Galata ve Pera birbirini tamamlayan, çoğu zaman birbirleri yerine de kullanılan, Haliç’in kuzeyindeki bölgelere verilen adlar. Galata denilince genellikle Karaköy ve Galata kulesine kadar olan civarı anlaşılır. Tarihi yarımada da olduğu gibi aslında burada da bir sur içi vardır, ama Cenevizlerden zamanında yapılan bu surlardan geriye birkaç taş parçasından başka bir şey kalmamıştır. Galata isminin burada eskiden Cenevizliler zamanında olan süt mandıralarından geldiği söylenir. Çoğu eski haritaya göre de sınırları Kasımpaşa, Tophane ve Galata kulesi üçgeni içinde kalan bölgedir. Pera’ya gelince, Bizansın ilk devirlerinde “Peran en Sykais” yani karşıdaki incir ağaçlarının olduğu bölge anlamına gelir. Yani sur içindeki şehrin karşısındaki yer. Bize göre de Pera, Galatanın kuzeyindeki tepelerde kalan ve eskiden çoğunlukla levantenlerin yaşadığı, Tepebaşı, Beyoğlu, Taksim, Şişli bölgesidir. İşte bugünkü gezimizin ilk bölümünde Galata da harita dan işaretlediğim bir iki tarihi yeri, photojournalist arkadaşımız Bikem Ekberzade ile gezecek, sonrada gezinin ikinci ayağında Avusturya Lisesinden yedi arkadaşımla buluşarak Pera bölgesinde gezimize devam edeceğiz.
Gezimize Karaköyde Haliç kıyısındaki Balık Pazarından başladık. Daha eskisini bilemem ama bu balık pazarı bizim gençliğmizde Eminönü tarafında şimdi turistik balık ekmek teknelerinin olduğu Yemiş Pazarındaydı. Sonra Karaköy tarafına taşındı, hatta önce buraya bir Balıkçı Hal’i kuruldu, sonra kaldırılarak balıkçı dükkanları yan yana sıralanıp bir carşı oluşturuldu. Burada hem taze balığı alıp evinize götürebiliyorsunuz hemde isterseniz ayakta ya da oturarak yiyorsunuz. Ama eskisine göre değişen fazla bir şey yok. Eskiden balık ekmek soğanı ile gazete kağıdına sarılıp kıyıya bağlanmış kayıklardan satılırdı, şimdi ise Eminönündeki gibi modern mangallı teknelerde ya da bu kıyıda olduğu gibi balıkçıların hemen arkasındaki salaş açık hava restoranlarında satılıyor ve beş liraya taze balıkla karnınızı doyurabiliyorsunuz.
Bikem elinde Cannon Mark III. ve devasa lensi ile önde, ben onunkinin minyatürü Rebel ile arkasından fotoğraf çeke çeke yürüyoruz. Balıkçı Pazarında, kırmızı balıkçı tablaları tepeleme dolu: mezgit, çupra, lüfer, levrek, çinekop, palamut, hamsi,karides....
Ayaklarında sarı çizme, bellerinde siyah muşamba önlüklü balıkçılar ampüllerin altında sergilenen balıkların üzerine su serpip müşterilere hizmet ediyorlar. Ama burada karşı kıyıdaki gibi bağrış çığrış, “yes fish please” ciler yok. Balıkçıların hemen yanında küçük bir lokanta. Elektrikli mangalın üstünde “filet” kesilmiş palamutlar sıra sıra dizilmiş, yanındaki kızgın yağlı tavada hamsiler nar renginde kızarıyor. Arkadaki camekanlı dolapta kabukları soyulmuş beyaz soğanlar top şeklinde hazırlanmış müşteri bekliyor. Kızarmış balık kokuları arasından Arnavut kaldırımlı ara sokaklara sapıyoruz. Buralarda da eskisine oranla değişen pek bir şey yok. Sıvası dökülmüş çoğu metruk binalar, önleri demir parmaklıklı dükkanlar, ayak altında dolaşan kediler, kimi koşuşturan, kimi de avare ve yorgun insanlar.
MAKBUL İBRAHİM PAŞA CAMİİ
Perşembe Pazarı civarındaki dükkanların çoğu eski deniz malzemeleri satan hurdacılar ve torna atölyeleri. İğreti dükkanların önünde paslanmış zincirler, demir çapalar, her çeşit halatlar, plastik ve teneke dubalar, deniz fenerleri, pusulalar, yayalar la park edilmiş kamyonların paylaştığı kaldırımlara taşmış. İleride sağ tarafta pembe badanalı tek minareli küçük bir cami görünüyor, on sen önce dilenci vapuru ile Haliç’i gezerken kamerama takılan ama ismini bilmediğim cami. İki katlı camiinin altında ki tonozlarda bir sürü dükkan var. Ayılana gazoz, bayılana limon satan bir büfe, mangalının soba borusu dükkanın damından dışarı çıkan bir dürüm evi, sararmış meyvaları ile cami duvarına yaslanmış bir keçi boynuzu ağacı, ve cami kapısının önünde serilmiş hasırın üzerinde kıbleye dönmüş namaz kılan insanlar. Adamlar eski ayakabılarını çıkarmış sokak kaldırımına koymuşlar, cami kapısında Cilalı İbo kepli yaşlı bir adam bir tabure ye oturmuş namaz kılan adamlarla aynı istikamette oturuyor, adamın yüzünde hüzün dolu tatlı bir tebessüm.
Caminin kapısına yaklaşıp mermer tabelayı okuyorum: Makbul İbrahim Paşa Camii. Gökte ararken yerde bulduk diye buna denir, İbrahim Paşa gene karşıma çıktı. Onun önce sarayını yazmış sonrada mezarını aramış, Kasımpaşa ve Fındıklı arasında mekik dokumuş, sonrada Selçuk Erarslan arkadaşımın Canfeda çıkmazında çektiği fotoğrafları yazıya ilave ederek muhtemelen İbrahim Paşanın mezarının o civarda olduğu tahminini yürütmüştüm. Şimdi Haliç kıyısında Perşembe Pazarındaki bu cami gene kafamı karıştırmıştı. Caminin yapısında eskiye dayanan, Osmanlıyı anımsatan hiç bir iz yoktu. Bu konudaki bilgiyi sonradan biraz kitap karıştırdıktan sonra öğrenecektim.
Makbul İbrahim Paşa 1536 yılında burada yağ tüccarlarının toptancı dükkanlarının bulunduğu Yağkapanı denen bölgede aynı adla bir cami yaptırıyor. Cami Osmanlı döneminde en son II.Mahmut zamanında yeniden yapılandırılıyor. Tarihi boyunca çeşitli yangınlar geçiren camii Cumhuriyetin ilk yıllarında geçirdiği büyük bir yangından sonra yeniden yapılıyor. En son da 1990 yılında restore ediliyor ve minaresi değiştiriliyor.
O gün caminin içine girip gezemedik ve bir daha ki durağımız olan Arap Camii ne doğru yolumuza devam ettik. Bu tarihten iki ay sonra Selçuk camiye gidecek, caminin yirmi yıldır İmam-ı hatipliğini yapan Hanifi Bayırla tanışıp hem bilgi alacak, hem de çektiği fotoğrafları bize yollayacaktı. Bu resimlerin elimize geçmesinden bir gün sonra da yeni bir okurumuzdan aşağıdaki maili aldım. Nedir bilinmez ama İbrahim Paşa sanki beni yazmaya devam et diyordu.
Cem Bey Merhaba,
Istanbullite sitenizdeki İbrahim Paşa sayfanıza girmiş bulunmaktayım ve Pargalı İbrahim Paşa ile ilgili yazını büyük bir merakla okudum. Benim işyerim Can Feda Çıkmazı'nın hemen içinde ve sizinle geçen gün yaşadığım anektotu paylaşmak isterim..Gün içinde çalışırken, çay görevlisi Hanım yanıma gelip, “ biliyor musun Esra biraz önce yandki türbe de Murat Bardakçı(Tarihçi) vardı.Birkaç kişiyle gelip inceleyip gittiler” dedi.Onun üstüne biz de iş arkadaşımla birlikte her gün kime ait olduğunu bilmeden dua ettiğim türbenin yanına gittik.Yan binanın(Yapı Kredi Bankası) güvenlik görevlisi köşede sigara içiyordu.Biz de ona soralım dedim, neyin nesidir bu türbe diye.Sayfanızda resimleri çekilen 3 tane yeşil mezar taşlarının sırasıyla en büyüğü Can Feda ve en küçüğü kızı olmakla birlikte diğerinin eşine ait olduğu bilgisini verdi.Osmanlı Dönemin de öldürülen 3 kişilik bir aile.Ölüm sebepleri belirsiz.Amaaa, asıl size maili atma sebebim bu görünen mezar taşlarının hemen yanında aşağıda bir mezar taşı daha olması.....Rengi yeşil değil beyaz renk ve üstünde hiçbir yazı yazmıyor....Bekçi ara sıra mezarı temizlediğini söyledi ve o aşağıda kalan beyaz mezar taşının altında sanduka gibi birşeyin olduğunu yere dokunduğnda anladığını söyledi.Dilerseniz size yine can feda baba türbesinin yeriyle birlikte bu arada kalan ve görünmeyen, Murat Bardakçı nın bile gelip baktığı beyaz mezar taşının fotoğrafıı çekip yollayabilirim.
Bilgilerinize sunarım.Saygılar
Esra YILMAZ
Ekte ki dosya da, çekebildiğim naçizane bir kaç fotoğraf yer alıyor.Tarihin Arka Odası programından bahsetmişsiniz bir önceki mailinizde. Programı izlemedim ama arkadaşlarımın söylediği kadarıyla,Kanuni Sultan Süleyman,Pargalıyı boğdurduktan sonra, Matrakçı'ya kimsenin bulamayacağı bir yere göm demiş.O da Pargalıyı gömdükten sonra yanına Çitlembik ağacı dikmiş.Benim size yolladığım resimlerde türbenin hemen içinde büyükçe bir ağaç var o ağaç,Matrakçı'nın diktiği ağacın yavrusuymuş tabi şimdi kocaman olmuş.Botanikçi bir bayan ağaçtan örnek alıp onun Çitlembik ağacı olduğunu teyit etmiş.Yazılarınızın başarılarını ve devamını diliyorum.Takipteyim.
Esra
ARAP CAMİİ
İbrahim Paşa camii’nin önünden doğru önce kıyı kıyı, sonra iç sokaklara geçerek, yolu dükkan sahiplerine sorarak Arap camiine doğru ilerliyoruz. Bu arada Bikem üzerinde yabani kırmızı sarmaşıklar olan metruk bir yapının fotoğrafını çekerken park ettiği arabayla geri geri çıkan bir arabanın neredeyse altında kalıyordu. Sen git Bağdat’da, Kerkük’de, Erbil’de bombaların patladığı yerlerde kazasız belasız bir sene yaşa, sonra gel Haliç kıyısında trafik terörünle tanış!
Daracık daracık sokaklarda demirciler, yedek parçacılar, elektrik ve el aletleri satan dükkanlar, motor ve jenaratörcüler, hurdacılar, bobinciler, yay ve lastik satanlar dükkanlar arasından geçiyoruz. Kaldırımların üzerine park etmiş arabalar, nar ve portakal satan seyyar manavlar ve sonra karşımıza aniden çıkan kırmızı tuğladan yapılmış bir kule. Bu üzeri külahlı kule eski bir çan kulesi, şimdi ise Arap camii nin minaresi. Bu minare belki dünyanın şerefesiz tek minaresi. En üst kısmında sivri külahın altındaki tahta katta üç tane kepenkleri kapalı pencercik ve hemen önünde de bir hopörler var.
Caminin avlusuna minare kulesinin altındaki bir dehliz den geçilerek giriliyor. Avluya girer girmez boylu boyuna kırk elli metre kadar uzanan kırmız taşdan yapılmış üç katlı gibi görünen ihtişamlı bir bina ile karşılaşıyorsunuz. Başka hiç bir camiye benzemeyen bu yapının kubbesi yok ve damı düz. Üst üste gotik tipi pencereleri mermer tonozlar altında tahtadan yapımış iki büyük kapısı ile, yapı bir cami den çok eski bir avrupa klisesine benziyor. Bina ve avlu pırıl pırıl, en ortada beyaz mermerden altıgen şeklinde çok güzel bir şadırvan ve avlunun girişinde hemen caminin önünde etrafı yeşil parmaklıklarla çevrilmiş bir yatır var.
Aslında zamanlamamız o kadar yanlış ki: Cuma öğlen namazı zamanı. Cami nin ikinci kapısı açık, içeride iğne atsan yere düşmez, cemaat namazda. Namazın bitmesini beklesek, kırk dakika sonra Pera müzesinin önünde arkadaşlarla randevümüz var. Mecburen caminin dış kısımlarının ve avlunun fotoğraflarını çekerek avlu kapısından sokağa çıkıyoruz, nasıl olsa Selçuk kardeşim daha sonra gelip caminin iç kısımlarının resimlerini çeker diye düşünüyorum. Saliha Sultan Çeşmesine uğrayıp oradan yokuş yukarı Tünele doğru çıkacağız.
ARAP CAMİNİN TARİHİ VE ÖZELİKLERİ
Arap Camii nin tarihsel önemi İstanbul’un fethinden önce İstanbul’da yapılan ilk cami olması ve ikinci olarak ta cami den kiliseye, sonrada kilise den camiye çevrilen tek mabet olmasıdır. M.S. 717yılında Araplar komutanları Mesleme Bin Abdülmedik’in önderliğinde Konstantiniye’yi karadan ve denizden kuşatırlar. Bir yıl süren kuşatmada Arap askerleri tarihi yarımadaya bir türlü giremezler ve sonunda Mesleme askerlerinin büyük kısmını geri çeker, ama Bizans imparatoru Leo ile bir antlaşma yaparak burada bıraktığı askerleri için Galata’da Haliç kıyısında, sonradan Arap Mescidi denilen bir mescit inşa ettirir. Bu Arap birliği yedi sene Galata’da kaldıktan sonra sonra Şam’da çıkan bir isyanı bastırmak üzere geri çağrılır. Bunu fırsat bilen Dominican papazları camiye el koyarlar ve buraya bir çan kulesi ilave ederek camiyi kiliseye çevirirler. 1233 yılında 4. Haçlı askerleri Kudüse giderken yollarını şaşırıp Konstantinopolis şehrini yakar yıkar ve talan edip bir çok değerli heykel ve eseri İtalya’ya kaçırılar. Bu kargaşada bu defa Katolik Papazları Kiliseye yeni ilaveler yapıp iç duvarlarını fresklele süslerler ve kiliseyi St. Paul’a ithaf ederler. Sonra yıl gelir 1453’e. Fatih Sultan Mehmet’in şehri almasından sonra birçok yerde olduğu gibi kilise tekrardan camiye çevrilir, çan kulesine bir külah eklenerek minare haline getirilir, fresklerin üzerine sıva çekilir. Bu civara Arap mültecilerin yerleştirilmesinden dolayıda cami’ye Arap Camii denir. Osmanlının ileriki devirlerinde cami defalarca yangınlar ve restarasyonlar geçiriyor, bunlardan en önemlisi de Sultan II. Mahmut zamanında yapılan restorasyon ve şadırvanın ilavesi.
Cami en son Osmanlının son devrinde bir yangın geçirmiş ve 1913 yılında restore edilmiş . Basılica şeklinde inşaa edilmiş camide önden arkaya üç bölüm var. Kuzeydoğudaki galeri nin ön kısmında bir bölümle ayrılan ve ayrı bir giriş kapısına sahip olan hünkar mahfili bulunur. Güneydoğudaki mihrap orta geniş bölümü ortalamaktadır.Güney batıda uzanan yan bölümün devamında yer alan ikinci odanın dış duvarlarını ve karşısında bulunan avlu duvarını kullanmak suretiyle meydana getirilen mekanın üzerinde eski çan kulesi olan minare yer almaktadır. Bu çan kulesinin altından sağlanan geçitten bir dehlizle iç avluya varılmaktadır. Arka bölümde etrafı tahta parkmaklıklarla çevrili ve iki katlı bir müezzinler mahfili var. Cami’ye girince ilk dikkatinizi çeken şey pırıl pırıl ahşap döşemeler. Caminin düz tavanı, her iki taraftaki sütunlar, balkon koltulukları tahtadan ve yer yer oyma işlemelerle bezenmiş.
Arap Camii’ni önemli kılan etkenleri fetihten önceki ilk cami ve cami’den kiliseye çevrilen ve sonra tekrar cami olan tek mabet olması demiştik. Çan kulesi şeklindeki minaresi de bir başka özelliği ama biz ce en önemli özeliklerinden biri de bazı cami duvarlarının üzerinde St. Paul kilisesi döneminden kalma fresklerin olması. 1999 yılındaki depremden sonra caminin duvarlarındaki sıvılar dökülüyor va altlarından Rönesans öncesi ama aynı güzelikte freskler çıkıyor. Camideki freskler hakkında çalışma yapan Mimar Sinan GSÜ Öğretim Görevlisi Yar. Doç. Dr. Haluk Çetinkaya,
“Gotik bir kilise olan yapı, Katoliklerle Ortodoksların kanlı bıçaklı oldukları 14’üncü yüzyılda inşa edilmiştir. Bir Katolik kilisesi olmasına rağmen inşasında ve fresklerin yapılmasında Bizanslılar, yani Ortodoks Hıristiyanlar bizzat çalışmıştır. Bu özelliğiyle Türkiye’deki ilk ve tek örnektir. Freskler de dünyadaki özel fresklerdendir” diyor.
Fresklerin ortaya çıkmasından sonraki on bir yıl cami görevlileri fresklerin üzerini örtülerle ötrtüyorlar ve bu suretle cemaat namazlarını kılıyor. Ama 2010 yılında başlayan restorasyon çalışmaları tamamlandığında fresklerin üzerleri koruyucu bir tabakayla kaplanmış ve bunun üzeride alçıpanla sıvanmış. Vakıflar Genel Müdürlüğü bu düzenlemenin cami olarak kullanılan mekanda fresklerin korunması için yapıldığını söylemiş. Acaba bu güzel fresklerin bir şekilde cami dışında sergilenmesi yapılabilirmiydi, bilemiyoruz.
DUVARLARDAKI FRESKLER
FRESKLERIN UZERINDE ALCIPANLA KORUYUCU CERCEVE
CUMA NAMAZI
Arap Camii ve Galata,Sabri Işık,
Caminin iç resimleri ve bilgileri Selçuk Erarslan,
Haber Türk,Serkan Akkoç http://galeri.haberturk.com/diger/galeri/413173-restorasyon-degil-sivama/1/12
Aslında bugün Galata’dan Pera’ya çıkmadan önce son durağımız Unkapanı köprüsünün Galata ayağındaki Sokullu Mehmet Paşa Camii olacaktı. Ama İstanbul’daki birçok cami ve kilise gibi bu camide restore ediliyordu ve camiyi gezmemiz mümkün olmadı. Son beş yılda restorasyon nedeni ile Fatih ve Fethiye camilerinin, Bulgar Kilisesinin, Yahya Efendi Dergahının, Pera Palas Otelinin kapılarından elim hep boş dönmemişmiydim? Ne yapalım, hiç değilse Unkapanı köprüsünün altından Haliçin resmini çekip, köprünün hemen başındaki Saliha Sultan Çeşmesini görmüş olacaktık.
Hikaye ye göre eskiden Alexandra isminde küçük bir Rum kızı buradaki çeşmeden testisine su doldururken ağırlığa hakim olamayarak testiyi düşürür ve kırar. O sırada oradan geçmekte olan IV. Mehmed’in eşi Rabia Gülnuş Valide Sultan küçük kızın çeşme başında ağladığını görünce durur onu teselli ederek kendisine yeni bir testi alacağını söyler. Ama küçük kız testi kırıldığı için değil evine su götüremiyeceği için ağlamaktadır. Valide Sultan küçük kızın bu duyarlılığını çok beğenir ve kızı himayesine alır ve ona Saliha adını verir. Gel zaman git zaman küçük Saliha büyür ve Valide Sultanın oğlu II.Mustafa’ya gelin olur. Ve gün gelir Saliha Sultanın oğlu I. Mahmut tahta çıkar ve annesi Saliha Sultan da Valide Sultan olur. Valide Saliha Sultan küçük bir kızken düşürdüğü testiyi hiç unutmamıştır. Oğlu I. Mahmut’tan Azapkapıda o eski mahalle çeşmesinin olduğu yere görkemli bir çeşme yaptırmasını ister. Padişahın emriyle 1732 yılında Hassa Mimarbaşı kayserili Mustafa Ağa tarafından buraya Rokoko mimarisinde iki çeşmeli bir sebil yapılır.
Çeşmenin suyu Topuzlu bendinden gelen ve Taksim’den ve civara dağıtılan sudur ve civar insanları bu sebilden testilerini doldurmaya devam ederler. Tümü beyaz mermerden olan sebilin üç pencersi, bir kapısı ve iki tarafında iki çeşmesi vardır. Çeşmenin saçaklı kubbesi, saçak altı motifleri ayrı güzel, mermer ön duvarlarındaki bitki motifleri ile bezenmiş taş oymacılığı ve altın yaldızlı kitabeleri ayrı birer güzeldir. Çeşme yirminci yüzyılın ortalarından sonra, yapılan yol inşaatları nedeniyle bazen kendi kaderine terkedilmiş bazen de restore edilip tekrar ihya edilmiştir.
Sebilin önündeki çim tarhının içine dikilmiş tabela da sebilin Kuveyt Türk tarafından 2005 yılında restore edildiği yazıyordu. Sokak seviyesinin altında kalmış çeşmenin yanında koca bir çınar ağacı, etrafında da üzerine son bahar yaprakları düşmüş çim tarhları vardı. Beyaz mermer sebil duvarları, altın yaldızlı kitabeler, cam göbeği renkli desenli saçak altı, üzerlerinde altın hilaller olan ana kubbe ve küçük kubbelerin hepsi tertemiz ve pırılpırıldı. Ama ne yazıkki Saliha Sultan Sebilinin iki çeşmesinin de muslukları yerinden çıkarılmış ve artık suyu akmıyordu. Testi bir kere daha kırılmıştı.
Bugünlük Galata gezimizin sonuna gelmiştik. Tünel’e doğru yürüdük , öğleden sonra programında Pera Müzesi ve Pera Palas Oteli vardı.