MİLİON TAŞI VE İSTANBUL'UN TAŞI TOPRAĞI
"İstanbul'un taşı toprağı altındır " diye eskiden çokça kullanılan bir deyim vardır. Fırsat eşitliğini simgeleyen ve bizim buralarda, "The American Dream" tabiri gibi çalışana sınır tanımayan bir anlayışdan yola çıkan bu deyimin günümüzde ne kadar geçerli olduğu oldukça tartışma konusu. Ihtiyar şehrin nüfusu geçen yüzyılın başına oranla on dört kat artmış. Çarpık şehirleşme ile fakirlik kolkola gelmiş. Anayacağınız, ne taşında ne toprağında altın kalmış büyülü şehrin.
Altın kalmamış ama, Istanbulun taşı toprağı yerli yerinde duruyor. Zaten, İstanbul denince ilk akla gelende "taş" lı isimler ve semtler. Örnekmi istersiniz ? : Beşiktaş, Kabataş,Çemberlitaş, Dikilitaş, Nişantası, Atlamataşı, Taşkizak ; bunlardan akla gelen birkaçı . Çoğu Bizanstan ve Romadan kalan bu taşlar zamanla etraflarıdaki semtlere isim babalığı yapmışlar. Bunların yanında birde, bizatihi taş olup, fakat semte isim vermeyenlerde var. Milon yada Million Taşı, Goth Sütunu, Kıztaşı, Konstantin sütunu yada Clossus bunlar arasında sayılabilir.
Birde bu taşları binlerce yıldır birbirine bağlayan yollar var. Bunların isimleri hep değişmiş ama , istikametleri hep aynı kalmış. Örneğin Pera'daki cadde Osmanlı zamanında " Cadde'i Kebir" yani Büyük Cadde diye anılırken , sonradan Beyoğlu ve Istiklal caddesi diye anılır olmus. Calcedonda' ki (Kadiköy) , büyük yol , her zaman Bağdat Yolu yada Caddesi diye anılmışs. Ama bunlar içersinde belkide en eskisi, At Meydanını Beyazıt meydanina bağlayan yol. Doğu Roma İmparatoru Konstantin zamanındaki ismi Mese imiş ve orta yol anlamına gelirmiş.* Bugün bile mavi tramvayların geçtigi, Osmanlı devrinde Divan yolu diye anılan yol işte bu yoldur. Yolun basladığı yerde, dört taraflı (tetrastoon) bir meydan, yada Agoro bulunurmuş. Bu Agoranın girişindeki milon sütunu, bir nevi nirengi noktası olup, imparatorluğun sınırlarının ölçülmesinde sıfır noktası olarak kabul edilirmiş. İstanbulu son ziyaretimizde, çocuklar ile Beyazıttan Atmeydanına doğru iniyorduk. Yol kenarında etrafi çember bir parmaklıla çevrilmiş, iki metre kadar boyunda bir sutun dikkatimizi çekti. Üzerindeki yazıyı okuyunca bunun million taşı olduğunu gördük. Sütunun alt kısmına , "Erdem buradaydi " diye , birisi komürle grafiti karalamıştı. Gönül isterdiki, bu iki bin senelik taş, eskiden durduğu asıl meydana getirilip koruma altına alınsın ve gene Anadolu medeniyetlerinin kilometre taşı olarak anılsın.
Tabii , eskiden Hipodrome, şimdilerde At Meydanı denen bu bölgedeki taşlar Milon taşı ile bitmiyor. Sultan Ahmet Camiinin hemen yanında Ibrahim Paşa Konağı ile Alman Ceşmesi arasındaki güzel parkta, İstanbul'un en meşhur üç Dikilitaşı bulunuyor. Bunlardan en eskisi, belkide Dikilitaş isminin kendisi, meşhur Mısır Obeliski. Bu taş millattan önce 1549 yılıda Firavun III. Thuthmose tarfından Mısırda dikilmiş. Bundan tam bindokuz yüz sene sonra , yani M.S. dördüncü yuzyilda Bizans imparatoru Theodosius tarafından o zamanki Konstantinopole şehrine getirilmek üzere gemiyle yola çıkarılmış. Ne varki 800 tonluk taş ağır gelmiş olacak ki, gemi fırtınada karaya vurmuş ve altmış metrelik sütun birkaç yerinden kırılmış. Bugün Atmeydanında yükselen taş, bunun üst kısmı ve sadece üçte biri . 4.5 metrelik kaide kısmını saymazsak, yaklaşık 22 metre boyunda.
Üç dört yaşında bir çocukken annem ve anneannem ile bu taşın yanından geçtiğimizi ve ben büyüklerime, bu taşın altında ki küçük çocuk gibi görülen heykelciklerin ne olduğunu sormuştum. Onlarda bana, "bunlar annesine babasına el kaldırdıkları için taş olmuş çocuklar " demişlerdi. Daha sonraları genç bir Beşiktas taraftarı olarak gittiğim Dolmabahçe stadında Besiktaş taraftarları; "Aksarayda Dikilitaş, Aslan Beşiktaş " diye takımlarını desteklediklerini hatırlıyorum. Yetmişli yılların başlarıda ilk defa geldiğim Washington D.C. de , Washington Monument'i gördüğümde, ilk aklımdan geçen, bu obeliskin mimarının muhakkak bizim dikilitaş'tan etkilenip, onun çok daha büyüğünü Amerikanın ilk Başkanı'na ithaf olarak yarattığı idi. İşte Atmeydanına son gidişimde bu duygular aklımda, Dikilitaşa bir daha dikkatli baktım, kaide kısmında imparator Theodosius'un heykelciklerini bir daha dikkatli inceledim. Kaidenin bir yanında imparator ailesi ile at yarışlarını seyrediyor, diğer tarafta iki oglu Honorius ve Arcadius ile birlikte görülüyordu. Kabartma heykelcikler belli ki yüzyılların etkisi ile yer yer aşınmışlar ve adeta ölümsüz bir ihtiyarlama sürecinde yaşayıp gidiyorlardı.
Bu meydandaki ikinci anıt bizim Burmalı Sütun veya Yılanlı Sütun dediğimiz "Serpentine's Column "dur. Aslında som Bronz olan bu sütun 2500 yıllık yaşamında görüp geçirdiği hava şartlarının ve yağmurların etkisiyle olacak , yosuna çalan yeşil bir renk almış bugün. Bu anıt, M.Ö. beşinci yüzyılda Delfide'ki Apollo Tapınağında Yunanlıların Perslere karşı olan zaferlerinin anısına dikilmiş ve savaşçı 31 yunan şehrini ölümsüzleştirirmiş. Bugün yalnız kaidesi kalan üç yılan, boğum boğum birbirlerine bir sarmaşık gibi sarılıp , göğe doğru yükselir ve kafalarının üzerinde büyük bir çanak tasırlarmış o zamanlar. Bu çanağın içinde hic sönmeyen bir ateş yanarmış. Anıt Konstantin tarafindan Delfi'den getirilip bugünkü yerine yakın bir yere dikiliyor. Burada yirmi asır gövdesinin üzerinde duran üç yılan başı, söylentiye göre 1700 lerde sarhoş bir Polonya'lı tarafindan vücutlarından kesiliyor ve kayıplara karışıyor.** Bu olaydan tam 150 sene sonra başlardan biri ortaya çıkıyor. Bugün bu tek kalan yılan kafası bütun ihtişamı ile vücudundan ayrı olarak, ama ona çok yakın bir yerde, İstanbul Arkeoloji müzesinde, ziyaretçileri kendisine hayran bırakmaya devam ediyor.
At meydanındaki dikilitaşlarn üçüncüsü ve en yükseği , Ibrahim Paşa Konağı tarafindaki Clossus yada Konstantin sütunudur. 32 metre yüksekliğindeki bu taş sütun bugun yüzyılların etkisi ile gövdesi yer yer aşınmış ve kararmış fakat genede dimdik ," ben dikilitaşlarin en yükseğiyim " dercesine , Sultan Ahmet Camiinin minarelerine doğru bakmaktadır.
İstanbula son yolculuğumda, 2004 yılının yağmurlu bir Haziran günü belkide çocukluğumdan gelen bir hasreti gidermek için Atmeydanı ve civarindaki tarihi anıtları bir kere daha gezdim.Yanımda eşim, küçük kızım ve Columbus'dan çok yakın dostlarımız Alasyalar ve iki genç delikanlı oğulları vardı. Buraları az çok bilen biri olarak eski tabirle "mihmandarlık "görevi bana düştü. Yağmura aldırmadan sırılsıklam olma pahasına gezi planımızı uyguladık. Nereleri gezmedik ki; Kapalı Carşı, Sultan Ahmet, Aya Sofya, Yerebatan Sarayı, Binbirdirek, İkinci Mahmut Türbesi, Dikilitaşlar, Çemberlitas bunlardan aklımda kalan birkaçı .Bu üç dört saatlik gezi zannederim hepimizin hafizalarında güzel bir anı olarak kalacak. İstanbul; insanının yardım severliği, müteşebisliği ve girişkenliğini görmek isterseniz, Atmeydanı ve Milon Taşının bulunduğu eski Mese yoluna bir uğrayın. Yağmur başladığı anda hızır gibi etrafinızda oluşan, şemsiye satıcıları göreceksiniz. Sultan Ahmet Camiinden çıkınca etrafinızı kaval satan insanlar saracak, belkide ulvi duygularla çıktığınız bu mavi mabetten birazda insanlara yardım hissiyle bu güzel musiki aletinden bir tane alacaksınız.
Ya sokakta , hemde İngilizce olarak konuşurken , lafınızı balla kesip söze giren ve size yardıma çalışan İstanbullulara ne demeli? Eski Divan yolundan Beyazıta dogru çıkarken yolun solundaki Osmanlıdan kalma bir bina, bizim genç Ilker'in dikkatini çekmiş olmalı ki, bana bu binanın ne olduğunu sordu. Ben grubun rehberi olarak, tanımadığım binanin üzerinde bir yazi filan ararken, yanımızdan geçen orta yaşlıi bir vatandaş bana dönerek : "Mr. , This is lib-re-ri , lib-re-ri " dedi ve yürüdü. Herkes bana şaşkın şaşkın, bu adam ne diyor gibisinden baktı. Burası bir kütüphane idi ve turistsever vatandaş, "library" diyordu. Büyük bir olasılıkla, lisani okuldan değil kitaptan öğrendigi içinde yanlış telaffuz ediyordu. Bu bana , Türk insanının lisana ve öğrenmeye ne kadar yatkın olduğunu bir kez daha gösterdi. Birde Amerikada işlettiğim restorantda, üç sene de on kelime İngilizce öğrenemeyen Meksikali işçiler aklıma geldi. Bizim insanımız belki okurken ve yazarken yalnış yapıyordu, ama hep deniyor, hep öğreniyordu.
Gene boyle bir konusma aninda ben, Kapali CarsininBeyazit Kapisindan ciktigimi unutup, Alasyalara :"Burasi Nuri Osmaniye Camii " diye yalnis bilgi verirken, yanimdan gecen bir vatandas, " Abi , burasi Beyazid Camii " diye benim rehberlik itibarimi bes paralik etmezmi?
Şimdi, bana eşim dostum diyorki: "Ya kardeşim sende Türkiye'ye her gidişinde, herşeyi kusursuz buluyorsun. Hiçmi eksik yönümüz yok? Var tabii. Bunlardan bence en önemlisi; tuvalet sorunumuz . Paralı olması zaten turist için şaşırtıcı. 500 bini verip giriyor adam, birde bakıyor yerde bir çukur, yanında bir maşrapa. Bilmece'yi yarı cözüp, kağıt istiyor yabanci turist. Adam'a bir tane kağıt peçete veriyor Helacıbaşı. Bir tane daha istiyorsun, "olmaz hemşerim". Yalan değil, benzeri mizansen Divan yolunda bir küçük camide bizimkilerin başına geldi. O günden sonra, Bodrum ve Ege kıyıları dahil heryerde bizimkiler tuvalet ihtiyaci gelince Mc Donald's ve Burger King arar oldu. Komşumuz, Kos adasında sorunu çözmüş. Umumi tuvalet diye bir şey yok. İstediğin restauranta giriyorsun, yemek yemesende , tertemiz ve bol tuvalet kağıtlı imkanlardan faydalanıyorsun. Kurunun yaninda yaş'da yanmasın, Varan Otobüslerinin ve tesislerinin, ve Atatürk Hava Limanındaki tuvaletlerin hijyeni dört dörtlüktu. Bunlari işletenleri tebrik ederiz.
Bu yağmurlu Haziran günü At meydanında başlayan , tarihi Mese yolunda devam eden gezimiz, o gün akşam üzeri karşı yaka Perada'ki tarihi Cadde-i Kebirde sona erdi. Yağmurunda durması ile Kapalı Çarşıdan, yokuş aşağı Eminönüne, oradanda Galata Köprüsü, Tünel yoluyla Beyoğluna çıktık. Burada, İnci Pastanesinde uzun zamandır özlemini duyduğumuz Profiteroldan yedikten sonra, Alasyalarla ertesi günü buluşmak üzere ayrıldık. Buluşma yerimiz, Istanbulun gene en eski yollarından, Calcedondaki Bağdat Caddesi olacaktı.
Cem Özmeral
12 Agustos 2004
Columbus, Ohio
**Istanbul,The Imperial City,Blue Guide,John Freely