|
KOCAMUSTAFAPASADAN OTOBUSE BINER |
|
|
|
EMINONUNDEN VAPURLA SARIYERE GECER |
|
|
|
HUNKAR'A GIDERDIK |
|
|
Ben bir eski koleksiyoncusuyum. Eski kitaplar, eski yazılar, eski mektuplar, eski resimler, eski kartpostallar. Ailenin eski resimlerini, mektuplarını bulur çıkarır tasnif eder arşivlerim. Geçen yaz anne ve babamın mektupları içinde benim çocukluğumdan kalma bir mektup elime geçti. Mektup benim imzamı taşıyor, 16 Temmuz 1954 de birinci sınıfı bitirdiğimde yazmışım. Önce kendi kendimle gurur duydum, birinci sınıfı yeni bitirmiş bir çocuk için imla, üslup ve yazı hiç fena değildi. Sonra mektuptaki Hünkar sözüne takıldım, ben dayılarımla hünkara gitmişim, ama kardeşim Cenan daha dört yaşında olduğu için gelememiş bizimle. Anne ve Babama böyle rapor etmişim.
Tabii hemen heyecanlanılmasın, o kadar da eski değiliz, Padişahlar zamanında yaşamadık. Ama bu Hünkar dediğimiz yere ailece hep giderdik; annem, anneannem, dedem, haminnem dayılarım yengelerim, halam, benim yaşımdaki kuzenlerim. Daha çok kadınlar ve emekli olan erkekler sabah Kocamustafapaşadaki konaktan çıkar, otobüsle Eminönüne iner, oradan da günün ilk Boğaz vapuru ile Sarıyere geçerdik. Vapur tıklım tıklım olur biz aşağıdaki bodrum katında yer bulurduk. Evet yanlış duymadınız o zamanki Şehir Hatları Vapurlarının birde alt katı vardı, su seviyesinin altında idi ve vapurlarda trenler gibi ikinci ve üçüncü mevki diye iki bölüme ayrılırdı. İlkinin biletleri yeşil, ikincisinin ise sarı olurdu. Herhalde günün son vapuru ile geri dönerdik İstanbula. O vapur yolculuklardan hatırımda kalan tek olay dönüş vapurunda iskeleye yanaştığımızda, bir yankesicinin Cici Baba dediğim Anneannemin kardeşi Hüseyin Beyin cüzdanını kapıp kaçmasıdır.
Vapurdan inince Hünkar denilen yere nasıl giderdik, orası belleğimde daha bir sis perdesi altında. Ormanlardan geçerdik, bizim Bentler dediğimiz, su kemerlerini hatırlarım, tahta masa ve sandalyeler üzerindeki damalı kırmızı beyaz örtüleri hatırlarım, bakır maşrapa ile içtiğim suları ve çeşmeyi hatırlarım. Ama en çok hatırladığım koskoca bir Baraj duvarıdır. Bu duvarın üzerinde iki taraflı parmaklıklı bir yol vardır. Bu yolun üstünde hep beraber yürürüz, ama büyükler yolun kenarındaki korkuluktan yürümeme izin vermezler. Yolun bir tarafında derin bir göl, öbür tarafında duvar boyunca büyük bir boşluk vardır. Bu yoldan gölün karşı tarafına geçip ormanın içine gireriz . Etrafta çam ve kestane ağaçları vardır. Belki iki ağacın altındaki bir gölgeye dayılarım bir salıncak kurarlar, belki de çıkınlarımızı açıp oracıkta piknik yaparız. O zamanlar ormanda mangal yakılmaz, siyah zembilden kuru köfteler, puf börekleri zeytinyağlı dolmalar, börekler çıkarılır, karpuzlar kesilir, ispirto ocağında çaylar yapılır, sigaralar sarılır ve hoşça vakit geçirilirdi.
Yıl 2011, Ekim sonunda İstanbul a gideceğim. Elimde gideceğim, göreceğim ve yazacağım yerlerin bir listesi var. Kalemi elime aldım ve bu listeye son bir ilave yaptım: Hünkar. Tabii bizim Hünkar dediğimiz yerin, Sarıyerin ünlü kaynak sularından adını aldığını tahmin etmek zor değil. Konuyu incelemeye başladım. Eskiden Sarıyer de yirmi beşin üstünde memba suyu varmış. Bunların en önemlileri: Kocataş Suyu, Neşet Suyu, Ali Bey Suyu, Kefeli köy Suyu, Kestane Suyu, Hünkar Suyu, Sultan Suyu, Fındık Suyu, Çırçır Suyu, Şifa Suyu.
Yirminci yüzyılın ortalarında Çırçır, Hünkar ve Kocataş sularının olduğu kaynaklarda üç tanede memba suyu fabrikası kurulmuş. Ama bunlardan bugün yalnız Kestane suyu fabrikası hala faaliyette. Bölgede İstanbula eskiden su taşıyan bentlere gelince bunlarda dört tane:
Topuzlu Bend
Valide Sultan Bendi
Birinci Sultan Mahmut Bendi (İstanbul Topuzlusu)
II. Sultan Mahmut Bendi (Yeni Bend)
Sarıyer ve civarının haritasına baktım, bentler birbirinde bayağı bir mesafede, bölgede bazı turistik konaklama ve restoran tesisleri var ama buralara araba olmadan gitmek oldukça güç. Herhalde İstanbula gidince en zor projelerimden biri bu olacak.
İstanbula varışımın ikinci gününden itibaren gezilerime başladım. Gündüzleri kah tabanvay kah tramvay tarihi yarımadayı geziyorum, akşamları da lise arkadaşları, okurlar ve akrabalarla buluşup yemek yiyoruz. Gene böyle bir akşam on kadar lise arkadaşı Levent tepelerinde boğaza nazır çok güzel bir restoranda yemek yedik. Gurupta kırk yıldır (laf olarak değil, gerçek sayı) arkadaşlar var.Bu toplantıyı benim İstanbula gelmem şerefine düzenleyen iki can dost dost var. Biri İnönüde Beşiktaş maçını ayarlayan Hüseyin, diğeri ise restoranı bulup, yemekten önce yeri teftiş eden, menüyü ayarlayan ve bizi Kadıköyden özel bir araba ile aldıran Cengiz. Ertesi gün Cengizi arayıp bir önceki gece için teşekkür ettiğimde bana:
senin gezi programının bir gününe bende takılmak isterim arzu edersen
diyor. Tabi sevinerek kabul ediyorum. Gideceğimiz yeri seçtim bile, Cengiz Leventte oturuyor,
Bentlere , Belgrad ormanlarına, Hünkara gidelim, ama nasıl gideceğiz, hangi otobüslere bineceğiz sen ayarla
diyorum.
Merak etme bir şeyler yaparız
cevabını alıyorum.
|
Havanın açık olduğu bir Cumartesi günü Cengizle Beşiktaş iskelesinde buluşmak üzere anlaştık. Beşiktaşdaki iskelelerde çift olmuş, eski iskeleden yalnız Üsküdar vapurları kalkıyor, yeni yapılan ve Deniz Müzesine yakın olanından ise Kadıköy vapurları. Ben acaba hangi iskeleye gelecek diye ikisi arasında mekik dokurken ileride gür beyaz sakalı ile Cengiz göründü. Yanında bir arkadaşı daha var. Ziya Bey fakülteden arkadaşı, o yıllarda Bebekdeki bekar evlerinde içtikleri su ayrı gitmezmiş. Son derece şık giyinmiş, beyefendi birisi.
Gelin, Süleyman arabayı şu park yerine park etmişti, diyerek cadde tarafını işaret ediyor Cengiz. Araba son model bir Toyota. Cengiz İstanbul trafiğinde araba kullanmıyor, Süleymanla anlaşmış, gezmek istediği zaman ücret karşılığı onun arabasını kiralıyormuş.
Maslaktan Sarıyere doğru gidiyoruz, ama yaşı, başı, anıları benzer üç yoldaş öyle bir sohbete dalıyoruz ki nereden gittiğimizi bile fark etmeden kendimizi çam ormanlarının içinde buluyoruz. Cengiz seni ilk defa II Mahmut bendine götüreceğim diyor, bak bakalım çocukluğunda gittiğin yer burasımıydı? Yukarıya doğru tırmanan yolun iki tarafında göz alabildiğinde kestane ağaçları var, dallardaki yaprakları sarımtırak bir yeşil, yere düşmüş olanları kırmızıya çalan bir kahverengi, yolun kenarlarında da mavili, morlu bodur kır çiçekleri. Tepeye doğru varırken, sağ tarafta eski bir çeşme görüyorum, aslında bir sebil. Sebil yol demekmiş (Allahın yolu). Zamanla, karşılksız hayır işlemek için dikilen çeşmelere sebil denilmiş. En büyük hayırda insanlara karşılık beklemeden su vermek. Süleyman arabayı durduruyor. Bu çeşme bana hiç yabancı gelmiyor, beyaz mermerin en tepesinde bir tuğra var, belliki II Mahmutun tuğrası. İstanbulda hala suyu akan nadir çeşmelerden biri, iki elimi tas gibi kullanarak buz gibi sudan bir kaç yudum içiyorum.
Ve sonunda yol bitiyor. Önümüzde yüce bir çınar ağacı, arkasında koca bir yeşil saha ve dibindede yüksek bir taş duvar. Evet burasıydı, eminim burasıydı çocukluğumda geldiğimiz yer! diye heyecanla sesleniyorum. Arabadan iniyoruz ve duvara doğru yürüyoruz.
Cengiz önümüzdeki yay şeklindeki büyük baraj duvarını göstererek:
Bu eski adıyla Bend-i Cedidi Sultan II Mahmut 1839 yılında yaptırmış. Yukardaki derenin adı Arabacı Mandırası Deresi. Şu duvarın tam ortasında gördüğünüz mermer tonozlu kapının arkasında vana odası var. Burada mermer bir sandık üzerinde tam on bir tane lüle var. Bu lüleler tahtadan yapılmış koca tıpalarla açılıp kapanıyor ve buradan günde yaklaşık 4000 metre küp su alınabiliyor. Su seviyesinin ayarı da gene bu odadan yapılıyor.
Baraj duvarının sağ tarafında yukarıya doğru kıvrılarak giden patikadan gölün bulunduğu üst kısma çıkıyoruz. Düzlüğün üst kısmı kestane ağaçları içinde bir piknik alanı. Biri erkek diğeri kadın iki kişi yerlere düşmüş kestaneleri toplayıp ağaçlar içindeki tahta piknik masalarına istif ediyorlar. Sola doğru biraz ilerleyince benim için o büyüleyici manzara ile karşılaşıyorum. Baraj duvarının üstünde iki tarafı mermer korkuluklarla birleştirilmiş beyaz demir parmaklıklı yol karşı taraftaki ormana doğru uzanıyor. Yolun sağ tarafında lacivert berrak suyu ile sapsarı ormanların içine doğru giden bir göl var. Ne yazık ki çocukluğumda çok sevdiğim o yoldan karşıya geçemiyoruz. Yolun ağzı ve göle giden bütün geçitler yeşil demir parmaklıklar ile kapatılmış, en uç noktalarında da eskiden vapur iskelelerinde olan güneş ışıkları şeklindeki mızraklar konulmuş. Bulunduğumuz yerden bakınca yolun tam ortasında ve göl tarafında mermer bir kitabe görülüyor. Beyaz mermer kitabe yan bölümlerinde iki payeyle desteklenmiş ve üstündeki taç kısmında güneş ışıkları şeklindeki uzantılar içinde mermere oyulmuş bir tuğra var.
Cengiz: Kitabenin üstündeki tuğra barajı yaptıran II Mahmutun ünlü el-Adli tuğrası. Bildiğim kadarı ile kitabe on üç beyitten oluşuyor ve şair Zivere ait. Kitabenin son bentinde :
Hâkaan-ı deryâ-mekremet, su bendi îcâd eyledi
1255 (Milâdî 1839).
diyor.
Hakanı anladıkda, derya-mekremet ne anlama geliyor?
Cömertliği bol olan
diye yanıtlıyor Cengiz.
Çocukluğuma doğru giden bu taş yola son bir defa bakıyorum ve cebimde yerden aldığım bir kestane, yavaş yavaş geldiğimiz patikadan aşağıya arabayı park ettiğimiz yere iniyoruz. Süleymanda biz yukarda iken ormanlarda dolaşmış, topladığı mor kır çiçekleri fidelerini arabanın bagajına koyuyor. Arabaya binip geldiğimiz yoldan tekrar Belgrad ormanlarına doğru gidiyoruz.
|
Neşet Suyu tesisleri II Mahmut Bendinden sonraki durağımız, Belgrad ormanlarının tam ortasında, içinde sekiz kilometrelik koşu parkuru olan bir mesire yeri ve spor alanı. Bahçeköy istikametinden üç kilometre kadar içeride. Belgrad ormanlarının ismi nereden geliyor acaba diye ortaya bir soru atıyorum.
Ziya:
Kanuni Sultan Süleyman Belgrad seferinden döndüğü zaman İbrahim Paşaya emir vermiş oradan getirdikleri esirleri buraya yerleştirilmişler. Buradaki köy on dokuzuncu yüzyılın sonuna kadarda süre gelmiş, doksan üç harbinden sonrada onlarda Balkanlardan gelen göçmenler gibi onlarda sağa sola dağılmışlar. Belgrad ormanları tam altı bin hektarlık ormanlık bir alanı kapsıyor ve içinde her türlü yabani av hayvanları yaşıyor. Buradaki bitki örtüsü ve tüm hayvanlar koruma altında. Bugün görebilecekmiyiz bilmem ama kesme taştan yapılmış diğer iki büyük bent: Valide ve Topuzlu Bentleri de bu Ormanın içinde.
Biz böyle konuşurken Süleyman arabayı Neşet suyu tesislerinin giriş kapısındaki oto parkına park etti. II mahmut bendinde tek araba bizdik ama burada yirmiye yakın araba var.
Park alanının bir ucunda küçük bir tahta dam altında köy ürünleri pazarı var. Türkiyede manavların bolluğu ve güzelliği alışagelmiş bir şey, ama bu küçük derme çatma tezgah Amerikada çokça gördüğüm Farmers Marketleri anımsattı bana. Lakin, sebze ve meyva çeşitleri kıyas kabul etmez bir zenginlikte: Domates, biber ,patlıcan, yeşil fasulye, üzüm, mandalina, erik, kestane ve nar. Üzerlerinde spor kıyafetleri olan gencecik insanlar çocuklarının elinden tutmuş alışveriş ediyorlar. Köy manavını geçip kapıya doğru yürüyoruz, ağaçlardan yapılmış giriş kapısının yanında kiralık bisikletler sıra sıra dizilmiş müşteri bekliyor. Hemen yanındaki levhada Bisiklet Parkurları ve mesafeleri sıralanmış:
Falih Rıfkı Atay Parkuru 1,3 km
Kömürcü Parkuru 3 Km
Kurt Kemeri 4,8
İster istemez Columbusdaki küçük kızım Esra ve nişanlısı Scottı düşünüyorum, ikiside bisikletçi, kimbilir burada olsalar ne kadar severlerdi burayı.
Eskiden Galata Köprüsünün girişine bayramlarda koca bir tak kurulur ve yapraklarla süslenirmiş. Neşet Suyu Natura Parkının giriş kapısı da bana bu takları hatırlattı .İçeri girer girmez gizemli bambaşka bir dünyadasınız sanki. İki yanınızda gök yüzüne uzanan gövdeleri benekli ince ince ağaçlar sarı- kahve yapraklarını parkın her yerine sere serpe dökmüşler. Sağ tarafınızda çevre ile uyumlu renkte eksersiz aletleri ve bunların üstünde erkekli kızlı spor yapan gençler. Biraz ilerimizde çocuk bahçesinin önünde gri eşofmanlı sarışın genç bir kadın ipinden tuttuğu kurt köpeğini, bir çiftin küçük çocuklarına sevdiriyor.
Üzerinde yürüdüğümüz koşu yolu bakıra çalan bir mor renkte . Karşımıza üç musluklu bir eski çeşme çıkıyor. Suyu gürül gürül akan bir memba suyu: Akdağlar Çeşmesi. Kurnadan aşağıya akan su yosundan bir yol yapmış yerdeki sarı yaprakların içine içine. Ağaçların diplerinde, gene o mor kır çiçekleri.
Ayağımda lastik spor ayakkabıları var, yürürken hiç zorluk çekmiyorum, ayaklarım sanki üzerinde yürüdüğüm kırmızı renkli topraktan güç alıyor. Bu yoldaki toprakmı, taşmı ne güzel şey, ne acaba ?diyorum.
Cengizle ikimizin ortasında yürüyen Ziya:
Biliyorsunuz sentetik maddelerden yapılan koşu pistleri atletlerin hızlarını artırmaya yaradı ama uzun vadede müzmin sakatlıklara neden oluyor. Tartan pistler çıkmadan önce koşu parkları kiremit tozundan yapılırmış. Bizim çocukluğumuzdaki tenis kortlarıda öyle değilmiydi? Bu koşu ve yürüyüş parkuru da kiremit tozundan yapılmış, natürel pist bacaklara, dizlere, ayaklara şifa.
diyor.
Yirmi dakika kadar yürüdükten sonra geriye dönmeye karar veriyoruz. Yanımızdan eşofmanlı, şortlu koşan gençler geçiyor. Bizimkisi spor değil, tırıs tırıs bir yürüyüş. Ziyada beyaz gömlek, kırçıllı gri bir ceket, Cengiz siyahlar içinde üzerinde mont, bende ise köy ağası gibi bir safari yeleği. Konuşa konuşa yürüyoruz, şike olayları siyaset v.s. Hani filimlerde olur Mafia liderleri kimseye görünmemek için gizlice alakasız bir yerde konuşmak için buluşurlar ya, bizimkide ona benziyor işte.
|
Biz yürüyüşümüzü tamamlayıp arabaya döndüğümüzde vakit ikindiyi geçmiş, karınlarda artık guruldamaya başlamıştı. Cengiz İsteseniz göreceklerimizin çoğunu gördük, bir yere gidip bir şeyler yiyelim dedi. Teklifi herkes olumlu karşıladı, benim kafamda bu civardaki mangal kebap yada pide filan satan yerler var. Cengiz ise her zamanki gibi büyük düşünüyordu ve Süleymana : Biz gene Boğaza vuralım sen bizi Yeniköye bir çekiver hele dedi.
Aleko nun yeri Yeniköyde deniz kenarında, önüne motorların yanaştığı, masalarında akşamları yediye kadar yer bulunan ama sekizden sonra eski futbolcusundan sanatçısına, ünlülerin tüm masaları rezerve ettiği butik bir balık lokantası. Bundan iki yıl önce Cengiz müdavimi olduğu bu lokantaya beni getirmiş, eski günleri anarak güzel bir akşam geçirmiştik. O akşam Cengiz bana: Bak Cem, Boğaz neden bu kadar sevilir biliyormusun? diye sormuş ve devam etmişti. Buradan bakınca önünde deniz ama hemen karşında ışıl ışıl evler, Anadolu tarafından da bakınca aynı şey. Aradaki denize rağmen karşı kıyının bu kadar yakın olduğunu hissetmek insana bir güven duygusu veriyor.
Cengiz haklıydı, üç arkadaş deniz kenarında bir masaya oturduk yemek siparişini verip yanımızdaki iskeleden kalkan ve karşı yakaya müşteri taşıyan motorları seyrettik bir süre. Bazen Karadenizden gelen tankerler geçti önümüzden, martılar suya dalıp dalıp balık avlıyorlardı. Sanki üç buğutlu bir filim seyrediyorduk. Böyle bir sahnenin, böyle bir keyifin benzeri acaba varmıydı dünyada .
Önce birkaç meze geldi masaya: taze beyaz peynir, mis kokulu topatan kavunu, salamura edilmiş siyah zeytin, kırmızı soğanlı takoz lekarda ve patlıcan salatası. Sonra da yeşil kıvırcık salata ve tavada kızarmış dilim dilim palamutlar. Tahmin etmişsinizdir, akşam üstü bile daha olmamıştı ama, bütün bunların yanında bira yada cola içecek halimiz yoktu. Cengiz masaya servis yapan beyaz ceketli şef garsona usulca: sen bize birde ufak yeşil getir diye fısıldadı. Birer yudum aldık yeşilden, Oh be hayat ne kadar güzeldi.
Yemekten sonra arkadaşlar beni Leventdeki metrobüs durağına getirdiler burada teker teker vedalaştık ve Cengize teşekkür ederek ayrıldık birbirimizden. Kimbilir birbirimizi bir daha ne zaman görecektik?
Cem Özmeral
17 Ocak, 2012
Dublin, Ohio
|
|
ALEKO'NUN YERİ DENIZ PARK RESTAURANT
|
|
|
|
MUZIKLI WEB SITESI ICIN TIKLAYIN |
|
|
|
|