlanın omuzunda.
Park’taki manolya ve çam ağaçları arasında yabani otların etrafı alçak demir parmaklıklarla çevrilmiş iki çiçek tarhı, tarhların içinde ikişer metre boyunda geniş yüzlerinde kitabeler olan nişan ya da menzil taşları. Taşların üst kısmında Sultan II. Mahmut’un tuğrası var. Taşların yağmurdan sararmış mermer gövdelerinin üzerinde kısmen silinmiş grafitiler görülüyor. Sultan II. Mahmut’un nişantaşları hakkında sonradan yaptığım araştımalarda bazı bilgilere ulaşacaktım ama taşların üzerindeki eski yazıyı okuyamadığımdan neyin ne olduğunu bir türlü anlayamayacaktım.* Zaten kimi kaynaklara göre de şimdi park olan bu yer Sultan III. Selimin kurduğu bir atış menzili idi. ama bu nişantaşları üzerinde II. Mahmut’un tuğrası vardı! Gördüğüm eski bir kitap kapağında ise bir anne küçük çocuğunu elinden tutmuş mesire yerini andıran çam ağaçlarının altında nişantaşının önünden yürüyorlardı. Bende kıvrılmayan devam eden yoldan aşağıya, caddelerin kesiştiği ve trafiğin yoğunlaştığı bölgeye doğru yürümeye devam ettim.
Sultan II. Mahmud (1808–1839), saltanatı döneminde okçuluk son parlak dönemini yaşamıştır. Sultan, 1817’de kabza almaya karar verir; altı aylık bir öğrenimden sonra aynı yerde 1818’de törenle kabza alır ve art arda önemli rekorlar kırar. 1829 yılında, yıldız poyrazıyla atılan Cerrah Menzili’nde 11,5 gez (7,59 m) aşırı atıp taş diker; 1832’de 15 gez (9,9 m) ve 1835’te 12,5 gez (8,25 m) aşırı atarak taşını ileri sürer. Uzun, dört köşe sütunun kitabesinde yalnızca ilk iki atışın tarihi verilir. Anıtın en üst kısmındaki dikleme üç kuşkanatlı, ucu tokmaklı tuğ parçası (tepelik), bilinmeyen bir tarihte yok olmuştur Sultan II. Mahmud, yeni bir menzil açmak ister, fıskiyeli havuz biçiminde bir ayak taşı diktirir (bu taş bir süre önce tahrip edilmiş ve parçaları sağa sola atılmıştır); gündoğrusu havasıyla 1215,5 gezlik (801,9 m) bir atış yaparak resimde görülen taşı diktirir. Padişah bir meydan günü kendi menzilinde 10 gez (6,6 m) aşırı atış yapar ve taşını ileri sürer. Dört köşe gövdeli taşın tepesi barok usulü meşale ve ok kuburlarıyla süslüdür, mermer işçiliği olağanüstü güzeldir. Hemen altında nefis bir tuğra bulunur.
Nüzhetiye caddesinin kavşağında Ihlamur kasırlarının içinde bulunduğu park ve koruluğun etrafı yüksek duvarlarla çevrili. Nizamiye’deki giriş binasından içeriye beş lira ücret vererek giriyorsunuz. Girer girmez de kendinizi şehrin kalabalığından arıtıp, yeşillikler içinde botanik bir bahçede buluyorsunuz. Büyük yuvarlak bir havuzun etrafında İstanbulun her yerinde görmeye alışık olmadığınız değişik türden ağaçlar, çimler ve bitkiler var. Havuzun kenarından parke taşlı bir yol sağda bugün kafeterya olarak kullanılan eski Maiyet Köşküne doğru gidiyor. Yolun kenarlarında beyaz boyalı sokak lambalarının çevrelediği çiçek tarhlarındaki “ophiopogon” ya da Osmanlı çimleri , gök mavisi renkli ortancalar ve rengarenk “multi flora” sarmaşık gülleri içinden Maiyet Köşküne doğru yürüdüm. Bahçedeki beyaz şemsiyelerin altındaki masalarda çocuklu aileler, genç çiftler oturmuş çay içiyor sohbet ediyorlardı. Eskiden Sultan Abdülmecit’in emrinde çalışanlara ayrılan, bir dönem de harem için kullanılan bu bina Merasim Köşküne göre biraz daha sade ve daha küçüktü. Arka taraftaki Merasim Köşkü ise mermerden Barok tipi yapısı, üzerindeki inanılmaz güzelikteki taş oymacığı ve süslemeleriyle adeta beyaz bir düğün pastasını andırıyordu. Zaten müze olarak kullanılan bu Kasrın bahçesi aynı zamanda düğünler içinde kiralanabiliyormuş.
İlk önceleri bu parkın bulunduğu yer Tersane emirlerinden Hacı Hüseyin Ağa’ya ait bağlık bahçelik bir araziymiş. Bugün Nişantaşı ile Yıldız semtleri arasında kalan bu vadideki bağlar ve mesire yeri Sultan III. Ahmet zamanında Padişah’a ait bir has bahçeye dönüştürülüyor. Ama burayı asıl ihya eden ve kasırları yaptıran on dokuzuncu yüzyıl ortalarında tahta çıkan Sultan Abdülmecit oluyor. Sultan Abdülmecit bu has bahçede, eskiden beri çok sevdiği bağ evinin yerine Nicoğos Balyan Ağa’ya Ihlamur Kasırlarını yaptırıyor. Burada vakit geçirmeyi seven ve dinlenen Sultan, özel misafirlerini Merasim Köşkünde ağırlarmış. Bu misafirler içinde önemli yabancı devlet adamları olduğu gibi devrin ünlü romantik Fransız şairi ve İstanbul hayranı Lamartine de varmış. Lamartine Sultan’ı ziyaret için Taksim’den çıkar bugünkü Nişantaşından geçerek tepelerin üzerinden kestirmeden Ihlamur vadisine inermiş. Tabii o zamanlar etrafta ne bir ev, ne bir araba, ne bir medeniyet; sadece yemyeşil ovalar, bağlar, ağaçlar, kuş sesleri ve vadiden akan suyun çakıl taşları üzerinde çıkardığı ses duyulurmuş. Daha sonra tahta geçen Sultan Abdülaziz de burayı kullanmaya devam ediyor. Bilindiği gibi Sultan Abdülaziz güreşlere ve her türlü yarışma ve müsabakaya çok meraklıymış. Burada bazen koç güreşleri bazen de horoz güreşleri tertip edermiş ama kendisi de iyi bir güreşçi olan Sultan çoğu zaman burada yaptırdığı güreş müsabakalarında kendisi de güreş tutarmış.
Kafeteryanın önündeki parke taşlı yoldan Merasim köşküne doğru yürüdüm. Yanımda . çimlerin üzerinde havuzdan çıkmış yeşil başlı ördekler badi, badi yürüyorlar, genç bir çift küçücük oğulları ile ördeklere simit parçaları atıyorlardı. Günlerden Pazar olduğu için mi yoksa zaman parkın kapanış saatine çok yakın olduğu için mi bilemiyorum, Merasim Kasrının kapısı kapalıydı . Etrafta da bunu bana izah edecek ne bir görevli ne de bir levha vardı. Daha önce okuduğum kadarı ile zamanın Avrupa modasına göre döşenmiş mobilyalar, kristal avizeler ve Yıldız Seramik atölyesinde yapılmış güzel vazolar ile süslenmiş binanın içini gezmem mümkün olmadı. Mecburen binanın dış görünüşünün bir kaç resmini çektim ve merdivenlerden aşağıya inerek hala Hacı Hüseyin Korusu denilen vadi içine doğru uzayan koruluğa doğru yürüdüm. İşte burası belki de eskiye en yakın olan yerdi. Ağaçlar ve sarmaşıklarla kaplı kuş sesleri içinde bir koru . Hünkarın misafirlerini kabul ettiğini tahmin ettiğim yerdeki kesme taşları yosunlaşmış ve sarı yapraklarla dolu bir mahfil, arkadaki yüksek duvarın dibinde mermer oymalı ve süslü bir sebil. Vaktim olsa belki de ileriye, korunun içlerine doğru toprak patikadan yürüyecektim. Ama programda hava kararmadan gitmek istediğim Dikilitaş vardı. Gerisin geriye döndüm. Koca çınar ağaçlarının dibine konulmuş tarihi sütunların kırık taş parçacıkları arasından çıkış kapısına doğru yürüdüm.
IHLAMUR MAIYET KASRI
IHLAMUR PARKI
MERASIM KOSKU MERDIVEN ALTI
BEŞİKTAŞ TEPELERİNDE BİR DİKİLİTAŞ
Okçular ve bir efsane
II.MAHMUT DIKILITASI
DIKILITASA TIRMANIS
NISANTASINDA ABDULMECID TASI
Ihlamur Kasırları Parkından çıktım, yoğun trafik de Hakkı Yeten Caddesinden geçerek Emirhan Caddesine girdim ve dik yokuş dan yukarıya doğru tırmanmaya başladım. Öyle bir yokuş ki, belki kırk beş derecelik bir meyille sanki dağa tırmanıyorum. Önümde yaşlı karı koca bir çift, ellerinde poşetler yavaş yavaş dinlenerek yukarıya yürüyorlar. Burada ki apartmanlarda yaşamak ne kadar güç olmalı, hele karda kış da diye düşünüyorum. Sonra belki de diyorum, burada yaşayanlar her gün aşağıya market’e bir kere gitseler, yarım saatlik bir idman gibi, işte sana obezite ile mücadele! Yirmi dakikadır yürüyorum, nefes nefese kaldım. Sonunda yolu sorduğum iki genç sağ taraftaki sokağa sapmamı ve Dikilitaş’ın yolun en tepesinde olduğunu söylüyorlar.
Dikilitaş denilen taş aslında bir nişantaşı belki de bir menzil taşı. Osmanlılar zamanında okçular iki değişik talim yaparlarmış. Bunlardan birincisi olan hedef atışların da amaç düşmanı ya da av hayvanlarını vurmak. Burada genellikle içi talaş ya da pamuk çekirdeği doldurulmuş samandan hedeflere atış yapılıyor. Menzil atışlarındaki amaç ise oku en uzak mesafeye atmak. Menzil atışlarında okçuların oku atacağı meydanlar gerekiyor ki bunların ilki on altıncı yüzyıl başında Sultan II. Beyazıt zamanında İskender Paşa tarafından Okmeydanında yaptırılıyor. Ok meydanında o zaman yapılan dergah, içinde menzili, hünkar köşkü, seyirci yerleri, namazgah, şeyh odası, mutfaklar, okçuların binası olan bir okçuluk kulübü ya da okulu. Burada okçular’a Orta Asya’dan gelme eski geleneklere uyarak yetiştiriliyor ve talim yapıyorlar.
Okçuların en büyük hedefleri belki de o zamanın Olimpiyatları sayılabilecek rekor kırma müsabakalarına katılabilmek için Okçu Şeyhlerinden icazet alabilmek. Oku en uzun mesafe’ye atıp rekor kıran okun düştüğü yeri işaretlemek için bir çakıl taşı konuluyor sonra da altı ay içinde buraya okçu için üzeri kitabeli bir nişan taşı dikiliyor. Çoğu zaman devrin ünlü şairlerinin yazdığı kitabeler silindir şeklindeki mermer sütunların ya da tabla şeklindeki dört köşe levhaların üzerine altın yaldızla, gene ünlü hattatlar tarafından yazılıyor. Bu kitabelerde kemankeş ile ilgili bilgiler, rekorun kırıldığı tarih, atışın mesafesi ve bu atışın bir önceki atış rekorunu ne kadar mesafe ile geçtiği ve atışın yapıldığı sıradaki rüzgarın yönü ve atışın istikameti yazılıyor. Örneğin Sultan II. Mahmut’un bir kitabesinde şöyle yazar:
Gündoğrusu havasıyla 1215,5 gezlik (801,9 m) bir atış yaparak resimde görülen taşı diktirir. Padişah bir meydan günü kendi menzilinde 10 gez (6,6 m) aşırı atış yapar ve taşını ileri sürer.*
Osmanlıların son devirlerinde sayıları, ellisi menzil taşı olmak üzere üç yüzün üstünde olan taşlardan günümüze ancak yirmi beş taş kalmış. Bunlar içinde Sultan II. Mahmut’un, III. Selim’in, Sultan Abdülmecit’in nişan taşları olduğu gibi, Bilal Ağa,Hacı Beşir Ağa, Şeyh Hamdullah ,Tozkoparan İskender gibi ünlü kemankeşlerinde taşları da var. Bu taşlar hala İstanbul da; ya camilerin avlularında, ya da sokak köşelerinde, hatta apartman bahçelerinde dikili duruyorlar. Kemankeş, eski okçulara verilen ad. Kemankeş olabilmek için kabza almak gerekiyor. Kabza almak da bir nevi okçuluk diploması, nasıl Harp Okulunda kılıç töreni, Bahriye Mektebinde meç tevzi varsa, okçularda da eğitim başarı ile tamamlanınca kabza veriliyor. Kabza yayın elle tutulan ve genellikle ağaçtan yapılan yeri. Ünlü kemankeş Tozkoparan İskender Ağa bir gün yayın kabzasını o kadar kuvvetle tutuyor ki yayı bıraktığında yayın kabzasındaki ağacının kabuğu ve üzerindeki tozlar elinde kalıyor. Sayısız menzil rekorlarının sahibi olan kemankeşe de o günden sonra Tozkoparan lakabı veriliyor. Tozkoparan semtinde adının buradaki menzil taşından ileri geldiği malum.
İşte bu bilgileri düşünerek ve kemankeşleri hayal ederek sonunda Dikilitaş’ın olduğu tepeye vardım. Yolun sola döndüğü ve az bir meyille yukarıya doğru çıkmaya devam ettiği köşe başında iki apartmanın önünde bir set üstünde yükselen ve bir beyaz mum şamdanını andıran nişantaşını görüyorum. Silindir şeklindeki nişantaşının üzerinde yeşil üzerine altın yaldızla yazılmış kitabesi var. Taşın üst bölümünde de Sultan II.Mahmut’un artık aşina olduğum tuğrası. Buraya Beşiktaş Belediyesi parke taşlarından yarım daire şeklinde küçük bir meydancık yapmış ve etrafını insan boyunda kauçuk ağaççıkları dikmiş. Benim yaşlarımda yorgun yüzlü bir kadın banklardan birinin üzerine oturmuş, ellerindeki iki poşeti yanında, oturmuş soluklanıyor. Sanki “benim mahallemde ne işin var? ” der gibi bana ters ters bakıp, “benim resmimi çekiyorsun ?” diyor. Hayır diyorum dikilitaş’ın fotoğrafını çekiyorum. O sırada yanımızdan geçen gençten biri, “abi bu taşın neden dikildiğini biliyorumsun diye soruyor ve ben cevap vermeden ekliyor: “Buradan Padişah bir ok atmış, ok gitmiş gitmiş Nişantaşı‘ndaki taşın oraya düşmüş”. “Bende benzer şeyler duydum” diye geçiştiriyorum ve taşın fotoğrafını çekmeye devam ediyorum.
Dikilitaş’ın olduğu tepeden karşıdaki yüksek apartmanlardan ufukta’ki Teşvikiye, Nişantaşı semtleri görünmüyor bile. Görünse bile, biliyorum ki düz bir hatla mesafe 1,5 mil yani yaklaşık 2,5 km ve okun bu kadar uzun bir mesafeye atılması imkansız. Tozkoparan İskender Ağa’nın kırılamayan en uzun atış rekoru 846 metre olduğunu düşünürsek bu Dikilitaş’dan Nişantaşına atılan okun hikayesinin de biraz efsane olduğu anlaşılıyor.*
Her çıkışın bir inişi olurdu ve ben de Dikilitaş’tan Beşiktaş’a inişin kolay olacağını düşünüyordum, ama yanılmışım. Yukarı tırmanırken yoruluyordunuz ama inerken dik yokuşlarda, merdivenlerde düşmemek için dikkatli davranmak zorundaydınız. Apartmanların bahçeleri arasındaki ara yollardan indim, dünyanın belki de en dik amfi tiyatrosu nun yanından geçtim. Metruk tiyatronun üst bölümünde ağaçlar altında beş altı berduş oturmuş şarap içiyorlardı. Şarap içenlerden biri tiyatronun yirmi otuz sene önce yapıldığını hatta burada konserler verildiğini söyledi. Ama neden devam etmediği belliydi buraya mahalle halkı dışında kimse konser için tırmanmazdı. İnmeye devam ettim ve sonunda yarım saat sonra Beşiktaşın o çok sevdiğim Çarşısına geldim. Karnım acıkmış ve yorulmuştum, karşıma ilk çıkan bir köfteciye girdim.