2007 yılında yazdığım Kaybolan Ada Vordonisi yazısında, bundan bin küsur yıl önceki bir depremde Marmara denize bütünüyle çöken onuncu Prens Adası Vordonisiyi, bu adanın üzerindeki ve hemen karşı kıyıda Küçükyalı sahilindeki Bizans’tan kalma iki manastırın hikayesini ve bu manastırların rahipleri Fotios ve Ignatius’un bir birileri ile Bizans Patriği olmak için yaptıkları amansız mücadeleyi yazmıştım. Daha sonra da 2011 yılında “Sur İçinden İstanbul” kitabında yayımladığım yazı internet de ve kitabı okuyan okuyucuların büyük ilgisini çekti, hatta Bostancı ve Küçükyalı civarında yaşayan dostlarımın çoğu böyle bir adayı ve Küçükyalı’daki Manastır harabelerini ilk defa işittiklerini söylediler. Bostancıdan vapurla adalara giderken manastır kayalıkları denilen ve üzerinde denizcileri uyarmak için bir deniz feneri olan kayalıklar biliniyordu, ama Küçükyalı’daki Satyros Manastırı harabelerinden pek kimsenin haberi yoktu. Benim kayalıklardaki manastır harabelerine balık adamlar gibi dalacak halim yoktu ama, yazıda kullandığım ve adeta uzaydan çekilmiş hissini veren büyük çukurun olduğu Küçükyalı manastırını gezmeyi aklıma koymuş, ne var ki bugüne kadar İstanbul’a her gelişimde bu arzumu ertelemiştim.
Küçükyalının benim hayatımda özel bir yeri vardır. İsterseniz manastır harabelerini gezmeden önce Küçükyalı semti ile ilgili anılarımı 2002 yılında yayımladığım Özlediğim İstanbul kitabından alıntılar yaparak anlatayım.
NI$AN TORENI, KUCUK CEM 4 YA$INDA, ARKADA KAYI$ DAGI,1951
OMER VE ZEYNEPLE KUCUKYALI, 1958
“Küçükyalı ile ilgili ilk anılarım dört, beş yaşlarıma rastlar.O zamanlar dedem , Kocamustafapaşadaki köşkten ayrılmış ve Küçükyalıda tek katlı bir ev yaptırmıştır. Burada anneannem ve o zaman üniversiteden yeni mezun olan dayımla birlikte yaşamaktadır. Evin bütün etrafı kırmızı gelincik tarlaları ile kaplıdır. Dayım bana uçurtma yapmasını öğretmektedir. İnce çıtalar, altıgen şeklinde birbirine ince çivilerle tutturulur. Kırmızı, mavi, yeşil parlak kağıtlar bu iskeletin üzerine undan yapılmış bir tutkalla yapıştırılır. Uçurtmanın en önemli ve gösterişli kısmı, saçak,saçak incecik kağıtlardan oluşmuş kuyruk kısmıdır. Kuyrukta takıldı mı, artık uçurtma hür bir kuş gibi gök yüzüne salınır...........................” “Dedemin ve anneannemin yalısının hemen arkasında iki katlı bir bina vardır. Burada Refik Bey ve refikaları yaşamaktadır ve bunların yedi kızları vardır. Lemi dayım bu kızlardan Servet hanıma tutulur ve kısa zamanda nişanlanıp evlenirler. Dayımın hakim olarak Kars’a tayini çıkar. Yeni evliler, dedem ve anneannemle Kars’a taşınırlar. Bu benim dedemi son görüşümdür. İki, üç sene sonra dayımlar Küçükyalı’ya döndüklerinde dedem artık yoktur. O artık uzaklarda, bembeyaz karların altında yatmaktadır.Daha sonraları, Avusturya Lisesinde yatılı okurken hafta sonraları , Küçükyalı’daki bu yalıya hep gelmişimdir. Burada geçirdiğim güzel günler başlı başına bir bölüm olacak kadar zengindir........................” Orta okul ve lise yıllarımın hafta sonlarının çoğu hep bu evde, dayım ve yengemin çocukları Ömer ve Zeynep’le geçmiştir. Ömer’le, bazen tren yollarında bazen de Ankara asfaltının öbür yakasındaki Kayış dağının eteklerindeki köye yürümüş, Çamlıkta plajda denize girmiş, orta okulun yanındaki sahada top oynamış, kısacası çocukluğumuz beraber geçmiştir.
Cumartesi günleri Bostancıda ismini şimdi unuttuğum bir sinemada ya da yeni açılan 63 sinemasında Türk filmleri seyretmeye giderdik. Bir de defalarca gittiğimiz ve 1959 yılında bir gece aniden çöken Neşe sineması vardı. O gece sinema da Marlon Brando’nun bir filmi oynuyormuş. İnsanlar film seyrederken bir anda tavan üzerlerine çöküyor ve kırka yakın talihsiz kişi ölüyor. Bu kadar insanın defnedileceği bir mezarlık aranıyor civarda. Sonunda Küçükyalı’da Ankara asfaltı civarında bir tepede karar kılınıyor. Cenazelerin İstanbul’un banliyölerinde de at arabaları ile taşındığı yıllar o günler. Bugün bir şehir gibi olan Küçükyalı mezarlığının başlangıcı da böyle işte. Neşe sinemasının kapanmasından sonra 1963 yılında modern 63 sineması yapılmıştı. Hiç unutamam, sinemanın bekleme salonunun duvarında Üsküdar’dan Anadolu Kavağına kadar Boğaziçinin tablosu resmedilmişti. Bugün o sinema kalmadı ama, sinemanın bulunduğu semte 63 deniyor.
İstanbul’a son gelişimde uzun zamandır görmediğim Küçükyalı’yı gezi listemin bir köşesine koymuş, tarihi de boş bırakmıştım.Kardeşim Mustafa ile Ekim sonunda İstanbul’a geleceğimi duyan Ömer de bize bir sürpriz yapıp atlayıp Almanya’dan İstanbul’a gelmez mi ! Program tamamdı, hep beraber önce Küçükyalı da annem, anneannem, dayım ve yengemin bütün ailesinin yattığı Küçükyalı Mezarlığını ziyaret edecek, sonra Küçükyalı da eskiden oturduğumuz evin sokağına gidecek, en sonunda da Küçükyalı Arkeoloji parkındaki Satyros manastırı harabelerini gezecektik.
Kasım başında günlük, gülistanlık bir Çarşamba günü arabayla Küçükyalı’ya doğru yola çıktık. Önce E-5 karayolunun yanında tepelerin üstündeki Küçükyalı mezarlığına uğradık. Neşe sinemasının çöküşünden sonra hayatlarını kaybeden talihsiz insanları defnetmek için 1950 li yılların sonlarında yapılan bu mezarlık artık dağlara, taşlara sığmaz olmuştu. Mezarlık giriş kapısının yanındaki ilk kabir olan dayımın mezarından başlayarak annemin ve diğer aile büyüklerinin kabirlerini ziyaret ettik, görevlerimizi yerine getirdik ve sonra Küçükyalı’ya doğru yola devam ettik. İlk durağımız İstasyonun yanında çocukluğumda dedemin tren beklerken bana gazoz ısmarladığı kahve’ye uğramak oldu. Kahve eskisi gibi tavla ve bezik oynayan adamlarla doluydu.Eski tren istasyonunu ise tanımaya imkan yoktu, yolun iki tarafı hapishane duvarları gibi demir parmaklıklarla çevrilmişti. Buradan İstasyonun önündeki ana yola çıktık, çarpık yapılaşmanın, reklam panoları kalabalığının zirve yaptığı sokaklardan geçtik. Aşağıya doğru inen İstasyon Caddesinin Ahmet Kutsi Tecer caddesi ile birleştiği üçgen alanda eskiden defalarca saç tıraşı olduğum bir berber vardı. Pencereleri iki ayrı sokağa bakan bu ufacık berber dükkanı dış cephesinin eskimiş haliyle elli küsur senedir hala yerli yerinde duruyordu. Ama bu civarda yaşlı birkaç çınar ağacından ve bu berber dükkanından başka hiç bir tanıdık yapı yoktu. Arabayla eski Neşe sinemasının olduğu sokaktan geçerek dedemin bir tarihte yaptırdığı tek katlı evin ve hemen biraz yukarısındaki tepede Refik Bey’in iki katlı evinin, ve kırların içine gelişi güzel serpilmiş başka evlerin olduğu o eski mahalleyi ve toprak sokağı aradık. Yeşil çayırların, gelincik tarlalarının, kuyu başlarında otlayan kuzuların, bahçe kapılarına bağlanmış çoban köpeklerinin, gökyüzünde renkli kuyruklarını sallaya sallaya süzülen uçurtmaların yerinde şimdi yedi sekiz katlı taş binalar, daracık asfalt sokaklar, kaldırımlara park etmiş arabalar vardı.
”İşte bizim ev buradaydı, büyük babamın evi de şurada’‘diye işaret etti Ömer, sokağın iki ayrı tarafındaki birbirine bitişik apartmanları göstererek. Gülümseyerek birbirimize baktık, ”haydi istersen su manastır harabelerine gidelim artık “dedim.
ISTASYON CADDESI
1959 DAN KALAN BERBER DUKKANI ,KASIM 2012
CINAR CAMII
KÜÇÜKYALI ARKEOLOJİ PARKI VE SATYROS MANASTIRI
Image:
Ben doğrusu bu harabeleri hiç hatırlamıyordum. Google Earth de gördüğüm kadarı ile eski manastırın kalıntıları Çınar Camiinin hemen yanı başında olmalıydı. Ama Küçükyalının yerlisi olan dayı oğlu, “biz çocukken mağara gibi bazı harabeler ve dehlizler vardı. Bize “sakin oraya girmeyin, icinde kaybolursunuz, dehlizler deniz altından adalara kadar gidiyor “, derler, “bizde pek içerisine girmeye cesaret edemezdik” dedi. Onun yolu tarifine pek gerek kalmadan birazdan Küçükyalı istikametinden İdealtepe’ye giden yolda Küçükyalı Arkeoloji Parkını gösteren kahverengi istikamet tabelaları göründü.
Manastır harabelerine Çınar camiinin bitişiğindeki çocuk parkından giriliyor. Aslında cami, park ve manastır duvarları, ve duvarların iki tarafını çevreleyen yeşil tepe birbirlerine kenetlenmiş tek bir alan görünümde. Belli ki Çınar Camii eski manastırın olduğu yerin bir bölümünün üzerine inşa edilmiş. 1988 yılında yapılan tek minareli cami, dış görünüşüyle bu yıllarda yapılan ve aynı kalıptan çıkmış, eski camilerin kopyası gibi görünen, belirgin bir mimari özelliği olmayan diğer camilere benziyor. Caminin yanındaki küçük park belki de Küçükyalının günümüzdeki tek yeşil alanı. Parkın arka kısmında manastırın duvarları boydan boya cami avlusuna kadar uzanıyor.Yan yana sıralanmış altı ya da yedi tonozdan birinin önünde, üzerinde yonca yaprağına benzeyen bir kabartma olan antik sütun başı dikkati çekiyor. Duvarların bittiği sağ taraftaki küçük bir patikadan yakardaki tepeciğe doğru tırmanıyorsunuz.Burada önünüze Küçükyalının o eski kırlarına benzeyen, mavili sarılı yabani çiçeklerle kaplı yeşil çayırlık bir alan çıkıyor. Buraya çıkıp biraz ilerleyince önünüzde adeta gök yüzünden düşen bir meteor taşının açtığı, dikdörtgen şeklinde koca bir çukur alan görüyorsunuz.Yukarıdan baktığınızda aşağıdaki platform en aşağı on, on iki metre aşağınızda. İşte tam bu alandan Çınar camiine kadar uzanan platformda eskiden Satyros manastırı ve manastırın altında da büyük bir sarnıç varmış. Bu sarnıcın suyu da Kayışdağından gelirmiş.
Bunları nereden öğreniyoruz derseniz, her ne kadar eskiden beri burada bir manastırın varlığı biliniyorsa da, 2000 li yılların başından beri burayı inceleme konusu yapan, burada kazılar yapan ve burayı Küçükyalı’ya kazandıran isim: Alessandra Ricci. Ricci Italya’da Arkeoloji tahsili görmüş bir Bizansoligist. Bu işe kendini o kadar adamış ki İstanbul’a yerleştikten sonra kısa zamanda Türkçe öğrenmiş ve hem Maltepe Belediyesi ile hem de çevre sakinlerinin yardımı ile alanı temizletmiş. Buraya ilk el attıkları zaman platformda ve sarnıcın içinde sekiz kişinin yaşadığını görmüşler ve öncelikle bu kişileri buradan çıkarmışlar. Sarnıca ve platforma girilen duvar boşluklarına demir parmaklıklar ve kilitler koymuşlar, etrafa çöp bidonları yerleştirip buranın bir çöp dokum alanı ve tinercilerin yeri olmaktan kurtarmışlar. Sonrada İstanbulun Dünya Kültür Başkenti Projesi kapsamında Türk arkeologlarla birlikte paneller düzenlemişler ve buranın çevreyle uyumlu bir arkeoloji parkı seklinde düzenlenmesi için çalışmalar yapmışlar.Bu panellere çevre sakinleri de katılmış ve burada alınan kararlara göre Küçükyalı Arkeoloji Parkı, icinde bir çeşmesi, kazı alanı, çay bahçesi, çocuk bahçesi, sergi ve kültürel etkinlik alanları olan bir tasarıma dönüşmüş. Bu proje halen tamamlanmamış bir tasarım aşamasında.
Daha önceleri M.S 834 yılında Bizans İmparatoruTeofilos’un Emevi ve Abbasi İslam mimarisinden etkilenerek yaptırdığı Bryas sarayının da burada olduğu tahmin ediliyor idiyse de, gerek Alessandra Ricci gerekse diğer arkeologlar burada M.S. 870 yılında bir manastır yapıldığından eminler. Ama Bryas sarayının da buraya yakin bir yerde olduğu tahmin ediliyor. Son yapılan kazılarda burada üç apsisli Satyros manastırının kalıntıları ve Patrik Ignatiusun mezarı bulunmuş.Vatikan da ki bir freskte Ignatius’un cenazesinin Ayasofya’dan deniz yoluyla getirilerek adaların karşısındaki büyük bir kiliseye gömüldüğü tasvir ediliyormuş. Gene bu kazılarda Bizans sikkeleri,mühürler,seramikler ve kandillerde bulunan objeler arasında. Büyük çukur diye bahsettiğimiz platform su sarnıcının olduğu yer. Bunun üzerinde Satyros manastırının bir bölümü varmış, tepe üzerindeki yeşillik alanda yapılan kazılarda eski kilisenin temellerine rastlanmış ve bu kazılar her yaz yapılmaya devam ediyormuş.
Küçükyalı Arkeoloji Parkını gezdiğimiz sırada su sarnıcının olduğu platforma girmeyi çok istedik ama demir kapı asma kilitle kapanmış olduğundan içeriye giremedik. Mecburen yukarıdaki yeşilliğin üzerinden aşağının fotoğrafını çekmekle yetindik, Ömer sarnıcın on metre yüksekliğindeki duvarları üzerinde bir kedi gibi yürüyerek fotoğraf çekiyor beni heyecan icinde bırakıyordu. Sonunda yeterince fotoğraf çektiğimize kanaat getirince Arkeoloji Parkından ayrıldık. Arabada eve dönerken artık Küçükyalının elli sene önceki halini çoktan unutmuştum. Buranın elli sene önceki halini biliyordum ama bundan iki bin iki yüz elli sene önce burası acaba nasıldı diye düşünüyordum. Acaba Vordonisi adasındaki manastırımı daha görkemli ve büyüktü, yoksa Küçükyalı manastırımı ? Ya, Bryas sarayı acaba neredeydi ve bir gün onun kalıntıları da bulunacak mıydı? Rahip Fotios mu yoksa Ignatius mu diğerinin kuyusunu kazmıştı? Gökyüzünün ve Marmaranın rengi daha mi mavi, çayırların rengi daha mi yeşil, gelincikler daha mi kırmızıydı. Kayış dağından gelen su daha mi tatlı,fırındaki ekmek daha mi lezzetliydi? Acaba toprak sokakların birleştiği iki yol ağzında o zamanda bir berber var mıydı.Yoksa Vordonisi adasını ve Satyros manastırını yerle bir eden büyük depremden sonra her şey, ama her şey, bir daha geri gelmemek üzere değişmiş, ve bir toprak yığının altında sonsuza kadar saklımı kalmıştı? Ben de neleri düşünüyordum! En güzeli herhalde içinde olduğun zamanın tadına vararak yaşamaktı.