Amerika’da oturduğum evimde gece saat on birdir. İnternette İstanbul Büyük Şehir Belediyesinin Web-TV sitesine girerim. Şehir kameralarından bazen Kadıköy İskele meydanını, bazen de Sepetçiler Kasrını seçerim. İstanbulda sabah olmuş, biraz evvel sağdan sola giden döner kameranın gösterdiği Kızkulesindeki kızıllık kaybolmuş, yerini masmavi gökyüzü almıştır. Kamera yavaşça sola doğru ilerlemeye başlar, karşı yakada Dolmabahçe camii, sonra Kabataş camii, set üstü, Tophane çeşmesi, kıyıya demirlemiş iki dev transatlantik yolcu gemisi gemisi, Galata kulesi ve Galata Köprüsü. Kamera dönmeye devam eder: Yeni Cami, Süleymaniyenin minareleri, Beyazıt Kulesi. Biraz evvel Üsküdar ve Kadıköy iskelelerinin yanında demirlemiş vapurlar Asya yakasına doğru ilk seferlerine çıkmış, Harem’den gelen arabalı vapurda tam önümüzde açılan iskeleden arabalarını çıkartmaya başlamıştır. Döner kameranın durup tekrar gerisin geriye döndüğü son noktada Sirkeci tren istasyonunda bekleyen Halkalı treninin vagonları, ve Sarayburnu istikametine doğru akmaya başlayan trafik görülür. Bütün bunları, Sepetçiler Kasrının kamerasının dikili olduğu direğin yanındaki Palmiye ağaçlarının yaprakları arasından seyrederim. Bazen de yağmur yağar, kameranın camının üzeri buğulanır, yağmur tanecikleri objektifi kaplar, bende istemeyerek bilgi sayarı kapatırım. İçimde bir sonraki sefer yapacağım İstanbul seyahatinin ve canlı gözle Sepetçiler Kasrından bu güzeliği seyretmenin hayaliyle yatağa giderim.
BUYUK POSTAHANE
HOBYAR CAMII MINARE VE KUBBE
ASIR EFNDIDE HOBYAR CAMII
EMİNÖNÜNDE ZAMAN TÜNELİNDE GEZİNTİ
Bugün İstanbul’da ilk günüm. Eminönünde vapurdan indim, ilk iş olarak Bâb-ı Âli yokuşundaki kitap basım evine uğrayacağım.Köprünün yanındaki alt geçitten Yeni Cami tarafına geçtim ve güvercinlerin uçuştuğu Hünkar Mahfilinin camiye bağlandığı üst geçidin altından Sultanhamam istikametine doğru yürüyorum. Hemen geçidin yanında eskiden Nimet Ablanın o ünlü Milli Piyango gişesi vardı, ama artık orası tarihe karışmış. Yolun başında Suraski hazır giyim mağazısından yarım asır önce annemle gidip Avusturya lisesi için aldığımız üniforma ceket ve kasketi hatırlıyorum, orası da yok artık. Sağımda Yeni camiyi yaptıran Valide Turhan Sultan’ın türbesi, binaların arasından Büyük Postahane’ye doğru yürüyorum. İstanbul’un, belkide dünyanın en eski ve en güzel posta binası, hala hizmet veriyor. Binanın bir bölümü Postahane müzesi olarak kullanılıyor. Müzeyi gezmeye karar veriyorum, girişte bir fotoğraf çektim, meğerse yasakmış. Ben önde, müze görevlisi arkamda mermer merdivenlerden çıkıp her üç katı da beraber geziyoruz.
Yukarıya Cağaloğluna doğru tırmanırken Aşir Efendi caddesinde küçük tek şerefeli minaresi, mavi çinilerle kaplı kubbe altı ile bana çok değişik gelen bir cami görüyorum. Caminin önünde birkaç orta yaşlı adam bir kamyona mal yüklüyor. Hemen yanlarında cami duvarının yan başına bir başkası çökmüş, hamalların eskiden beri sırtlarında taşıdığı yük koyacağı, gazetesini okuyor. Elli sene önce yük nasıl sırtta taşınıyorsa, İstanbulun daracık sokaklarında gene aynı yöntem kullanılıyor. Caminin kapısındaki tanıtıcı levha’yı okuyorum:
Hobyar Camii 1473 yılında Hobyar Hoca tarafından yaptırıllmış, yıllar sonra Büyük Postahane yapılırken de mimar Vedat Bey tarafından aynı yere tekrardan yapılıyor, eski cami ile pek alakası yokmuş. İstanbulun fethinden yalnızca yirmi sene yapılan bu caminin sonradan yenilenen ve çinilerle bezenen görüntüsü gerçekten görülmeye değer. Hobyar camiinden ayrılıp, Hobyar handaki kitapçıma doğru yoluma devam ediyorum.
SEPETÇİLER KASRI
Bab-ı Âli’ye çıkmak zordur ama yokuş aşağıda iniş de bir o kadar kolay. Yokuşta eskisine göre fazla değişen bir şey yok. Solumda yol boyunca hanlar içinde: kitapçılar, kırtasiye dükkanları, matbaalar, resim atölyeleri, fotoğraf malzemeleri satan dükkanlar ve köşe başlarında çabuk yemek yenecek yerler. Eskiden Cağaloğlu yokuşunda Hükümet Konağının olduğu düzlükteki virajda bir direk üzerinde, yukarıdan gelen trafiği gösteren koca bir ayna vardı, otomobiller, kamyonlar ve at arabaları bu aynaya bakarak muhtemel bir çarpışmadan kaçınırdı. Şimdi Hükümet Konağı ve civarı restorasyon halinde, araba yolu da yukarıdan aşağıya tahta perdeler ile çevrili, metro inşaatı iki senedir devam ediyor. Sonunda Sirkeciye iniyorum ve garın yanından Rıhtım caddesindeki trafikten kıyı tarafına , Sepetçiler kasrına doğru yürüyorum.
Sepetçiler Kasrının ön kapı girişi kordonlarla kapatılmış, yandan arabaların girdiği yerde bir nöbetçi kulübesi var, oradaki koruma görevlisi ile konuşuyorum.
“Abi burası kapalı” içeride restorasyon var diyor. Köşke çıkan rampa ve sağ kısmındaki bahçe son model lüks arabalarla dolu. Bildiğim kadarı ile binanın bir kısmı Uluslararası Basın Merkezi ve İstanbul Avrupa Kültür Başkenti gibi projeler için kullanılıyor, bahçesi de düğünler ve özel partiler için kiralanıyordu. Ama şimdi içeride ne var bilemiyorsunuz, önü de Mercedes ve BMW lerin park yeri gibi olmuş.
“Fotoğraf çekebilirliyim ?” diyorum.
“ Abi binayı çekme yasak, her yerde mobese kameraları var, ama istersen şuradan bahçeyi ve etrafı çekebilirsin” diyor. Sonra bana buraya neden geldiğimi ve neden binayla ilgilendiğimi soruyor. Bende anlatıyorum ve genç koruma görevlisi ile sohbet ediyoruz ayak üstü.
“Peki abi, burası eskiden ne için kullanılırmış, neden buraya Sepetçiler Kasrı deniyor, ben bilmiyorum, sen biliyormusun ?”
“Biliyorum, anlatayım” diyorum ve bildiklerimi ona anlatıyorum.
SEPETCILER KASRI VE YALI KOSKU
Sepetçiler Kasrı ilk olarak 1591 yılında III. Murat tarafından yaptırılıyor. Kasrı yapan mimar Davutağa. Dalgıç Mehmet Çavuş ve Nakkaşbaşı Lütfi Ağanın da kasrın yapımına büyük katkıları var. Yapıda kullanılan kırmızı mermerler Darıca ve Rusçuk’tan, çiniler İznik’ten, çiviler ise Selanik’ten getirilmiş.* Osmanlılar zamanında her yüzyılda bir tamir ve tadilattan geçen kasır Sepetçiler” ismini sonradan alıyor. 1643 yılında Sultan İbrahim kasrı sil baştan yeniden yaptırıyor. Bu devirde şimdiki Sirkeci garının bulunduğu bölgede yaşayan sepetçi ve hasırcılar var. Bunlar köşkün yapımına da yardımcı oluyorlar ve Sultan İbrahim bu esnafın civarda yaşamasını bir nevi koruma altına alıyor ve Kasra da Sepetçiler Kasrı adı veriliyor. Burası Osmanlı imparatorlarının donanmayı karşıladığı ve donanmanın sefere uğurlandıkları bir iskele olarak kullanılıyor çoğu zaman. Kasrın önünde de altı tane kadırgalarla dolu kayıkhane ve birde Padişah’ın Yalı Köşkü var. Çoğu zaman Osmanlı Sultanları bayramlarda ve kılıç kullanma gibi özel günlerde Eyüp Sultan’ı ziyarete giderken buradan Saltanat kayıklarına biniyorlar.
Cebeciler Köşkü de denilen Yalı Köşkü Sepetçiler Kasrından da önce Sultan II Beyazıt tarafından yaptırılmış, III Murat zamanında büyük tadilat görmüş ama 1869 yılında Sirkeci Edirne demiryolu’nun yapımı sırasında yıkılmış ve günümüze ondan hiç bir iz kalmamış. Padişah sefere çıkan Kaptan-ı Deryaları, Donanma Serdarlarını buradan uğurlarmış hep.** Donanma önce Beşiktaş’ta bugün Barbaros’un heykelinin ve türbesinin olduğu kıyıda demirler, oradan Müneccimbaşı’nın söylediği gün Yalı Köşkü’nün önüne gelir ve top atarak padişahı selamlarmış. Yalıköşkünde Kaptan’ı Derya’ya padişah tarafından kürk giydirilir ve kendisine adet üzerine bir hançer hediye olarak verilirmiş. Sefer’e çıkan donanma son olarak da Topkapısından atılan 40 pare topla selamlanırmış. Şimdi yerinde yeller esen kubbeli deniz kenarındaki bu köşk, deniz tarafından bakarsan Sepetçiler Kasrının tam sol revaklarının önünde imiş. İşte benim Sepetçiler ve Yalıköşkü hakkında bütün bildiklerim bunlar.
“Abi, ağzına sağlık, bizi de çalıştığımız yer hakkında bilgilendirdin, bu akşam eve gidince babam’a senin anlattıklarını nakledeceğim, o da senin yaşlarında.”
Binanın bahçesinin birkaç fotoğrafını çektikten sonra genç koruma görevlisi ile el sıkışıp vedalaştık. Vapurla gelirken Sepetçiler Kasrının deniz cephesinden fotoğrafını çekmiştim. Yola bakan kara tarafından resim çekmek yasaktı ama onu da ertesi gün Marmaray treni ile Florya’ya giderken hareket halindeki vagonun penceresinden çekecektim.