Bildiğiniz gibi “Istanbulite” İstanbullu anlamına geliyor, aynı “New Yorker” ’ın o şehirle özdeşmiş insanını tanımladığı gibi. İstanbullite sitesini imlasını iki “l” ile yazmamamızın nedeni, bu sitenin İngilizce'de bazen “lite”şeklinde bilerek yanlış yazılan light kelimesinin yani “ışık” ve “hafif” anlamını da içeren, İstanbul’a ışık saçan, aydınlatan, okuması ağır olmayan yazılarından oluştuğunu anlatmak içindir. Bu siteyi Türkiye'den gezen, okuyan ve yorumlayan çok okuyucumuz var, ama İstanbul hasretinden dolayı siteyi en çok okuyanlar gurbetçi İstanbulite'lar. Bunlar içinde de Paris’te yaşayan Ara Kebapçıoğlu, Kanada'nın Nova Scotia bölgesinde yaşayan Masis ve gene Paris- Brüksel ekseninde yaşayan Maryo Gizelo önde gelenler. Ara ve Masis İstanbul’un Ermeni, Maryo ise Levanten( Rum&Türk) kökenli etnik zenginliklerinden gelme dostlar. Üçü de benzer üzücü nedenler dolayısı ile Türkiye’den yıllar önce göç etmek zorunda kalmış ya da ayrılmıştır. Ama gurbette yaşayan benim gibi toprak onları hep kendine çekmiş, İstanbul efsun bir sevgili gibi onlara kendini özletmiş, çocukluk ve gençlik anıları hep ölümsüzleşmiştir.
Ara’nın çocukluğu ve gençliğinin büyük kısmı İstanbul'da geçmiştir. Boğaziçi Üniversitesi Kimya bölümünden ayrılan ve aynı zamanda iyi bir müzisyen olan Ara şartların da zorlaması ile Paris’e yerleşmiş orada evlenip hayat kurmuştur. Paris’teki dükkanında antika gaz lambaları alım satımı, restorasyonı ve bu konularda müze danışmanlığı ile uğraşan Ara, senede bir- iki kere İstanbul’a gelip, Bostancı'da hasret giderir. Çektiği resimlerle, yolladığı eski fotoğraflar ve yazdığı anıları ile İstanbullite sitemizi zenginleştirir. Yazdığımız iki kitabın da en iyi münekkit’i, yorumcusu ve tamamlayıcısı gene Ara’dır. Aşağıda her iki kitabımı da okuduktan sonra içindeki parçalara ilgili olarak eklediği notları ve onun aynı yerlerdeki anılarını bulacaksınız.
Maryo Gizelo da Paris'in kuzeyinde Roubaix'de yaşayan eski bir İstanbulludur. Ben kendisini Ara’yı tanıdığım kadar tanımam, ama Ara’nın bana yolladığı Maryo’nun “Nereden geldin Dede ? ”- Sıradan bir İstanbullunun Hayali adlı kitabını ilgi ile okumuş içindeki yüzün üstündeki suluboya İstanbul tasvirini hayranlıkla seyretmişimdir. Daha doğmamış torunu ile İstanbulu gezerken yaptığı hayallemede, çocukluğunun İstanbul'unu anlatır dede torununa. “Neden “İstanbul’dan gittin ?” sorusu nu hep geçiştirir, onun kulağında hep Zeki‘nin “mazi içimde bir yaradır şarkısı” çınlar gezerken İstanbul'u. Balıkçılar, şerbetçiler, macuncular, küfeciler, kayıkçılar, efsaneler, camiler, kiliseler Maryo’nun resimleri ve anlatımı ile tekrar hayata gelir, gözünüzde canlanır. Küçük kitap resimli bir İstanbul semtleri ve insanları ansiklopedisidir adeta.
Bu dostlar içinde en son tanıştığım Masis’dir. Tanıştığım derken; her üç dostla da şu ana kadar tanışmamız tamamen elektroniktir, günün birinde belki İstanbul’da, belki dünyanın başka bir şehrinde buluşup beraber bir fincan kahve içerek sohbet edeceğiz. Masis kendi hayat hikayesine bana yazdığı ileti ve anekdotlarda değinir. Cerrahpaşa Tıp fakültesini bitirdikten sonra Anadolu’da mecburi hizmetini yapmış sonra da Kanada’ya göçmüş, bu gün dünyanın birçok ülkesinde konferanslar veren ve hastaları tarafından çok sevilen ünlü bir cardiologist hekim. Bana bazen ailesinin İstanbul'da geçirdiği üzücü olaylardan, ama çoğunlukla İstanbul'daki güzel anılarından bahseder. Maryo nasıl isimsiz İstanbul tiplerini suluboyası ile çiziyorsa Masis de bu insanları küçük anekdotlarla o kadar güzel anlatır ki ! Geçen gün bana yolladığı İngilizce iletideki iskele memuru hikayesini çok beğendim, hemen tercüme ettim ve sevgili Maryo’dan bana suluboya ile bunu resimlemesini rica ettim. Aşağıda Maryo’nun resmini, Masis’in eski İstanbul tiplerini ve Ara’nın İstanbulun Anadolu tarafından girip Avrupasından çıkan serüven ve görüntülerini sunuyorum.
Her üç İstanbulite dostuma da teşekkür ve minnetlerimle...
Cem Özmeral
8 Ekim, 2013
MASİS’İN MAİLLERİNDEN ESKİ İSTANBUL TİPLERİ VE ANEKDOTLAR Bir zamanlar Rumelihisarında “Dayday” dediğim dayımın ailesi ile birlikte oturduğu eski ahşap bir evde bir yıl yaşamıştım. Ev Rumelihisarı yokuşunun üst bölümünü kesen bir sokağın üstündeydi. Her sabah saat 7:30 da Anadolu tarafından Avrupa tarafındaki iskelemize gelen vapuru bekler, görünce de gelen vapura yetişmek için yokuş aşağı koşardık. İskelenin memuru bu binada yatıp kalkan ve burayla özdeşmiş bir karakterdi. Vapurun kaptanı çoğu zaman iskele ye bilerek kuvvetli bir bodoslama yaparak onu uyandırırdı. İskele memuru uyanıp halatlara koştuğu sırada, vapurun çaycısı güverte den bir kap suyu adamın başından aşağı boşaltırdı. Bu rutin her gün tekrarlansa bile, iskele memuru hep tedbirsiz yakalanmış gibi davranır, yapılmadığı zaman da sanki bir aksilik var zannederdi. Zannederim o her sabah iskeleye gelen devamlı müşterilerinin güne gülerek başlamasından haz alırdı. Bu müşteriler içinde Enser,Nadir, İbo adlı arkadaşlarım ve ben de vardık ve her sabah buradan Eminönün’e geçer, oradan da otobüsle Cerrah Paşa Tıp Fakültesindeki okulumuza giderdik.
Gençlik yıllarında devamlı bindiğim vasıtalardan biri de Sirkeci- Halkalı hattında ki Banliyö trenleridir. Bu hat üzerinde Cankurtaran ile Yedikule arasında deniz surlarının içinde o kadar çok harabe halinde yıkık dökük evler vardır ki ! Ben bu evlere “Konstantin Kondoları” ya da “Konstantin’e kondu” lar derdim. Bu metruk evlerin birinde hala oturan bir aileyi hatırlarım. Soba borusundan gelen kurumla cephesi simsiyah bir görüntüye bürünmüş evin üçüncü katındaki balkonunda, bazen oturmuş televizyon seyreden bir adam görürdüm. Adamın üzerinde hep geleneksel ev kıyafeti olan atlet ve altında da çizgili pijama vardı. Ama bence bu evin asıl güzeliliği başka bir şeydi. Balkonun açık olan mutfak kapısının arkasındaki masada bir sini içinde hep birkaç olgun kırmızı ve domates ve yeşil biber ve hemen yanında da iki şişe Tekel birası bulunurdu. Ben İstasyonun yakınındaki bu evi tren kalkana kadar seyreder ve hayatta basit şeylerin çevreyi ne kadar güzelleştirdiğini düşünürdüm. Çok sevdiğim tılsımın bozulacağından korkarak bu görüntüyü birkaç kişiyle paylaşmıştım. Mecburi doktorluk hizmeti dolayısı ile seksenli yıllarda şehirden ayrılana kadar da seyretmeye devam ettim. Bu sahne den Ara Güler’ bahsetmediğime hep yanarım.
Yedikule de doğmuşum. Çocukluk yıllarım Pangaltı, Tatavla (Kurtuluş) semtlerinde geçti . İlk gençlik yıllarımda Yeşildirek ve Sirkeci’deki atölyelerde yazları da Tahtakale ve Kapalı Çarşıda bedesten de çalışmakla geçti. Sonra Samatya civarın da geçen okul yılları ve Anadolu’da geçen birkaç yıl...
Hatırladığım tipler arasında bir de "parmak adam" adam vardı. Gün boyu kutu kadar dükkanındaki masacığının üzerinde dağılmış saat aksamları ile uğraşır, akşam olunca da varda-gosta (gösterişli) bir hanımla ele ele tutuşup keyifle gezinirlerdi. Amarcord filminde rastlayabileceğin "Fellinesk" karakterlerdi sanki. Filmler’deki ne benzeyen bazı tipleri de bugün 90 yaşında olan annem den dinlemişimdir. Rusya’daki iç savaşı kaybedip İstanbul’a kaçan Vrangel’in ordusunun yüksek rütbeli subaylarının hepsinin burada müreffeh bir hayatı olmamış. Bunların çoğu yırtık pırtık çuval benzeri giysileri ile harabeler de ve boş arsalarda yaşayıp mahalle bakkalından aldıkları mavi ispirtoyu içerlermiş. Sonra da sokak sokak dolaşıp Volga nehrini anlatan şarkıları hep bir ağızdan söylerler ve balkonlardan kendilerine atılan bir kaç kuruş için huşu ile eğilip insanları selamlarmış. Annem küçük bir çocukken gördüğü bu sahneleri hala içinde bir ürpertiyle hatırladığını ve bu insanların partal elbiseleri içinde bile asil bir görüntü verdiğini söyler. O zamanlar Rus Sokağı denilen bu sokağın ismi ileride mahallede ki diğer bütün sokakların ki gibi değişecek ve Türk Beyi Sokağı olarak anılacaktır.
Bir de son olarak senin “ Leyli Mektep”den fazla uzakta olmayan Alageyik sokağının duvarla kaplı kapısında mevzilenmiş iki tip’ten bahsedeyim. Bunlardan birincisi “Hacı Baba” lakaplı, kendi tasarımı kol gücünü kuvvetini ölçen aygıtın sahibi, diğeri de hemen yanındaki “Şam Tatlıcısı” idi. Bu iki adam birbirinin ayrılmaz iki parçası gibi idi. Kol gücü aygıtı ya da “ Ergometre” üzerinde kırmızı rakkamlarla saat istikametinde numaralar yazılı basit bir tahta kutudan ibaretti. Bu aletle bilek ve kol güçlerini ölçen insanlar sonra 25 kuruş verip aldıkları Şam tatlısı ile kuvvetlerini artırırlar ve mekanı terk ederlerdi.
Bu tipleri İstanbullite adlı sitende, İstanbul tipleri olarak yazmaya bilirsin. Ama bence barlar bölgesinde ki eski “tansiyon ölçücülerinden bahset. Geçenlerde “Dünya Hiper Tansiyon Günü” dolayısı ile topluma verdiğim bir mesajda İstanbulun “Pub-District”indeki bu kişilerden bahsettim ve çoğu kişi İstanbulluların da hiper tansiyon duyarlılığını biraz hayretle ama takdirle karşıladılar.
Sen hiç kuş kanadı şeklinde simitleri gördün mü? Bu simitler yılbaşı zamanları bazı semtlerde çok popülerdi. Bazı simitçi fırınları bir iki günlüğüne bu simitleri çıkarmaya başlarlar, köşe başını tutan simitçiler de :
İki kitabını da zevkle, heyecanla, duygulanarak okudum. Aldığım kısa notlara bakarak sana birkaç satır yazıyorum.
Bulgurlu'da senin bahsettiğin hamamı işleten çift uzaktan annemin akrabası olurdu. Tek tük görmeye giderdik. Oralardaki bostanlardan taze taze salatalık toplayıp hemen orada çeşme suyunda yıkayıp tuz ektikten sonra yediğimizi hatırlıyorum.
Küçüksu çayırında büyük hasırlar serildikten sonra yenen piknikleri, ağaçlar arasında kurulan salıncakları ve yemek sonrası uykularını, ağaçların rüzgarda çıkardığı hışırtıyı hatırlıyorum.
Her yaz gittiğimiz Bostancı'daki bostanlardan sebzemizi almaya gider, taze taze elimizle koparır, çıkışta tarttırıp ücreti neyse verirdik. Dört sene ardarda yazlığa gittiğimiz bir evin hemen yanında da, dere kenarında bir bostan vardı, en çok oradan mal almıştık. Minibüs yolu üzerindeydi. Ev sahibimizin bahçesinde kaz, ördek ve tavuklar vardı. Tam bir köy hayatıyla kucak kucağa dört yaz geçirdik o evde. Komşu bahçede bir ceviz ağacı vardı, inanılmaz iri cevizler verirdi. O cinsin ismi "hamal cevizi"ymiş. Bir yaz arsada koşuşurken bir demir çembere bastım. Fıçıların etrafına konan çemberlerden. Çember yukarı fırlayıp dizimin hemen üstünden bacağımı yaraladı, kemiğim göründü. Hayatımda başıma gelen ilk kaza, beni iyice etkilemişti.
O bahçede yaralı bir kuş bulup bakmış, fakat kurtaramamıştım. Gömdüm çiçeklerin arasına, bir de güzel kabir yaptım o zamanki aklımla.
Bostancı'dan bütün yaz denize girerdik. Umumi plajın yanında bir de kadınlar bölümü vardı. Bazı muhafazakâr ve yaşlıca hanımların oradan çorap, pabuç ve hatta başörtü ve mantolarıyla, kaygan merdivenden bastonla denize indiklerini görmüşümdür. Büyüyünce beni artık kadınlar plajına almamaya başladılar.
Yaşımız ilerledikçe su oyunlarına başladık, kova kürekle kum oyunları kalktı, yüzme veya dalış yarışları yaptık. En cüretlilerimiz vapur iskelesine, sonra da yavaş yavaş "Çakar"a doğru açılmaya başladılar. Çakar, geçenlerde öyküsünü hayretle okuduğum Vordonisi adasının bir deprem sonucu denize battıktan sonra dışarıda kalan son zirvesiymiş meğerse.
Plajımızın adı, Deniz Plajıydı. Bar-bar İtalyan müziği çalardı hoparlörden. Ya da Cliff Richard, daha sonra Beatles... Aynı ses tesisatı, akşamları açık sinema gösterisinde iş görürdü. Bazen müzik grupları da gelip çalardı, film yerine konser ilan edilirdi. Bu ilanlar yalnız afişlerle değil, mahalle aralarında dolaşan kamyonetlerden hoparlörle yapılırdı. İlk zamanlar mikrofonla "alo alo" diye başlayan anonslara, sonraları kasetlerle müzik de eklendi.
İstasyon arkasındaki bir çayırda cambazlar gelip numaralar yaparlardı. Hokkabaz ve ayıcılar da eksik olmazdı bu gösterilerden. Sunucular mikrofonlar çıkmadan önceki senelerde megafon denen huni şeklindeki borular kullanırdı.
Kışlık evimiz o senelerde Feriköy'deydi. Kenar mahallelerden gelen her İstanbul'lu gibi biz de surlar içi mahallelere gittiğimizde "şehre iniyoruz" derdik. Bazı güzergahlar bizi Dolmabahçe'den, eski gazhanenin yanından geçirirdi. Seneler sonra eski aydınlatma ve enerji üretim teknolojileriyle ilgilenince Dolmabahçe'deki gazhanenin hala yerinde olduğunu gördüm. Maalesef herhangi bir işlevi olmadan orada durup ayakta çürüyor. Aynı durumda olan Samatya gazhanesi de ayakta. Yedikule zindanlarının deniz tarafında surların hemen yanıbaşında. Marmaray sisteminden gelen tünel orada yer yüzüne çıkıyor. Bu ikisi dışında Kadıköy Hasanpaşa'da bir gaz fabrikası vardı, gaz deposunu 1990'larda yerle bir etmişler. İstanbul'daki havagazı fabrikalarının en eskilerinden olan Kuzguncuk gazhanesinin de sadece harabeleri duruyor. Nakkaştepe mezarlığının yanındaki kuytu bir mevkide. Bir vakıf, o araziyi bir etkinlik merkezi olarak, orijinal şeklini de vererek yeniden inşa ediyordu, fakat tahminimce paralar bitti ve inşaat ortada kaldı. O kalıntılar da yine harabe oldu... Avrupa'da 19. yüzyılda sayıları binleri bulan, 20. yüzyılın ortasında yüzlercesi hala ayakta olan dev gaz depolarına, doğalgaz şebekeleri her tarafa yayıldıktan sonra yeni işlevler bulundu: bazıları konut, bazıları kültür sarayı veya eğlence yeri oldu. İstanbul'da hala duran Dolmabahçe ve Samatya gazhanelerini kim bilir nasıl bir alın yazısı bekliyor?
Türkçe'de "gaz" sözcüğü yerine göre değişik anlamlarda kullanılıyor. Maddenin değişik hallerinden biri, yanıcı hava gazı, doğalgaz veya gazyağı... Bir taşıtı sürerken gaza basınca da akışını hızlandırdığımız gaz da esasında benzin veya motorin. Eskilerin, "ışığı söndürmek" anlamında kullandıkları "gazı kapatmak" lafı da, onların gençliklerinde kullandıkları havagazı aydınlatmasından gelebilir. Eski elektrik düğmeleri, aynı gaz muslukları gibi çevirerek açılır kapanırdı. Çıt çıt şeklindeki elektrik düğmeleri daha sonraları piyasaya çıktı...
Karaköy'deki Camondo merdivenleri hemen arkadaki ilk sokağa çıkar. Sağa dönünce eski Aşkenaz sinagogunun önüne çıkılır. Doğu Avrupa kökenli Yahudilerin sayısı İstanbul'da İspanyol kökenli Sefarad'lara kıyasla az olduğundan bu sinagog senelerden beri boş dururmuş. Ortaokuldan sınıf arkadaşım karikatürist İzel Rozental bir girişimde bulunarak bu havrayı bir kültür ve sanat merkezine dönüştürmüş. Schneidertempel olarak anılıyor, yani "terziler tapınağı". Bu da Aşkenaz göçmenlerin iltica ettikleri ülkede çoğunlukla ilk iş olarak terzilik yapmalarından kaynaklanıyor. Bu mahallede ayrıca bir de Yahudi tarihi müzesi var.
Camondo ismiyle Paris'te de karşılaşmak mümkün. Paris'teki meşhur Camondo Müzesinden bir teklif geldi. İstanbul'dan gitme servet sahibi Camondo ailesi, müzeyi ve kendi oturacakları evi 1900'lerin başında içiçe tasarlamışlar. Ailenin son ferdi Nazi kamplarında yok edildikten sonra müzeyi yarım asırdan beri idare eden vakıf, artık evin de içini, bilhassa mutfağını 1990'ların sonlarına doğru restore ettirmeye karar vermiş. Mutfak, yemekhane gibi kısımlarının orijinal antik lambalarla donatımı işi de bana nasip oldu.
Yüksekkaldırımdan veya Tünel yoluyla Beyoğlu'na çıkınca hemen soldaki Narmanlı Hanı (veya Yurdu) vardı, hala da durur. Fakat artık metruk bir haldedir ve tadilat olup lüks bir otele dönüşeceği günü beklemektedir. Bu binanın kocaman avlusunda 1990'ların sonuna kadar inanılmaz bir kedi kolonisi yaşardı. Kapıcı hanım onları beslerdi, fakat belki de hadım ettirmeyi ihmal ettiğinden olacak, sayıları 100'ü aşmıştı. Koruyucu melekleri bu dünyadan göçtükten sonra da sayıları iyice azaldı.
Galatasaray'daki Kime Ne meyhanesini ben de hatırlarım. Bir yerinde Biz bize, diz dize, kime ne? Yazılıydı.
İstanbul'u gezerken görecek o kadar şey var ki değişik konular uydurup tematik geziler yapmayı düşündüm. Seneler boyunca su tedarik sistemlerini dolaştım. Bentler, kemerler ve sarnıçlar. Bulabildiğim kadar sarnıcı gezdim. Kapalı olanlarını açtırdım, halka açık olanlarını ücretini ödeyerek gezdim. İşlev değiştirmiş olanlarını bulmak bir meseledir. Sultanahmet camiinin arkasındaki bir sarnıç, bir sanat galerisinin bodrumunda. Soğukçeşme sokağında bulunan bir restoran da sarnıçtan dönme. Gülhane Parkı'ndaki bir sarnıç 2000 senelerine kadar egzotik balık akvaryumu barındırıyordu.
Yer altında su barındıran bir yer de beklenmedik bir şekilde karşıma çıktı. Bir televizyon yayınında Sultanahmet meydanının altındaki Bizans'tan kalma dehlizleri gördüm. Yarı yarıya suyla dolmuş, kamera ekibi izin isteyip botla içini gezmiş. Esaslı bir araştırma yapılmamış hala...
Eskiden İstanbul'un denizleri o kadar çeşit balık doluymuş ki bu konuda başlı başında kitaplar, hatta ansiklopediler yazılmış. Karekin Deveciyan'ın 1915'te yazdığı meşhur Türkiye'de Balık ve Balıkçılık adlı eseri, günümüzde Aras Yayıncılık tarafından tekrar yayınlanmıştır. Deveciyan'ın torunu Patrick ise Fransa'da siyaset hayatında tanınmış bir simadır.
Yakamoz sözcüğünün esas anlamını ancak son senelerde öğrendim. Su yüzündeki her türlü parıltıya yakamoz derim. Halbuki bu, suda yaşayan bazı mikro organizmaların çok sıcak havalarda ürettiği bir ışık. Avrupa dillerinde bio-luminescence deniyor. Gece denize girenlerin veya balık tutanların suyu harekete geçirmesinden ürken plankton'lar, bu parıltıyı üretiyor. Canlı hücrelerin ürettiği ışınları ateş böceklerinden de tanıyoruz...
Boğaz'ın sularını gece seyretmek zevktir. Dolunay olsa da olmasa da, yakamoz olsa da olmasa da, o zevk büyük zevktir. Gündüzün bu keyif için gidilecek en güzel yerler bir çayhanenin rıhtımdaki masaları veya Gülhane parkındaki taraça çay bahçeleri. Gece keyfi için ayrıca ender bir mekân: Feriye Karakolu lokantası. Her sene biz tatildeyken sevgili eşimin doğum günü kutlanır. Bir sene de Ortaköy Feriye'de kutladıydık. Yemek, manzara, şarap, her şey mükemmel iken bir de bir tekneden (düğün gibi bir kutlama olsa gerek) havai fişekler atılmaya başladı. Hanım tabii bu mükemmel ötesi yemeğe bayıldı.
Boğaz'ın en güzel manzaralı yerlerinden biri Kandilli Kız Lisesinin hemen yanındaki eski Adile Sultan Kasrı. 1980'lerde yangın geçirdikten sonra iyice onarılan binada Borsa Lokantaları, çok güzel bir tesis işletiyor. Yazın taraçadaki masalardan Bebek'ten tarihi yarımadaya kadar Boğaz'ın yarısını kucaklıyorsunuz. Mutfak mükemmel, servis keza...
Adile Sultan deyince güzel bir yaşantımız geldi aklıma. Eşimle ikimiz antikaya çok meraklıyız. Ayrıca işim icabı antika çarşılarını, bit pazarlarını kaçırmam. 2010 yazında Fransa'nın Bourgogne bölgesinde devasa bir eskiciler panayırında bir çift Doğu motifli lamba buldum. Tahminim doğru çıktı: üstlerindeki süsler resmen II. Abdülhamit'in tuğrasıydı ve ayrıca bezemeleri arasında birer de ayyıldız vardı. 19. yüzyıl sonunda Avusturya'da Osmanlı piyasası için yapıldığını tespit ettiğim bu lambaların Milli Saraylar'da bir eşi olmadığı anlaşıldı. Ben de onları biraz tanıtmak için bir broşür hazırlayıp sağa sola dağıttım. Varlıklı aileler olsun, antikacılar olsun, birkaç kişinin eline geçti bu broşürler. Bu arada İstanbul'da bulunurken Yıldız Sarayı Büyük Mabeyn'de Sn. Adile Osmanoğlu'nun resim sergisi açtığını duydum. Adile Hanım, Sultan II. Abdülhamit'in küçük torunu olarak her halde bu lambalara ilgi gösterecekti. Ortak bir arkadaşımız sayesinde bir randevu kopardım ve o tarih yüklü mekanda Adile Hanım'la buluşup tanıştık, sergilediği 36 sultanın portrelerini gördük, sohbet ettik. Lambalar hala elimde, fakat bu rastlantı sayesinde Yıldız Sarayında hakiki bir Osmanlı Hanımefendisiyle tanışmış oldum.
Son olarak Masis dostun sözünü ettiği kuşlar, kumrular la ilgili simitlere gelince; bu konuda
birinci ve ikinci elden hatıralarım var. Sevgili Babamdan duyduğum ikinci el hatıralar sokak satıcılarının "Kuşlar kumrular, çarnesne çıllar" bağırdığıdır, yani "almazsan olmaz"...
Kendi hatıralarım ise uzun seneler yurt dışında kaldıktan sonra 1994 Yılbaşında dönmeme dayanır. Ailemin ben yok iken taşındığı ve çok sıcak bir çevre yarattığı Bostancı Vükela caddesindeki Banu apartmanında tüm komşulara dağıtmak için yaptığım kumrulardır. Simit yapmasını bilen, hamura kolayca kumru şeklini verebilir. 31 Aralık akşam üzeri herkese dağıttım. O zaman hasta yatağından komşumuz Yavuz Bey hatta bir şarkı bestelemişti, kaseti kim bilir nerelerdedir...
İstanbul'dan Paris'e dönünce bir araştırırım resmi...
YOĞURTÇU DİMO
İki İstanbullite'dan ortak bir çalışma
Öykü: Masis Perk, Resim Maryo Gizelo
YOĞURTÇU DİMO
1960 lı yıllarda Pangaltı, Feriköy ve Kurtuluş’un mahallerinin gezgin yoğurtçusu Dimoteos Kehribarcıyan’ın öyküsü
Hava kararmadan Dimo'nun çıngırağı bizim alt sokaktan işitilmeye başlar. Birazdan burada olacak demektir bu. Onun için balkonun penceresinden köşebaşını gözleyip döner dönmez kapıya inmek lazım. Yoksa Dimo'yu kaçırmak işten bile değil. Hele aksam yemekte zeytinyağlı bakla varsa yoğurtsuz olur mu?. Olmaz tabi. Onun için hemen inmeli.
İşte her zamanki gibi üçü askının bir tarafına diğer üçü ise öteki tarafına yüklenmiş, altı tepsi yoğurdun ağırlığını omuzlamış, bir eliyle çıngırağını diğeriyle de sopadan asılı ipleri kavramış ağır ağır çıkmaya başlamıştır yokuşu. Yoğurt askısından başlayayım anlatmaya. Tahtadan sopa ve tablalar ayni renk ;.koyu kırmızı. Yalnız sopanın her iki ucunda gümüşi parlaklıkta süslü metalden başlıklar var, bir de en üstteki tepsileri örten tahta kapaklar kenarları dantel a gibi işlenmiş süslü metalle yarıya kadar kaplı.. ve yine pırıl pırıl. Bu güzelim askıların fiyakasını tertemiz nikelajlı bir yağ kandili tamamlıyor. Kampanaya unutmayayım, o da diğerleriyle parlaklıkta yarışta. Ama bence en önemlisi kürek..yoğurt küreği. Onun sadece sapı ortada, gerisi kutusunda uzanmış yatıyor. Dimo sokak lambaları ile birlikte kandilini yaktı mi artık tasavvur edin gerisini. O albeni takımlar sapsarı ışığın titrek yansımasıyla bir anda kadife örtülü gümüşçü vitrinine dönüveriyor sanki. Ve onlarla beraber Dimo'nun o yorgun ve huzurlu yüzü de aydınlanıyor.
Kırmızı ve gümüşi parıltılı takımların ağırlığı altında yavaş yavaş eğilen Dimo'nun ufak tefek, çalışkan bedeni karanlıkta kaybolmadan hemen kendisini tarif edeyim size. İstanbul işi bir kasket, koyu çerçeveli gözlükler , ince çizgili kahverengi kruvaze ceket giyer Dimo. Kollarına bileklere kadar siyah kolluk takar daima. Onun altında uzun ve daima tertemiz beyaz bir önlük. Daha soğuklarda ceketin yerini siyah kalın bir gocukla pantolon alır. Yagmur, camur veya kar varsa sokaklarda mes ve lastigini ihmal etmez hic. Baska?, tabii arada bir sigara molası verirken kullandığı ağızlık ve cep saatini da ekliyeyim unutmadan.
Dimo sadece koyun sütü mevsiminde yoğurt satar. Tablanın kapağını kaldırdı mı üzerinde nah serçe parmağım kalınlığında sari kaymak tutmuş yoğurt yüzünü gösterir. Tam göbeğinde de daima birkaç tanecik siyah susam serpilmiş bulunur. Dimo'nun el terazisini de tahmin edersiniz artık. Bilmiyorum söylememe gerek var mı ama onlar da pırıl pırıl nikelajlı..küçücük daralarına kadar. Burada bir noktayı özellikle belirteyim ki, Dimo'nun yarim kilo, yedi yüz elli gram gibi miktarlar için tartıya ihtiyacı olduğunu hiç görmedim. Önce kandilin ışığında porselen çukur tabağı tartar, ondan sonra -dedim ya yukarıda en önemlisi yoğurt küreği diye - kutuyu açıp küreği alır eline, bir ileri hareketle kaymağı tepsinin kenarından ayırır, sonra aksi istikamette bir daldırma ile tek bir parça halide istenen miktar yoğurdu hop diye tabağa alır. Ölçmeye lüzum yok efendim, terazi daima ya tam ortada durur ya da azıcık tabak tarafına yatar. Öyle tabaktan tepsiye geri almak, fazlası için para istemek, azar azar üstüne akıtmak filan yok tabi. Yalnız, biz üst sokağın hemen başında oturduğumuzdan tepsinin ortasındaki kesim ve üstündeki siyah susam serpintisi bize hiç rast gelmez, ona yanarım.
Yazları ortalıkta görünmez Dimo , zannederim sobacılık yapar. Belki başka şeyler de elinden gelir, nikelajcılık, kaynakçılık mesela. Biz onu muganni gibi ahenkli sesiyle "yortçiiiii" sinden tanır, sofrada yoğurda yer varsa sokak lambaları yanmak üzere iken yolunu bekleriz.
Dimo bu seçilen duruşu ile herhalde pek coğunun beğenisini celbeder, belki bazılarının da garezini. Ama ziyanı yok, temizlikte örnek olmaktır onun meramı , şatafatta değil. Yoksa yoğurtsa o da yoğurt, koyunsa o da koyun. Üretileni sevmek ve beğendirmek de insanin elinde, ondan tiksindirmek de..
Mahallemizdeki birçokları gibi evimizde de birkaç nesil boyunca Dimo'nun yoğurdu yenmiştir. O taşıyabildiği müddetçe bu devam etti, Daha sonraları bir yardımcı tutup mesleğini sürdürdü. Belediye zabıtalarının da takdirini kazanmıştır Dimo. Ama acaba birgün aramızdan ayrıldığında o insana yoğurt sevgisi aşılayan tertemiz, pırıl pırıl güzelim takımlarına ne olur. İstanbul'un bir belediye müzesinde hakkettikleri yeri alırlar mı acaba kim bilir ?. Bekleyip görelim.
M. Perk N.S., Canada 7 Ocak 2014
TOMBALACI PALA ve RADYOCU KEMAL BEY HAVAGAZCI GRAUDY
TOMBALACI PALA
Tombalacilar çığırtkanlığı hiç sevmezler. Aksine genellikle suskun ve tetikte dururlar daima. Taş çektirirken bile gözleriyle sürekli etrafı kolaçan ederler. Çarşının tombalacıları da böyledir. Beyaz gömlek, siyah yelek, sivri burunlu yumurta topuk bağcıksız kundura vazgecılmez kıyafettir. Kundura henüız eskimemiş bile olsa ille fortuna basılmış olarak giyilir. Kara torba dürüm olmuş avuçta gizlenir durum vaziyetleri müsait ise ötmeğe başlar. Amerikan sigarası henüz daha çoraba düşmemiş olduğundan paketin jelatini tükürüksüz , kuru olur ve ayak da kokmaz. Yalnız arada bir incir yada nane kokulu paketler kana bulanıp yerlere saçılır, o kadar.
Onun ise bu gibi dertlerı yoktur. Ne taşı vardır ne de Salemi. Pala'nın tombalacı olduğuna bin şahıt ister. Ancak tanıyanlar bilir. Yaz kış haki renkli, parlak kahverengi siperli kokartsız şapka takar, parlak sarı düğmeli haki renkli ceket, "kilot pantol" ve pırıl pırıl akordiyon çizme giyer... ortalarına doğru tütünden sararmış boyalı bıyıklarını da pek burup durmaz öyle. Bazen saçını da boyamaya kalkar ama ensesinden akan boyalı ter kravatsız giymediği krem renklı gömleğinin yakasını kepaze edince hevesı geçer. Bu haliyle Pala daha çok dağların hakimi gibidir. Bir dürbünü eksiktir...süreklı içi gülen gözleri ise, olur ya efendim, cicoz gibi masmavidir.
Pala tam anlamıya milli bır tombalacıdır. Yerli sigara içer, yerli sigaraya çektirir. Torbasında ise taş yerine yuvarlanmış kağıt parçacıkları bulunur. Kırmızı renklı tükrük kalemiyle özenle yazılmış rakamlar kağıt yavas yavas açıldıkça kendilerini gostererek heyecanı arttırırlar. İşler iyi gitmişse ertesı gün pantolonunun cebinde gezdirdiği otuzbeşlık rakıya da çektirir. Kağıt diyorum ama küçük dikdörtgen ince karton parçacıkları aslında. İyice açılır, bırakınca yuvarlanıp eski hallerine donerler."Harbi" mı yoksa "İzmir" mi akıllardan bile geçmez. Zaten bu terimler henuz literatüre yerleşmiş de değildir.
Bir gün baktım ballının biri ha babam sigara çıkarıyor. Böylesine durumlarda çamura yatmak hiç Pala'nın işi değildi. Terler bu kez hem ensesinden hem de alnından akıyordu. Koyu renklı damalı mendilini çıkardı , kasketini çıkarıp koltuğunun altına alıp başını sildi. Yıllardan beri ilk defa onun çıplak başını görüyordum. Heybeti, otoritesi bır anda uçup gitmişti. O anda daha çok bostanı dolu yemiş bir bahçevan dedeyi anımsatıyordu. Üc paket Kulüp sigarası cıkardı. Kulakları patlıcan moru olmuştu... ama cicoz gözleri hala için için gülüyordu.
Amerikan sigarası ayağa düşünce Pala da gittikçe daha seyrek gözükmeye başladı ortalıkta , sonra da tümden kayboldu. Evinin nafakasından kesip Malbora içenlere alışamadı belki. Yada karaborsacıların peşinden koşturmak için yaşı geçmişti. Hem zaten efendim kıyafetı de müsaıt değıldi...
Kapalıçarşı Fesçiler ( Bit Pazarı ) kapısı 1960lı yıllar
M.Perk
N.S. Canada
January 17,2014
Masis'de İstanbul tipleri bitmez, bunu da Ocak 2018 yolladı, ben den de iki resimle birlikte ekliyorum.
Okul dönüşü evin girişinde elinde kocaman çantası ile Hava Gazı sayacı kontrolörüne rastladım. Üst katın sahanlığında duran annemle konuşuyordu. "As ankam khentenalik ban e" ( bu seferki fatura çıldırtacak bişey ) dediğini duyunca annem güldü. Ben ise çok şaşırdım. Makbuzu kesip ardından da bir "mnakparoov" (hoşçakalın) çekerek ayrıldı. Annem bu tahsildarın her uğrayışında yıllar boyu ev ev gezerek öğrendiği birkaç kelimeyi oldukça alışık bir aksanla mutlaka konuşmasına katıp bir sohbet havasına çevirdiğini anlattı. Hava Gazı şirketindeki diğer memurlar arasında kendisine " lisan makinesi " lakabı takıldığını da duymuş. O zamanlar komşularımız arasında Rumca ve Ladino konuşanlar da vardı ve onlarla da konuşurken yıllar boyu kendilerinden işittiği "Havagazdzis İrte" (havagazcı geldi) yada "para muçoz anyos" ( çok senelere ) gibi sözleri konuşmasının arasına serpiştirdiğine ve böylelikle bazen el yakan faturayı adeta üfleyip soğuttuktan sonra sunduğuna herkes şahitti.
Birkaç kez daha gördüm kendisini ve siması adeta kafamda yer etti. En son bir kitap fuarında imza için alışılagelmişten çok daha uzun bir kuyruk görünce merakımı yenemeyip yazarı görmek için kuyruğun başına gittim. Henüz gelmemişti ama kocaman afişte - aaa olamaz ! - sanki bizim havagazcı oturmuş bana bakıyordu. Hayretten küçük dilimi yutacaktım az kalsın. Kuyruktakilere sordum resimdeki yazar kimdir diye?.
Cehaletimi bağışladılar mı bilmem ama bizim çok kültürlü havagazcının benzeri Fransız feylesof Graudy imiş.
Kadikoy eski Elektrik Havagazi evi ve Graudy
RADYOCU KEMAL BEY
Bizde 2 metre, 58 beden, 47 Numara ayakkabılı adam azdır. Şişman ve Uzunçarşı'da tüccar ise "çorbacı", zayif ve Tahtakale'de pazarcı ise "iriboy" diye çağırırlar böylelerini.
Oysa o ikisi de değildi. Esnaf da diyemem, onda gelir beşte kaçardi. Bizim caddenin teknik adamiydi. Tüylü foterini takıp yanardönerli ceketini giymeden carşıya gelmeyen Almancılardan el radyosu,lambali teyp, traş makinesi, fotoğraf makinesi düşürür meraklısına satardi. Ben onu hep Amerikalı turiste benzetmişimdir ama birkac farkla. Saclari soba yaldizi rengi boyalı değil, halis zeytinyağindan kesme sabun sarısıydi. Pantolon cebinde öyle fotoğraf makinesi filan bulunmazdı. Corabinin rengi ise ayakkabisina uygundu. Sabahlari o gelmeden dükkanın oparlöründen günün plagi "Kelle"nin sesi duyulmaya başlardı.
"...sabbahlayınn kakız ettim aynayya bakız ettim baktımı kelle çok harmann... topanali osman'a gidiz ettim..."
O bitince plağin arka tarafı "Şoförlerin Kaderi" başlardı
"...arraba hoop çukurra ben hoop soförün kuccaına sıkıtutunn-sıkıtutunn-sıkıtutunn ohh ne güzell kocaman ellerinizı var..."
Çevredeki yirmi dükkan esnafı kelimesi kelimesine ezberlemişti bu plakları. Ancak akşam bekçi düdüklerinden önce "Kelle" zarfina, gramafonun sapı da yuvasına yerleşirdi.
İse mişe pek öyle düşkün değildi. Kalıbı kıyafetiyle de pek çarşının adamı sayılmazdı. Yillar sonra bir yerli komedi seyrederken yine andım onu. Şaban'a Amerikada'ki ölen amcasından bir eşek miras kalmiştı. Sefaret otomobili mahalleye girdi, herkesin meraklı bakışları arasında kapısı açıldı. Içinden önce 47 Numara bir ayak dısarı uzandi, arkasından da elinde miras mektubu Amerikan sefiri ağır ağır boy gösterdi. Çorabının rengi ayakkabısına uygundu.
Bizim sinemacılarda iş var be, dedim icimden.
Istanbul 70li yıllar
M.P 1/25/2014
KUŞLAR KUMRULAR
KUMRU:
SENEDE BİR YAŞANAN BİR ERMENİ GELENEĞİ
İstanbul Ermenilerinde, değişik bir Ermenice konuşulduğu gibi başka Ermeni yerleşkelerinden farklı bazı adetlerimiz de vardı. Midye dol masını, yaprak sarmasını değişik usullerle yaparız, topik yeriz. Paskalya’da bir çok ailede taze soğan mücveri yenir, Yılbaşında(ve sadece Yılbaşında) aşure, zerde ve pelte yenir, bir de yine yalnız Yılbaşında kimsenin evde yapmadığı, fakat mahalledeki tüm fırıncıların bilip o gün yaptığı „kumru“ denen simitler alınır. Tüm bu cümleleri şimdiki zamanda çektiğim fiillerle kuruyorum. Acaba bu adetlerin kaç tanesini geçmiş zamanda çekilmiş fiillerle anlatmak gerekir?
En azından bir tanesini, „kumru“ları hatırlayalım. 1950 doğumluyum. Kendimi bildim bileli kumrular alınır, bayatlamadan yenirdi. Katık olarak el altında ne varsa: kaşar peyniri, beyaz peynir, zeytin, hatta bal, reçele yumulurdu. Ta ki ben İstanbul’dan 1970’lerin başında ayrılana kadar. 1994’ten sonra doğum yerime tekrar kavuştuğumda sordum anneme, hala yapılıyor mu? O-oooo diye bir cevap aldım. Kaç senedir kokusuna hasretiz; yapmıyorlar artık.
Var mısın? Varım. Oturdum yaptım kumru’cuklardan. Ekmek hamuru, karamela şurubu, susam, şekillendirme, ve hop fırına. Hiç de zor değilmiş. Sıcağı sıcağına yemek için pişkin olması gerek, daha uzun dayanabilmesi için de az pişirip sonradan fırında veya ekmek ızgarasında ısıtılabiliyor.
Babamın çocukluk anılarında İstanbul’un Ermeni mahallelerinde sokak satıcıları Kuşlarkumrular, çarnes ne çıllar! diye bağırarak satarlarmış. Kuşlar kumrular, almasan olmaz demek. Bunu duyan müşteri de pencerelere üşüşüp salıverirmiş sepeti. Acaba Müslüman kökenli komşular, Rumlar ve Yahudiler de alır mıydı bu kumrulardan? Tam bizlerin de kandil simidi, Ramazan pidesi aldığımız gibi? Her neyse, ben 1995 Yılbaşında kumruları yapınca adetimiz icabı binadaki komşulara da dağıttık. Normal teşekkür ve memnuniyet reaksiyonlarına ilaveten, Yavuz Bey’den çok güzel bir yankı geldi. Yavuz Bey, şanssız bir kaza sonucu kötürüm kalmıştı, bacakları tutmaz, belden yukarısı ise bir neşe ve iyimserlik yuvasıydı. Köhne bir gitarla kendine eşlik ederek şarkilar bestelerdi. Bu kumruları tattıktan sonra ilham gelmiş ve almış gitarı eline, ve döktürmüş:
Kuşlar kumrular, çarnes ne çıllar
Ara Bey gelmiş, simit pişirmiş
Kuşlar kumrular, almasan olmaz
Bir zamanlar dostluklar vardı, gelenekler vardı, ağız tadı vardı. Hala da var. Artık genç kuşaklara emanet...
Afiyet olsun.
Ara Kebapçıoğlu
26 Aralık 2013
Paris
Image:
OKUYUCU VE DOST YORUMLARI
Maryo,Ara ve Masis'e vede sana çok teşekkürler. Böyle içten gelerek yazılmış düz yazılar bende şiir etkisi yaratıyor.Hiç suni bir çaba yok,son derece doğal,özlem ve hatta biraz da sitem dolu olarak yazılmış. Biz İstanbulun içinde olmakla beraber sizler kadar zevkle bu kenti yaşayamıyoruz. Burada çok parazit var,tarihten gelen güzel sesleri perdeliyorlar maalesef.Politika,rant,trafik,lümpenlik...Sizin yazılar filtrelenmiş İstanbul olarak geliyor bize.Ama yine de önlenemeyen güzelliklerini görebiliyoruz. Örneğin sinir ilacımız hala bir şehir hatları vapurudur:)
İstanbul'dan hepinize selam ve sevgilerimle.
C.Bodur
Ben de Pangalti-Sinemkoy gecmisimi ozetliyeyim dedim: 1950-1963 arasi Baysungur Sokak 172 numarali apartmanda oturduk. Ev sahibimiz Serkis aslen Tokatliydi. Kapalicarsida ayakkabici dukkani vardi. Hanimi Hayguhi, kizlari Surpik ve Armine. Soyadlari aklmda degil. Bir de oglu vardi ama ismini hatirlamiyorum. Armine’nin kocasi Filipos doktordu. Kurtulus caddesi uzerinde, cadde ile Sahin sokagin kesistigi yer yakin bir yerde otururlardi. Ayni apartmanda bir de muayenehanesi vardi. Sanirim Filipos’da Tokatliydi. Enteresan tarafi Ermenicesi iyi degildi. Hatta dugununde papaza “Ben bu soylediklerinden birsey anlamadim, sunu bir Turkce soyle” demis. Papaz birden bire konusmasini Turkceye cevirince cok sasirmistik. Sonradan duyduguma gore ev sahibimiz ve butun ailesi Kanadaya goc etmisler. Arkadaslarimin hemen hepsi Rum, Ermeni ve Musevi’di. Hatirladiklarim Sahan (soyadi aklimda degil), Dikran Sagiryan ve Yani Skarlatos. Bunlarin hepsi su anda 65-66 yasinda. Dikran ayni zamanda Ingiliz Erkek Lisesinde (Nisantasindaki English High School) sinif arkadasimdi. Sanirim su anda Pennsylvania’da ama temas kuramadik. Yani Skarlatos Bogazici Universitesinde Fizik Bolum Baskani. Arada bir emaillesiyoruz. 1963’den sonra Dericiler sokagina tasindik ve 1972’ye kadar orada oturduk ama o zamanlar part-time turist rehberligi yapmaya baslamis oldugumdan Dericiler’den pek tanidigim kisiler yok. Ondan sonra da Cumhuriyet caddesinde Inci sinemasinin karsisinda bir yere tasindik. 1973’de de Amerikaya geldim.
Simdilik bu kadar. Belki ortak tanidiklarimiz cikar.
Tunc
Ara ve Masis'in hatıralarını büyük bir heyecanla okudum...Aynı yerlerde gezmiş aynı havayı solumuş bir kişi olarak okudum.
Bu arada benim Bostancıda çocukluk/gençlik yıllarımdaki hatıralarım hemen film şeridi gibi gözünden geçti.
Deniz sineması ve önündeki plajı. Kadınlar hamamını.Hamamda eli sopalı görev yapan Kevser ablayı.
Bostancı Vapur iskelesine giden yol üstündeki Dümbüllü'nün sahneye çıkışını.Sandal kiraladığımız "Pehlivan" lakaplı balıkçı ağabeyi.
Birdönem plakasız bisikletlerin peşine düşen trafik polisleri ve yakaladıklarının ceza olarak sadece süpaplarını söküp bıraktıkları, ancak bizim peşimize düştüklerinde soluğu hemen dere üstündeki köprüden kasaplar çarşısına sığındığımı hatırlıyorum.
Zira Kasaplar çarşısı belediye sınırları dışında kalıyor ve polis oarada kanunen müdahelede bulunamıyordu..
Sevgili Cem buarada Bostancı Tren istasyonunun hemen arkasında fabrika sokakda oturan Ermeni bir ailenin oğlu vardı.İsmi Ara.Ve bu evden muhteşem güzel piyano sesleri gelirdi. Bostancı öykülerini okuduğum Ara, bu Ara olabilirmi?
Bizim Avusturya Lisesinden Ara Çıngı vardı ve gene bizim okulun fotoğrafçılığını yapan Jirayir Berberoğlu.Tesadüfen benim askerlik yaptığım Etimesgut Zırhlı Birliklere geldi. Onlara elimden geldiğinde her türlü yardımı yapmıştım.Gene bizim okuldan tanıdığım Kevork Disizyan ve soyadını hatırlıyamadığım Garabet ,Fedon Çapa(Rum asıllı) vardı. Ne hazindirki bu arkadaşlarımız bildiğim kadarıyla çoğu yurdışına gittiler.
Jirayir ve Ara ile askerlikten sonra arkadaşlıklarımız devam etti. 2-3 sene sonra Jirayir, "Amerikaya gidiyorum" dedi bana bıraktığı adrese defalarca kart attım ,ama hiçbir yanıt gelmedi ? Ara Çıngı beş sene kadar önce vefat etti. Kevork Dilsizyan duyduğum kadar Almanya'da jinekolog olmuş ve Almanyada yaşıyormuş..
Hepsine sevgiler olsun....
Arif
Cok güzel.. bayagi bir heyecanlandiriyor insani.. yazilarin gibi :)