Aylardan gene Haziran, günlerden gene cok sıcak bir gün. Bugünkü yol haritam Gülhane parkından geçecek. Neden Gülhane parkı dereniz, birkaç nedeni var elbette. Birincisi ve en önemlisi Gotlar sütununu, yani Istanbulun on yedi yüzyıldır ayakta kalmış ve coğu kişinin haberi bile olmadığı bir gizemli abideyi arayıp bulmak ve resimlerini çekmek, etrafındaki havayı teneffüs etmek.
Ikinci nedeni, bizatihi Gülhane parkının kendisini görmek. Bunca yılın Istanbullusu diye geçinirim, ama kendimi bildim bileli hiç gitmemişim Gülhane Parkına. Benim çocukluğumda önünden gectiğim, içinde küçücük bir hayvanat bahçesi olan, fazlada bakımlı sayılmayacak bir yer olarak aklımda kalan park. Parkın asıl önemi 1839 yılında Tanzimat Fermanın burada okunmasından kaynaklanıyor. Zaten bu nedenle fermana Gülhane Hattı Hümayunu deniyor. Atatürkde en önemli devrimlerinden biri olan Latin Alfabesini de ilk defa 1928 yılının Kasım ayının güzel bir günü burada kara tahtanın başında elinde tebeşir hakına tanıtmadımı?
1980 li yılların ortalarında, bir Istanbul seyahatinden Amerikaya geri dönerken, Cem Karacanın bir kasetini almıştım. Kasette Cem Karacanın Nazım Hikmet'in , Ceviz Ağaci şiirinden bestelediği çok güzel parçası vardı .Ilk defa Türkiye'ye gelen ve o zaman alti yaşında olan kızım Aslı şarkıya bayılmış ve ömür boyu unutamayacağı nakaratı hemen ezberlemişti.
"Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkında, ne sen bunun farkındasın, ne de Polis farkında ".
Doğrusu, Gülhane Parkında, Nazım Hikmet'i etkileyen bu ceviz ağaçları, onu polisden sakladığı gibi , Gotlar sutünunda her gün önünden vapurla geçen Istanbulludanda saklamıştı. Belkide bu nedenle Gülhane Parkındaki ceviz ağaçları benimde ilgi alanım olmuştu.
Ve son olarak da Arkeoloji müzesi. Onu bugüne kadar görmemiş olmak, kendisini bir Istanbullu ilan eden benim için bir ayıp konusuydu ve bu ayıbın bugün artık bitmesi gerekiyordu.
Eminönü vapurundan inip, Yeni Cami'nin kemerli geçitinden Sirkeci'ye doğru ilerliyorum. Bunaltıcı bir sıcak var, belkide buralarda hiç bir yeşillik olmadığı için, belkide yüzbinlerce insan sokaklarda dolaştığı için, belkide taş binalardan. Önünden geçtiğim iki ilginç tarihi yapının resmini çekiyorum; Büyük Postane ve Babı-Ali Kapısı. Sonra, bir büfeden pet sişe suyu alıp kalabalıktan ve sıcaktan bunalmış bir halde Gülhane parkına giriyorum. Girmemle birlikte, biraz hayretle, birazda ferahlamış olarak ilerliyorum. Girişde yol ikiye ayrılıyor; sağdaki yol yokuş yukarı Arkeoloji müzesine gidiyor, soldaki de hafif bir meyille asağıya parka doğru iniyor. Ben sola parka doğru giden yola giriyorum.
Inanilmaz bir ısı değişikliği hissediyorum bedenimde, bir serinlik , bir ferahlık. Sol tarafımda fıskiyeli havuzlar, havuz etrafında oynayan küçük cocuklar, iki tarafı rengarenk çiçek tarhları olan yolda yürüyen elele sevgililer, çimlerin üzerinde oturup dinlenen aileler. Bir anda kendimi bir " Oasis" yada vahaya girmiş gibi hissediyorum. Biraz evvel içinden geçtiğim yaşam kavgası veren, koşuşan, bağıran, çağıran, insanlar ve gürültülü sokaklar gitmiş, yerine hayatın ve doğanın güzeliklerinden sevdikleri ile yararlanan insanlar gelmiş. Her tepede bir çocuk bahçesi, cıvıl cıvıl çocuk ve kuş sesleri. Yemyeşil çimler, ortanca ve gül tarhları göz alabildiğine uzanıyor. Bir düzlükte durup Aşık Veyselin bronz heykelinin etrafında oynaşan çocukların resmini çekiyorum. Sonra hafif meyilli bir yokuşda tırmanışa başlıyorum, Roma devrinden kaldığı belli olan bazi sütun başlıkları, sonra Bizans zamanından kalmış olsa gerek üzerinde haç resmi olan bir sütun. Belki de burasi II Justinian'in kurdugu St. Paul yetimhenesinin kalıtıları. Biraz asağıda etrafi demir parmaklıkla çevrilmiş çukur bir alan, içinde oda bölmeleri, kimbilir belkide Bizansın meşhur Mangana Sarayından kalma .Sonunda yokuşun zirvesinde bir Osmanli sebilinin yanından geçip, Gotlar sütünuna varıyorum. Abide yuvarlak bir meydanın tam ortasında, etrafı bir yol ile çevrilmiş, yolun etrafina da banklar yerleştirilmiş. Bir bankın üzerınde bir çift sarmaş dolaş. Meydanın dış çemberinde, sütunu adeta gizleyen çınar,ceviz, ve çam ağacları sıra sıra dizilmişler.
Prokennesas mermerinden gökyüzüne uzanan onbeş metre boyunda yekpare bir sütun.Tam bin yediyüz yıldır dimdik ayakta, süphesiz Istanbulun ayakta duran en eski ve belkide en gizli kalmış anıtı.
Beyaz mermer sütun yillarin ve doğanın etkisiyle yukardan asağıya çatlaklar vermiş, yer yer kararmış. Sütunun tepesindeki Corint tipi başlık üzerinde kartal simgesi hala belli.
Kaidesindeki artık tamamen silinmeye yüz tutmuş kitabesinde ise şöyle diyor:
" Fortunae Reduci Ob Devictus Gothos"
(Gotların yenilgisi dolayısı ile geri dönen Fortuna'ya /To Fortuna, who returns by reason of victory over the Goths).
Birçok büyük depremin bile yerinden oynatamadığı bu sütunu kimmi dikmis? Bu konuda iki ayrı görüş var. Kimine göre Claudius Gothicus II (268-270), kimine görede Büyük Constantine(275-337) yaptırmış bu anıtı. Ama iki görüşünde birleştiği nokta anıtın, Almanların işgalci ataları Gothlara karşı Roma Imparatorluğunun kazandıği zaferi ebedileştirmek için dikildiği. Istanbulun diğer dikilitaşlaıi gibi Gotlar sütunun üzerindeki heykel bugün artık yok.
Heykelin kimliği konusuda oldukça tartışmalı.
Bir görüşese göre bir zamanlar sütunun uzerinde Bizansin mitolojik kurucusu Byzas'ın heykeli varmış. Hani bildiğimiz hikaye; Zeus aldattıği karısı Hera'dan korumak için sevgilisi Io'yu, buzağı şekline sokuyor, Avrupadan, Asya yakasına uçuruyor, ve buraya Bosphorus yani buzağı geçidi deniliyor. Sonra Zeus'dan hamile kalan Io, mecburen Altınboynuzdaki kentin prensesi Semetra'ya sığınıyor. Io'yu himayesine alan Semetra, doğan kız bebeğe Sykirokeras adını veriyor, yani kısaca Keras yada Haliç.
Keras büyüyünce manevi annesi Semetra onu Denizler Tanrısı Poseidon ile evlendiriyor. Bu evlilikten doğan erkek bebeğe Byzas adını veriyorlar. Küçük Byzas zamanla büyüyor ve Atalarının ülkesi Megara'ya göç ediyor. Burada bir ordu kuruyor ve Delfi kahinine başvurarak yeni kuracağı kentin yeri konusunda ondan yardım istiyor. Delfi kahini, yeni şehrini, körler ülkesi (Calcedon) karşısına kur diyince, Byzas kapağı Sarayburnunda alıyor. Burada o zamanlar Ligos adlı bir balıkçi köyü vardır. Burayı çok beğenen zevk sahibi Byzas, şehrini burada kuruyor ve bu tarihten sonra buraya Byzantion yada Bizans deniliyor.
Byzas'in heykeli bir zamanlar Gotlar sütununu kendine mekan edinmişmiydi bilemiyoruz, ama eğer öyleyse, bize göre buraya ve efsaneye herhalde çok yakışırdı.
Ikinci görüşe göre ise sütunun üzerinde bir zamanlar bir tanrıçanın heykeli vardi. Altıncı yüzyılda yaşamış Lidyali tarihçi Iones,e göre Gotlar sütununun üzerinde Yunanlıların pagan tanrıçası Tyche(Tykhe) yada Romalıların deyimiyle Fortuna dururmuş bir zamanlar. Fortuna, kentin sakinlerine şans getirip onların bahtlarını açtığı gibi, nedeni bilinmeyen bir doğal afetle karşılaşılınca bunun nedeni de genelikle Fortuna'nın lanetine bağlanırmış.
Her kimin heykeli Gotlar sutünu üzerinde durmuş ise, buradan ya indirilmiş yada düşmüş, ama sütun tam binyediyüz yıldır sapasağlam ayakta duruyor. Bende sonunda bu çok uzun zamandır görmek istediğim tarihi yapıtı gördüm, resimlerini çektim, karşısındaki bankta oturup onun hayatında geçenleri gözümde canlandırmaya çalistim. Bu sonuncusunu pek başaramadım, en iyisi biraz ileride tepenin denizi gören en güzel yerinde biraz dinlenip bir çay molası vereyim dedim.
Gördüğüm manzarayı anlatmak çok güç. Sağınızda adalara kadar uzanan Marmaranın masmavi arşipeli ,tam karşınızda Kız Kulesi ve Salacak, biraz ilersinde boğaza açılan yerde Üsküdarin o minarelerle süslü çıkıntısı, hemen karşısında Beşiktaş iskelesi, Boğazı bir gerdanlık gibi süsleyen asma köprü, solunuzda Galata Köprüsüyle ve Kulesi ile Pera ve Haliçin ağzı, arkanızda Topkapı sarayının duvarları ve ceviz ağaçları. Etrafınızda çiçekler, rengarenk güller, aşağıda sur kalıntıları içinde Halkalı istikametine giden mavi kırmızı bir tren. Lacivert denizin üzerinde bir arabalı vapur, suyun hemen üzerinde uçan yelkovan kuşları.
Garson, "abi küçükmü, büyükmü istersin çaydanligi "dedi. Küçük olsun dedim. Gelen bakır çaydanlığı sapından elimle tutunca, sıcak sapın etkisiyle elim yandı. Sonra çaydanlığın yanındaki küçük havlucuğun görevini anlayınca demli çaydan bir bardak doldurdum. Sonra bir daha, bir daha tam altı bardak demli çay içtim. Istanbulu seyrettim, Bizans imparatorlarının Mangana Sarayından, Osmanlının Topkapı Sarayı bahçesinden. Gotlarla Romalıları düşündüm, sonra ceviz ağaclarını, Nazım Hikmeti, Cem Karacanın sarkısını, kızlarımı, karımı. Düşüncelerden biraz kendime gelincede kalktım Topkapı Sarayının dış duvarlarını takip ederek asağıya, Arkeoloji müzesine doğru yürüdüm. Günüm daha bitmemişti.
Cem Özmeral
15 Agustos, 2009
Dublin, Ohio.
NAZIM HIKMET CEVIZ AGACI COLLAGE, BY CEM OZMERAL
Ceviz Ağacı / Nazım Hikmet Ran
Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz,
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda,
Budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda
.
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril,