Çemberlitaş’tan, metro tramvaylarının geçtiği yoldan Sultan Ahmet’e doğru hayallere dalmış yürüyorum. Önce çocukluğumdaki günleri düşünüyorum. Sultanahmet Camii ve Dikilitaş’ın yanından annemle kim bilir kaç kere geçmiştim. Mısır Obeliski’nin kaidesindeki imparator ve çocuk heykelleri aklımdan geçiyor. Dört beş yaşında olmalıydım, bu taş çocukların ne olduğunu anneme sorduğumu hatırlıyorum. O zamanlar annem bana, annesine ve babasına el kaldıran çocukların böyle taş olacaklarını söylemişti ve bende çok korkmuştum. Belki de aynı hikayeyi anneannem annem’e anlatmıştı bir zamanlar. At meydanında Dikilitaş’ın olduğu yere doğru yürümeye başladım.
Belki iki binlik bir yoldu üzerinden gittiğim cadde. Bizans zamanında Mese, Osmanlılar zamanında Divan yoluymuş adı. Ayasofyanın olduğu Augustaion meydanından başlayıp Yedikule’deki Porto Aurora’ya kadar giden İmparatorluklar Yolu. Dünyanın bütün yollarının başlangıç noktası burada, biraz ötede duran Milion taşı değilmiydi zaten? Hani şu Yerebatan Sarayı denilen Basilica Cistern’nin hemen yanında toprağın üç metre içinde kalmış nirengi taşı. Mese’den sağ tarafa dönüp, aşağıya doğru giden merdivenlerden At Meydanına doğru iniyorum.
LAUSOS SARAYI DUVARLARI
LAUSOS SARAYINDA ZEUS HEYKELI
Marten van Heeskeeck in Lausos sarayındakı Zeus reprodüksiyonu 16y.y.
Köşede kırmızı tuğladan duvar harabeleri önünde küçük bir işportacı arabası ve sarı bakırdan bir bakraç içinden sütlü salep satan orta yaşlı bir adam var.Tuğladan örülmüş duvar harabelerinin yansıması, altın renkli salep bakracına vuruyor. Bu duvar kalıntıları Lausos Sarayının duvarları olmalı diye düşündüm. Lausos denilen varlıklı bir hadım kişinin burada beşinci yüzyılda büyük bir sarayı ve sarayın etrafında da tanrıların ve mitoloji kahramanlarının heykelleriyle dolu bir meydanı varmış. Bu heykellerin en büyüğü Zeus’un, en güzeli de Afrodit’in heykeliymiş. Ama İmparator II. Thedosius zamanında Hristiyanlar Pagan heykellerini yıkıp yakmaya başlamışlar, çıkan kargaşalarda her şey talan edilip yağmalanmış. Bugün bu saraydan kala kala, işte şu salep bakracına akseden duvar kalıntısı kalmış.
Birkaç merdiven basamağı daha aşağıya indim, gene kırmızı tuğlalar, yere yatmış sütun kalıntıları ve yuvarlak bir meydan, ikinci bir Agora burası. Biraz ileride de Binbirdirek Sarnıcı var. Eski harabelerin üzerine Fatih Belediyesi yarım daire şeklinde bir sahne koymuş, etrafta Cumhuriyet bayramında asılmış bayraklar dalgalanıyor. Burası da gene II. Thoedosius zamanında, İmparatorun akıl hocası ve başmabeyincisi Antiochos’un Sarayının harabeleri. Ama başmabeyinci gözden düşünce onun sarayı da yıkılıp yağmalanıyor. Yerine de bir kilise konduruluyor altıncı yüzyılda: Aziz Euphemia Kilisesi. Osmanlı burayı aldığında kilise filan kalmamış zaten. İbrahim Paşanın Sarayının batı ayağı bu sarayın üzerine yapılmış, etraftaki çukurlarda Nur-u Osmaniye Camiinin temelinden çıkan toprakla doldurulmuş.
Biz görmeyeli Hipodrom’un olduğu meydan ve civarı yeniden düzenlenmiş, yolun iki tarafındaki hediye dükkanları ve yiyecek yerleri kaldırılmış, meydan yeni parke taşları ile döşenmiş, etrafa çok sayıda oturacak banklar konulmuş sanki etraftaki yeşillik ve ağaçlarda biraz azalmış. Mısır Obeliskinin yanındaki banklardan birine oturdum, yanımdan geçen turistleri, etraftaki güvercinleri seyrediyorum. Hayallere daldım gene, eskiden Büyük Konstantin zamanında burası nasıldı gözümün önüne getirmeye çalıştım.
HIPPODROME 15. Y.Y.
Picture from an engraving by Onofrio Panvinio in his workDe Ludis Circensibus (Venice, 1600.) The engraving, dated 1580, may be based on a drawing from the late 15th century. Descrıptıons on the picture by Cem Özmeral.
Tam Spina’nın ortasında oturuyorum, Büyük Konstantinin, Septimus Severus’un yaptırdığı Hipodromu yıktırıp yeniden yaptırdığı yeni Hipodromun ortasında, boylu boyuna uzanan yerden yüksek Spinanın üzerinde. Hipodrom Mese’den Marmara denizi tarafına kadar tam dört futbol sahası boyunda upuzun bir at nalı şeklinde uzayıp gidiyor. En doğu ucunda at nalının yarım daire şeklindeki Sphendone kısmı meyilli arazinin en alçak yerinde ve yer seviyesinin çok üstünde. At nalının açık ağız kısmında, Hipodromun en batıdaki Carcares denilen yerinde tam on iki kapısı meydana açılan boydan boya bir yarış arabaları barınağı var. Bu binanın tam orta yerinde bir zafer takı üzerinde dört tane bronz at heykeli görüyorum. İkisinin sağ, diğer ikisinin sol ayağı önde. Binadan at kişnemeleri duyar gibi oluyorum.
Yanındaki bankta oturduğum Thutmosis Obeliskinin ve diğer dikilitaşların üzerinde durduğu Spina yerden beş metre kadar yüksekte at nalının tam ortasında. Obelisk’in kaidesinde İmparator Theodosius’un kabartma bir heykeli var. Elindeki çelengi yarışı kazanan at arabası yarışçısının boynuna takıyor. Spina’dan tam karşıma bakıyorum, hipodromun kuzey doğusuna doğru. Burada heykelin kaidesindeki resmin sanki canlandığını görüyorum. Burası Kathisma, yani imparatorun Hipodromdaki locası. Loca altın renkli revakların altından geçen bir kraliyet yolu ile hemen arkasındaki Büyük Saray’a bağlanıyor. Locada erguvan ve mor renkli pelerinler içinde kraliyet ailesini görüyorum, beyaz uzun elbisesi ve çıplak omuzları ile kraliçeyi ve kıvırcık saçlı, oğlanlı kızlı çocukları ile. Bu sarayın yerinde şimdi Sultan Ahmet Camii yükseliyor.
Spina’nın üstünde o kadar çok heykel ve dikilitaş var ki. Mısır Obeliskinin yanında üç yılınanın kör düğüm olup bir birine sarmaşık olduğu, üzerindeki çanakta ateş yanan bir bronz sütun var. Yılanların başları üzerinde duruyor içinde alevler yükselen çanak. Gözlerimi kırpıp ateşin içine bakıyorum, önce mintanında haç olan bir asker görüyorum, bir kılıçta çanağı yılanların başlarından ayırıyor, sonra bir yeniçeri görüyorum yerdeki sönmekte olan alevlerin son kıvılcımlarından. O da bir kılıç atıyor, bu defa yılanların başları kopuyor. Geriye şimdi denizci halatı gibi bir sarmaşık sütun kaldı.
Burmalı sütunun berisinde, diğerlerinden yüksek bir sütun var. Konstantinin sütunu bu. Sütunun yüzü yukarıdan aşağıya bronz, üzeri işlemeli levhalarla kaplı, pırıl pırıl parlıyorlar güneş ışıkları ile. Sonra bir takım adamlar tırmanmaya başlıyorlar sütunun en tepesine. Adamların zırhlarında koca koca haçlar var. En tepeden sökmeye başlıyorlar bronz levhaları ve teker teker aşağı atıyorlar aşağıya. Şimdi ortada taş taş üstüne duvarlı bir sütun kaldı yalnızca. Bu sütunlardan başka Spina’nın üstünde aynı adamın büyüklü küçüklü tam yedi tane heykeli var. Bu adam iki tekerlekli araba yarışlarının gelmiş geçmiş en büyük yarışçısı Porphyrios.
Oturduğum sıranın üstünde gözlerimi kapatıyorum ve tribünlerde yüz bin seyircinin hep bir ağızdan bağırdığı Hipodromu hayalimde canlandırıyorum şimdi. Hipodromun tribünlerindeki seyircileri dört ayrı bölümde oturuyor ve ellerindeki değişik renkli flamaları sallayarak çılgınlar gibi bağırıyorlar. Hipodromun şimdiki İbrahim Paşa Sarayı tarafında yan yana oturan beyaz ve kırmızı renkler; çiftçiler ve fakir halkın renkleri olup beyaz gökleri, kırmızı ise ateşi temsil ediyor. Kral locası Kathismanın sağında şimdiki Sultan Ahmet Camii tarafında oturan maviler ruhbanlar ve tüccarlar olup, deniz tarafındaki açık tribün Sphendone dolduranlar ise sanatkarlar . Mavi denizi, yeşil ise dünyayı simgeliyordu o zamanlar.
Birden Mese yolu tarafındaki iki tekerlekli at arabalarının bulunduğu binanın önünde duran iri yarı adam yanındaki manivelayı bütün kuvvetiyle aşağıya doğru indirdi ve bir anda her iki yanındaki sekiz kapı açıldı. Dörder atın çektiği ve ikişer sürücüsü olan iki tekerlekli arabalar hipodromun u şeklindeki pistine var güçleriyle fırladılar ve kulvarda dört nala dönmeye başladılar. Arabaların renkleri, atların koşumları ve sürücülerin giyimleri de tribündeki taraftarları gibi dört ayrı renkte ve şimdi bütün hipodrom ayağa kalkmış avazları çıktığı kadar bağırıp tutukları renkleri alkışlıyorlar. Arabalar saat istikametinde dört nala koşuyorlar, sürücülerden biri atları insafsızca kırbaçlarken, diğeri elindeki üzengi ile dönemeçlerde atların sağa veya sola gitmelerine yardım ediyor.
Benim hayalimdeki zaman şeride de hipodromda yarışan at arabaları gibi şimdi hızlanmış bir anda tribündeki beyaz ve kırmızı renkli seyirciler yeşil ve mavi renkli taraftarlara saldırmaya başlamıştı. Mavi ve yeşiller birleşmiş artık hep bir ağızdan “nika, nika”* diye bağırıyordu. Şimdi tribünlerin oturma yerlerinden kopartılan taşlar havada uçuşuyor insanlar birbirlerini bıçaklıyordu. İmparator Justinian ve ailesi Kathisma Locasından saray’a kaçmış, ellerinde kılıç ve kalkan olan zırhlı askerler sahaya girmiş önüne geleni kılıçtan geçirmeye başlamıştı. Ama kısa zamanda maviler ve yeşiller duruma hakim oldular ve askerleri püskürterek Büyük Sarayı kuşattılar ve ateşe verdiler. Bir gurupta Ayasofya girmiş ve bu mabedi ateşe vermişti. Sonunda ortalık süt liman olduğunda otuz bin kişi hipodromun tribünlerinde cansız yatıyor İmparator Justinian Mavi ve Yeşiller’e istedikleri tavizleri vermek zorunda kalıyordu.
Zaman şeridi bir anda yedi yüz sene ileri gitmiş, bu defa Haçlılar, Hipodromu ve Büyük Sarayı talan edip ateş’e veriyorlardı şimdi de. Ellerinde koca kılıçlar, miğferlerinde ve kalkanlarında haçlar olan adamlar geliyorlar, zafer takının üstündeki beton kaideyi kırıp, dört bronz atı yerlerinden söküp Sphendon’ e doğru kıyıda demirlemiş gemilerine götürüyorlardı.
*Nika=zafer. Nika İsyanı 334 A.D.
SPHENDONE'UN ALT DUVARLARI
Sonunda “burada otura otura ben de taş olmayayım“dedim ve yavaş yavaş yerimden kalktım, hayal aleminden çıkmaya çalıştım. Fatih Sultan Mehmet bu meydandan geçip beyaz atı ile Ayasofya’ya girdiğinde zaten Hipodromdan geriye fazla bir şey kalmamıştı diye düşündüm. At meydanından aşağıya, Küçük Ayasofya mahallesine doğru giden yoldan denize doğru inmeye başladım. Burada daha önce çıplak gözle görmediğim, Hipodrom’un Sphendon bölümünden günümüze kadar kalmış tribünlerin duvarları vardı. Bu duvarlar hem elle dokunur, hemde birkaç fotoğrafını çekerim, diye düşündüm.