İSTANBULUN DENİZİN ALTINDAKİ ZİNCIRLERI Yazının başlığı yadırganabilir ama bu konu eskiden beri merakımı uyandırmıştır. İstanbulda, savaş ve ticaret gemilerini durdurmak için denizin içine gerilen zincirler de diyebiliriz bunlara. Bu zincirlerden en çok bilineni Bizansın, Haliçin ağzına gerdiği ve Türk gemilerinin " Altın Boynuza" girmesini engellemek amacı ile kullanılan zincir. Daha az kişinin bildiği ikinci zincir ise daha da önceki zamanlara ait; on ikinci yüzyılın ikinci yarısına doğru İmparator I. Manuel Komnenos'un bugünkü Kız Kulesi ile Sarayburnu açıklarına gerdirdiği zincir. İsterseniz kronolojik sırayı takip ederek önce Kız Kulesi zincirinden bahis edelim. Bizanslı tarihçi Honiatesin yazdığına göre, İmparator I. Komnenos yazlık sarayını bugünkü Topkapı Sarayının bulunduğu yaramadacığa yaptırıyor. Güvenlik için Mangana manastırının bulunduğu bugünkü Sarayburnu sahiline birde kule dikiyor. Sonrada bakıyorki hem düşman gemileri hemde ticaret gemileri Marmaradan gelip şehri tehdit ediyor ve serbestçe dolaşıyorlar, bir kulede Damalis kayalıklarına dikiyor. Damalis kayalıkları, Kız Kulesinin uzerinde bulunduğu kayalıklar. Kimbilir belkide çok eski zamanlarda , Salacak sahili ile birleşik olan bu kayalar bir deprem sonucu çöküp arada dar bir su geçidi bırakmışlar. Bu kayalıklara kule yapıldıktan sonra kulenin etrafı küçük bir kalecik ile çevriliyor. Sonrada bu kuleden , karşıdaki kuleye sallar diziliyor sıra sıra. Sallar birbirine insan beli eninde zincir halkalarla tuturuluyor. Böylece düşman gemilerinin İstanbula girmesi engellendiği gibi, ticaret gemilerinin geçmesi içinde bugün " toll " denilen gümrük vergilerinin toplandığı bir karakol oluşturuluyor. Vergisini ödeyen ticaret gemileri, kule ile Salacak arasındaki zincirli salların açılması ile geçit izni alabiliyorlar. Sonra, hangi tarihde oldugu bilinmez, Sarayburnu sahiline çekilen zincir o kadar ağır geliyorki, Damalis kalesindeki kuleyi çektiği gibi denizin içine gömüyor. Zincirler denizin dibini buluyor, sallar parçalanıyor. Belkide bu tarihten sonra , ikinci zinciri limana yani Haliçin ağzina germe gereği duyuluyor. Kız kulesi ile ilgili hikayeyi daha önce İngilzce olarak yazmıştım.* Burada bu konuyu tekrarlamayacağız. Son Istanbul yolculuğumda bugüne kadar üzerine hiç ayak basmadığım Kız Kulesine gitme fırsatı buldum. Burada bizim ekip ile çok güzel iki saat geçirdik, bol bol resim çekip İstanbulu, Kız Kulesinden bakarak seyrettik. Bende hem gözlerimin önündeki muhteşem manzarayı içime sindirerek izledim, hemde zincirin nereden nereye bağlı olduğunu gözümde canlandırmaya çalıştım. Denizaltından geçecek tüp; Marmaray projesinin yapım çalışmaları Kız Kulesinin ik iyüz metre kadar ötesinde, güzel bir resmi bozan kara bir çizgi gibi gözlerimi tırmalıyordu. Ama bu çizgiyi biraz geriye çekip Kız Kulesinle birleştirdiğimde, o eski zinciri görür gibi oldum. Sonra kuleden asağı indim Sarayburnu sahillerine bakan kayalıklara baktım. Kayalar sanki bir heyelan sonucu yuvarlanarak denizin dibine doğru gidiyorlardi. Evet eski kule buradan boynuna bağlı zincirle birlikte, Marmaranın dibini boylamıştı.
Şimdi biz gelelim daha çok bilinen ve konuşulan Haliç zincirine. Bu zincirin parçalarını daha önce Beşiktaştaki Deniz Müzesinde görmüştüm. Ama, Konstantin'in Sultan Mehmet'in Haliç'e girmesini engellemek için çektirdiği zinciri nereden nereye çektirmışti ? Bu konuda bazı araştırmalar yaptım. Zincir Karaköy tarafında Yeraltı Camii denilen camiden, Sirkeci bölgesinde eski Yalı Köşk civarına gerilmişti. Aynı Kız Kulesi zinciri gibi bu zinciride aslında Haliçin ağzına dizilmiş yüzen sallar birbirine bağlıyordu. Lise yıllarımı Karaköyde geçirdiğim halde, bu çok ismini duyduğum yeraltı camiini hiç görmemiştim. Karşı taraftaki Yalı Köşk ne iş için kullanılırdı ve ona ne olmuştu? İşte kafamdaki bu soruları biraz okuyarak birazda gezerek cevaplandıracaktım. Zincirin Eminönü tarafındaki ucunun bağlandığı yer Bizans surlarının bulunduğu burçlardan biri idi. Fatih'in İstanbulu fethinden sonra bu surların bir kısmı yıkılmış ve ileri tarihlerde buraya "yalı köşk "denilen bir köşk yapılmıştı. Osmanlı padişahi denizde kayık gezintisine çıkmak istediğinde köşkün önündeki iskeleden , tentesi erguvan renkli kayığına biner, buradan dümende Bostancıbaşı boğaz kıyılarını yada haliç'i gezerdi.** Gene aynı şekilde bütün denizcilik gösterileri Padişah tarafindan buradan temaşa edilir, Kaptanı Derya ve diğer komutanlar seferden sonra bizzat Padişah tarafından buradan karşılanırdı. Bu köşk 19 cı yüzyıl sonrasına doğru, Sirkeci garına yer açmak için Sultan Adülaziz zamanında yıkılmış ve tarihe karışmıştı. Zincirin büyük bir kısmı Fetihten sonra yıllarca sokak köşelerinde kalmış,ve ileride Topkapı Sarayının bahçesindeki Aya İrini Kilisesinde sergilenmişti. Zincirin, Galata tarafindaki ucunun bağlandığı yeri ise son İstanbul seyahatimde bizzat görme olanağını buldum. Bizim ekiple birlikte İstiklal caddesinde dolaştıktan sonra niyetimiz Tünel ile Karaköy'e inmek oradan da vapur ile bir Haliç turu yaparak, Eyüp Sultan Camiini ziyaret etmek idi. Tünel'in tadilatta olması dolayısı ile, o dünyanın en dik yaya ve araç yokuşu, " Yüksek Kaldırım" ı düşe kalka kan ter içinde indik. Alt geçitten geçip, Kadıköy İskelesi yanındak , çay bahçelerinden birine yorgunluk içinde kapağı attık. Burada ben bizimkileri biraz soluklanmaları için bıraktım. Niyetim, hem Kadıköy iskelesinden kalkan haliç vapurunun saatlerini, öğrenerek jeton almak, hemde hemen iskeleyi geçince kıvrılan Kemankeş caddesindeki Yeraltı Camiini görüp bir iki resim çekmekti. Cami'ye bir iki basamak aşağıya inilerek giriliyordu. Cami'nin içi kemer şeklindeki sütunlarla payelere bölünmüş kısımlardan oluşuyordu. Bu bölümler ince uzun bir dehliz gibi arkadaki sokağa doğru uzanıyordu. Mahzenin arkasındaki bu sokağın seviyesi giriş kapısındaki sokağa göre en aşağı üç metre kadar daha yüksekti. Belkide bu kapıdaki girişin yer seviyesinin altında olmasından dolayı buraya "Yeraltı Camisi" denmişti. Karşı tarafta zincirin bağlandığı hisar gibi burasıda Bizans zamanında, Galata kulesinin etrafındaki Ceneviz surlarının kulelerinden birinin mahzeni imiş. Fetihten sonra "Mahzen-i Sultani "adı verilen bu mahzeni Osmanlılar uzun zaman cephane mahzeni olarak kullanmışlar. Buraya aynı zamanda halk arasında Bizans devrinden beri kurşunlu mahzende denirmiş. Bu konuyu biraz daha araştırınca, aslında Haliç zincirinin çok daha eski devirlerde Bizanslılar tarafından Emevilerin ataklarından korunmak üzere gerildiğini öğreniyordum. Aslında Haliç zinciri, Kız Kulesi zincirinden tam dört asır önce Altın Boynuzun boğazına gerilmişti. M.S.716 yılında tam yedi yıllık kuşatma netice vermeyince Emevi başkomutanı Mesleme elindeki cephane ve levazımatı buradaki Kastellion kalesindeki mahzene üzerine kurşun döktürerek kapatıyor ve Şam'a geri dönüyordu. Gene başka bir rivayete göre Osmanlılar devrinde Murat Efendi adlı bir Şeyh, keşif yolum ile buradaki kurşun kaplı mahzenlerin altında bazı önemli kişilerin mezarlarının olduğunu oğluna anlatır. ***Murat Efendinin mana aleminde gördüğü kadarı ile bazı ruhlar Üsküdardan Galatadaki bu mahzene bir nur köprüsü inşa etmişler ve devamlı burada yatan kişileri ziyaret ederlermiş. İste Murat efendinin oğlu babasından işittiği bu hikayeyi Sadrazam Mustafa Bahir Paşaya anlatır. Oda buraı namaz kılınacak bir mescit haline getirir. Burada, ikisi yan yana biri tek üç mezar bulunur. Bunların üzerine birer sanduka yerleştirilir. Murat Efendinin verdiği bilgiye dayanılarak, bu kabirlerin ; Vehb Bin Hüseyre, Amr Bin As ve Süfyan B. Uveyne ait oldugu rivayet edilir. Cami içindeki bu türbelerde kısa zamanda İstanbulun diğer semtlerinde görülen yatırlar gibi halkın şıkça ziyaret ettiği bir mekan haline dönüşür. İşte, İstanbulun altındaki zincirlerin bizim görebildiğimiz ve öğrendiğimiz kadar kısaca hikayesi böyledir. Cem Özmeral 17. Aralik 2007 Dublin, Ohio
Basilica Cistern (Yerebatan Sarayi)Pictures Courtesy of Jim Snyders
Medusa Head
YEREBATAN SARAYI VE MEDUSA BAŞI İstanbul'un bana gere en gizemli ve görülmesi olmazsa olmaz olan yerlerinin başında Yerebatan Sarayı ve hemen yakınındaki Binbir Direk Sarnıcı gelir. Yerin altına oyulduklarından sonra aradan on beş yüzyıl geçmiş ve yerin uzerinde bir dolu medeniyetler, saltanatlar gelip gitmişler. Üzerlerinde hipodromlar , saraylar, yollar, meydanlar, kiliseler, camiler, çeşmeler, mezarlar yapılmış. Sonra bunlar yıkılmış, yeniden yapılanmış yer üstü. Bir daha, bir daha . At arabalarının, yerini otomobiller, tramvaylar almış zamanla. Ama yer altındaki bu iki sarnıç hep aynı kalmiş yüzyıllarca. Bizans İmparatoru Justinianos'un altıncı yüzyılda yaptırdığı, bizim "Yerebatan" dediğimiz Bazilika Sarnıcı tam 80 bin ton su alırmış içine o zamanlar. Bugünkü futbol sahalarından daha geniş( 140/70m.) bir alanda içinde 336 tane üzeri oymalı mermer sütunun bulunduğu *, sazan balıklarının yüzdüğü koca bir yer altı havuzu. Bizanslılar bu sarnıcı şehri devamlı kuşatan istilacılardan korunmak ve kentin su ihtiyacını karşılamak için yapmışlar. Fatih, İstanbul'u aldıktan sonra belki bir yüzyıl bu sarnıçın farkına varılmamış, belki de biliniyormuş da fazla önemsenmemiş, zira Osmanlıda ancak akan su temiz ve makbul kabul edilirmiş. Ancak, ikinci Saray ; yani Topkapı Sarayı yapıldıktan sonra, Bazilika sarnıcının suları, sarayın bahçesini sulamak için kullanılır olmuş. Temiz su ihtiyacınıda, Valens kemerlerinde olduğu gibi yeni kemerler, bentler yaparak Belgrad ormanlılarından şehre taşıtmış Osmanlı. Bugünkü, Taksim meydanının bulunduğu alana su terazisini koymuş ve şehre taksim etmiş. Onun içinde alana "Taksim" denmiş. Benim çocukluğumun ilk on yılı Istanbul da özellikle iki semt de geçmişti. Bunlardan birincisi olan Kocamustafapaşa semtindeki köşkte su sorunu, İstanbulun diğer bazı yerlerine oranla yok denecek kadar azdı. Her üç katda da musluklardan , şarıl şarıl su akardı. Terkos gölünden gelen bu su günlük ihtiyaçlar için kullanılırdı. Anneannem ileride her akan musluk suyuna "Terkos", diyecektir, tıpkı elektriğe, " gaz" dediği gibi. Köşkün alt katında, mutfağın bitişiğinde küçük bir hamam vardı. Bu hamamda mermer bir kurna ve yanında bir odun sobası ile ısıtılan su sarnıçı bulunurdu. Burada ısıtılan su bakır taslarla kurnaya doldurulurdu. İçecek su ihtiyacı ise, sucular vasıtası ile karşılanırdı. Damacanalarla gelen içme suları, mutfaktaki kapağı işlemeli beyaz bir tülbentle kaplı küpe konulurdu. Buradan gümüş bir maşrapa ile cam sürahiye konur ve sofraya getirilirdi. Bahçede üzeri ağır bir taşla kaplı, kör bir kuyu vardı. Eskiden bu kuyu bahçedeki sebzeleri sulamak için kullanılırmış. Bahçedeki diğer ilginç şey ise ise hemen mutfak penceresini yanındaki beton içindeki su sarnıçları idi. Belki beş, belki yedi tane ; büyükten küçüğe , betonun içine kazılmış ve yerleştirilmiş su küpü. Hepsinin üzerinde elle tutulacak bir yeri olan çinko kapaklar. Zannederim, burada yağmurdan biriken sular, Terkos suyu bağlanmadan önce eski bir Bizans-Osmanlı geleneği, günlük ihtiyaçlar ve bahçe sulamak için kullanılırmış. Asırlar sonra bile üzerinde yaşayan insanların su ve onun saklanması ile ilgili karar ve düşüncelerini etkileyen Yerebatan Sarnıçının benim ilk gördüğüm 1985 yılında aslında o kadar etkileyici bir görüntüsü yoktur. Sultan Ahmet meydanının yakınında küçük bir taş binadan aşağıya merdivenlerden tahta bir platforma inersiniz. Birkac lambanın aydınlattığı loş ışık dışında etraf oldukça karanlıktır. Mermer sütunlar alt kısıları kurumaya başlamış su nedeniyle balçık bir çamur ile kaplıdır. Tahta iskelenin yanında küçük bir sandal isteyenleri ufak bir ücret karşılığında, sarnıçın gözle görülmeyen karanlık yerlerine götürmek için hazır beklemektedir. Ama çogu kişi böyle bir sandal yolculuğunu yapmaya cesaret edemez. Gene aynı yıllarda, Yerebatanın hemen yakınındaki ve onun üçte biri büyüklüğündeki Binbir Direk Sarnıçı genellikle turistlere açık bile değildir. Eğer bu tamamen suyu kurumuş sarnıçın kapısının yerini bulabilirseniz, orada oynayan çocuklara sarnıçın bekçisini bulmasını isteyebilirsiniz. Küçük bir ücret karşılığında bekçi size kapıyı açacak**ve yerin aşağısına doğru meğille inilen pasajdan geçerek Binbir Direk Sarnıçını görebileceksiniz. Kuruluş tarihi dördüncü yüzyıla inen bu dehliz o zamanlar bile ışıkla yerebatan göre daha iyi aydınlatılmıştır ve kurumuş zemininde yürüyerek çoğu ayakta kalmış 224 mermer sütunu görmek mümkündür. Unutulmamalıdır ki bu sarnıç ,Osmanlıdan beri çoğu kez kuruluş amaçlarına aykırı işler için kullanılmıştır. Zamanına göre burası Binbir Direk zindanıdır, zamanına göre dokuma atölyesi, bazen de koca bir depodur. Bu tarihlerden sonra önce Yerebatan Sarnıçı esaslı bir tadilat görür ve bugünkü halini alır. Önce tonlarca çamur dışarı çıkarılır sonra sütunlar arasında ziyaretçilerin korkmadan yürüyeceği beton yollar yapılır. Yolun üzerine gün batımını andıran ışık efektleri konur. Betonların üzerine ustaca gizlenen ses sistemleri ile klasik müziğin güzel nağmeleri , sütunların uzerindeki kubbede yankılar yaparak ziyaretçileri hoş ve gizemli duygulara götürür. İki binli yıllara gelirken bu sefer Binbirdirek sarnıçı onarılarak turistlere açılır. Artık dördüncü Konstantinin yaptırdığı bu sarnıçta şimdi , cafeler, restoranlar , hediye dükkanları ve 5n1k gibi televizyon programlarının sunulduğu küçük televizyon stüdyoları bile vardır. Beri taraftaki , Yerebatan sarayında turistlerin en fazla ilgisini çeken şüphesiz sütun kaidesi olarak kullanılan iki Medusa başıdır. Bu başlardan biri sular içinde yan yatar digeri ise kafası üzerinde durur. Eski yunan mitolojisine göre Medusa önceleri çok güzel ve alımlı bir kızmış. Athena onu için için kıskanır dururmuş. Fırtnalar tanrısı Poseidon Medusanın bu güzelliğine dayanamayıp , Athenanın sarayında ona sahip olmuş. Bunun üzerine çılgına dönen Athena , Porseusa'ya Medusanın başını uçurtmuş. Medusanın başının kopması ile de vücudunun içinde Poseidon dan olan çocukları, arkasındanda yılanlar dışarı fırlamış.*** Gene efsaneye göre , Medusanın kesik başına bakanlar taş olurlarmış. Bizim çocukluğumuzda en korktuğumuz şeylerden biri de bu taş olma işidir. Medusa başının üzerindeki yeryüzünde, eski at meydanındaki Mısırr Obeliskini kaidesinde taş insanlar ve çocuklar vardır. Annesine babasına el kaldıran çocukların sonudur bu, yada bize öyle söylemiştir birileri. Belki bu nedenle olacak, Bizansılar Medusanın başını yüzyıllarca suyun içinde ebediyen tepe taklak bırakarak taş olmaktan kurtulmaya çalışmıştır. İşte İstanbulun üstü gibi altıda böyle yüzyıllarca içinde insanların yaşadığı, kullandığı yerlerle doludur ve burada yaşananlar, İstanbul olduğu müddetçe kitaplara ve efsanelere konu olmaya devam edecektir. Cem Özmeral 5 Agustos 1907 Columbus, Ohio
Yazar Su sarnici onunde 1950.
Kaynakça: Yerebatan ve Medusa Başı
* John Freely, Istanbul the Blue Guide, Ernest Benn Ltd. 1983.Pg 157.
**same as above, pg 159.
***http://tr.wikipedia.org/wiki/Medusa Yerebatan and Medusa Pictures courtesy of Jım Snyders, Kocamustafapaşa su sarnıcı picture courtesy of Bülent Saraçoğlu.