BİR TABELA HİKAYESİ
Okul yaz tatiline girdi. Benim de Çarşı'ya babama yardım için gitmeme karar alındı. Kendisi çekirdekten yetişme terzidir ama büyük yangından beri ayakkabı satmakta. “Terzinin mahareti vücut kusurlarını örtmekte belli olur” der konu açılınca. Bir keresinde kadın paltosunu erkeğe çevirip satmıştı.. hem de hayır duası alarak.
Günde en azından 4-5 ayakkabı satabilmeliyiz. Bazen 1-2, bazen siftah bile yok. Lastiğini oracıkta bırakıp yeni ayakkabısı ile çıkan da oluyor dükkandan, son anda almaktan cayan da. Bu yaz karar alınmış, dükkanında tabela asmayana ceza var. İsim, soyadı, zanaat gözükecek. Arada bir müşteriler mahcup bir edayla “usta, ismini bağışla” diyorlar babama. “Kenan hemşehrim Kenan, Divrikliyiz biz”. Müşteri rahatlamış görünüyor.
Bugün işler yine durgun. Canım sıkılıyor. Böyle zamanlarda Acem Hasan'in çay ocağının karşısına geçip sabırla ıslanmış kesme seker bekleyen Gümüş'u çağırır onunla oyalanırım. Nihayet biri geldi. Alıcıya benziyor. Nereden anladın derseniz , ayağındaki lastikten tabi. Fakat sıkıntılı nedense, karar veremiyor. Dışarı çıkıp havalara bakıyor. “ Tabela gıpındıregor “ (arıyor) dedi babam. Gözlerini kapının üstünde gezdirdikten sonra yüzünde kararsız bir ifade ile tekrar içeri girdi. Beğendiği ayakkabı çiftini dizlerinin üzerine yerleştirip son bir kez daha seyrettikten sonra usulca tekrar yere koydu. Bunalmış gözüküyordu. “Neyse usta, ben hele bi hava alam da gelem”. “Peki hemşehrim, sen bilirsin” dedi babam. Ama canı sıkılmıştı, yüzünden belliydi.
Neyse ki böyle anlar uzun sürmez babamın kafasında, ya da bizlere belli etmemeye dikkat eder hep. “ E hayde ! bare biz de bi hava alam da gelem” deyince rahatladım. Dükkanı topluyoruz . Ama ya biz gittikten sonra müşteri döner de bizi bulamazsa?. Neyse, hava almak isteyenlerin gideceği yeri biliyorum, gözüm kapalı bulabilirim. Her sabah dikkatle tabelanın sol kenarını örtecek şekilde dükkanın dış yüzüne astığım emperteks yağmurluğu indiriyorum. Tabela simdi bütünüyle ortada. Gelin bakın ki pek de öyle tuhaf gözükmüyor ... okuması olana tabi . Pavlikatoryan, Paleomireniologos ya da Przebislavski olsaydi ne yapardık?.
Hiiç. O zaman da bir yerine tabelanın her iki kenarına birer yağmurluk asıverirdik herhalde.
Evet ne diyordum?. Hava almak isteyenlerin gideceği yer.. Nur- Osmaniye Camii'nin avlusu. Orada en bunaltıcı yaz saatlerinde bile püfür püfür eser. Bir kenara ilişip gelen geçen ayakların arasından telaşsızca seğirten güvercinleri seyretmek bilseniz ne hoştur.
Gene böyle birgün Nur-u Osmaniye civarında iken şöyle bir sahne olmuştu. İngiltere’ye dönüş parası biten o zamanlar henüz seyrek görülen mini mini etekli bir İngiliz kızı 25 liraya bir ayakkabı boyacısı sandığı satın alıp Nur-u Osmaniye avlusu dışında oturuyor ve 1 liraya sadece ayakkabı tozu alıyor. Kısa zamanda ayakkabı, lastik, mes, karyoka, terlik vs eli cebinde bir kalabalık Çemberlitaş'a doğru kuyruk oluşturmuş idi. Ertesi gün okuduk ki kız o gün 800 lira toplamış gitmiş.
Bir de Nur-u Osmaniye'nin civarında dikkatimi çekmiş başka biri de ( Mahareshi Mahesh Yogi misali beline kadar uzun saçları olan amâ bir aşık vardı. Oturup sazını çalar, çoğunlukla mistik duygular sevgi, hasret vs. şiirleri içeren kitaplar sergiler, meraklisina satardi. Sanırım sonradan ameliyatla görme yeteneğini kazandı. Açılır açılmaz da dünyanın halini görünce müthiş bir değişim yaşadı. Bir coşkulu şiirler yazmaya başladı ki görme , Mayakovski, Neruda filan yanında "khzmekar" * kalır. Bu aşık sonradan özelikle darbeler sonrası isyankar türküleri ile ünlü olan Aşık İhsani den başkası değildi.
Bu değişime bir göz ameliyatının neden olduğu fikri beni daima etkilemiştir.
Evet, simdilerde dunyada milyonlarca bakar- körler de var, o da ayrı mesele. Biz gelelim gene o güne !
O gün Nur-u Osmaniye avlusundaki esinti babamın istimini de soğutmuş olmalı ki kalkıp Divanyolu'na doğru konuşmadan yürüyoruz. Yaşasın ! galiba Topkapı Sarayına gidiyoruz. Eh bu kadar yakınına gelmişken okul zamanı hastalanıp pisipisine kaçırdığım müze gezisi nasıl aklıma gelmesin ki?. Babam Çarşı yangınından beri haftanın yedi günü çalıştığı halde bizi sevindirecek şeyleri hisseder ve fırsatını bulunca gerçekleştirir.
HAREM – TAMİRAT DOLAYSİYLE KAPALIDIR tabelası önünde toplanmış hayal kırıklığı içinde bekleşen turistlerin fotoğraf makinelerinin markalarından başlayıp, tencere-kazan, kılıç-kalkan, top-tüfenk, eyer-semer ne varsa ard ardına gözlerime doldurup geçiyorum. Sıra fayton ve arabalarda. Hepsi birbirinden fiyakalı. Tam çıkarken bir tanesi dikkatimi çekiyor. Çünkü diğerlerinden farklı. Oldukça hafif görünüyor bir kere, ayrıca kapkara ve gösterişsiz , gizli mi gizli bir havası var. Sultan Abdülhamit yazıyor önündeki tabelada. Acaba mahsustan mı öyle şatafatsız bir arabaya binermiş?. Saltanat arabasından çok Tom Miks'deki sihirbaz Kundro'nun arabasını andırıyor. Hani sonunda hızını alamayıp da yardan aşağı yuvarlanan.. Gerçi tarih kitabımız “İstibdat Devri”n den, Avrupa'da adının “Kızıl Sultan”a çıktığından filan bahsederdi ama nedenlerine pek değinmeden. Neyse, Kundro'nun arabasının yanı başında durmak bana daha ilginç ve biraz da ürpertici geldi. Mahallemize de öyle simsiyah arabalar pek uğramaz zaten. Bitek Baron Şapçıyan'ınki hariç. Yayamı da götürmeye o gelmişti. Gerisi çoklukla açık renkli dolmuşlar, arada bir hususiler . Hele Pavli Usta ile Müsü Yorgo'nun işlettiği garaja bakım için gelen yeni modeller.. her birinin kuyruğu ayrı biçimde, renkleri canlı. Ha bir de tabi Karıncaezmez Şevki'nin bakkallara şarap dağıttığı sarı-kırmızı renklere boyanmış dolmuşu gelir, Vangel'e uğrayıp Lavrendoğlu, Güzel Marmara kasaları filan bırakır.
“Herik tidetsir ( yeter seyrettiğin ) davor araban !. Gı pave tamam .
Ben yine böyle dalmış gitmiş iken birdenbire niye sinirlendi babam?. Muhakkak bir sebebi vardır ama şimdi sormasam daha iyi. Nasıl olsa Cumartesi günü Torkom Dayday'a sorar öğrenirim. Çünkü Kaliforniya'da kanun hocalığı yaparak ün kazanan dayısının bir vakitler Sultan'ın huzurunda da çalıp okuduğunu duymuştum.
Torkom Dayday babamın iş arkadaşı. Hafta sonları Rıza Paşa yokuşu üzerindeki Doğramacıyanların dükkanının önündeki kaldırımda sepetle ayakkabı götürüp satıyor, ben de yardım ediyorum. Oradaki müşteriler daha kararlı nedense. Toptancılardan mal almaya gelmiş taşra esnafı, tezkeresi yaklaşmış çarşı iznine çıkan askerler, emekli memur, öğretmenler vs. İşler iyi. İsim soran da yok, “ hava alam da gelem” diyen de. Zaten sokaktayız nereye gideceksin hava almaya ?. Hem Torkom Dayday çenesi ve tatlı dili ile böyle şeylere fırsat bırakmaz ya neyse. Gerekirse Turgut oluverir.
Ben de kendim için böyle takma bir isim düşünmüyor değilim aslında. Ama ses benzerliği olmalı. O zaman yalan olmaz , yanlış anlaşılmış olur. Fakat dönüp dolaşıp aklıma sadece sınıftaki kızlardan Alis'in beni kızdırmak için taktığı “sosis” geliyor ve sonunda bu özentiden vaz geçiyorum.
Hem zaten bizde müşteriler çocuklara pek öyle isim filan sormazlar.
“Yeğenim, evlat, delikanlı” vs. diye hitap ederler genellikle.
Al-Abrik