“Rodos Kalesi” yerine “Rodos Sur Duvarları” demek daha yerinde olur. Benzetmek istersek burası Rumeli Hisarı ndan çok İstanbul surlarına benzetilebilir. Sur duvarları bir hilal şeklinde eski şehri çepeçevre koruması altına almış. Maltalı St. John şövalyeleri üç yıllık bir uğraştan sonra 1309 yılında Bizanslılardan surları ele geçiriyorlar. İlk iş olarak da Bizans surlarını elden geçirip, sağlamlaştırıp, yeni burçlar, kuleler, hendekler ilave ediyorlar. Burç duvarları moloz duvarcılığı denilen bir sistemle tırmanmaya mani düz yüzlü ve top atışlarına dayanıklı büyük kütleli taşlardan yapılmış. Surların belirli tahkim bölgeleri de Şövalyelerin değişik diller konuşan garnizonlarına verilmiş. Güney cephenin savunması Grand Master denilen şövalyelerin Büyük Ustasına verilirken, Kuzey cephesi Fransız, İspanyol, Portekiz, Alman, ve İngiliz “languaları” arasında paylaştırılmış.
Rodos surlarını güvenceye alan şövalyeler, Batı Akdeniz’de hakim oldukları deniz ticaretini daha da genişletmek için Doğu Akdeniz’de Türk gemilerine taciz etmeye ve onlara saldırmaya başlamışlar. Bunun üzerine o zaman genç bir Sultan olan Kanuni Sultan Süleyman Şövalyelerin Başı, Üstad-ı Azam’a bir mektup yollar ve der ki:
“İnançlı tebamıza yönelik süregiden soygunlar ve devletimize yönelik hakaretleriniz, bize Rodos Adası’nı ve kalesini teslim etmenizi istemekten başka çare bırakmıyor. Eğer buna uyarsanız yedi kat göğü ve yeri yaratan Allah, altı ve yirmi bin peygamber ve göklerden gelen Hz. Muhammed ve dört halife adına yemin ederiz ki; adadan serbestçe göçmenize müsaade edilecek ve orada kalmak isteyenlerin kılına zarar gelmeyecektir. Lakin emirlerimize derhal itimat gösterilmezse, hepiniz korkunç kılıcımızla paramparça edileceksiniz ve Rodos’un kuleleri, kalesi ve surları yer ile yeksan edilecek. Kalenizi ayağımın altındaki yeni biçilmiş çimler boyuna getireceğim.”.
Şövalyeler bu ilk mektuba cevap bile vermiyorlar, teslim olmak yerine ellerindeki müslüman esirleri kullanarak surları kuvvetlendirip savaşa hazırlanıyorlar. Bunun üzerine Sultan Süleyman Çoban Mustafa Paşa komutasındaki 400 gemilik bir donanmayı 1522 yılının Haziran sonunda Rodos adası açıklarına yolluyor. Kendisi de 100 000 kişilik bir ordu ile kısa bir müddet sonra kuşatmaya katılıyor. Altı ay süren kuşatmadan ve her iki taraf içinde ağır kayıplardan sonra sonra Osmanlı ordusunun lağımcıları surlarda büyük bir gedik açıyorlar. Sultan Süleyman Üstad-ı Azam Philippe Villiers de L’Isle-Adam’ a son bir şans vererek teslim olması için ikinci bir mektup yazıyor. Buna göre şövalyelerin askerleri ile adayı terk etmelerine izin verilecek, adada yaşayan halka dokunulmayacak, kiliseler serbestçe faaliyetlerine devam edecekler ve Rodos halkı beş yıl Osmanlıya vergi vermekten muaf tutulacaktır. Şövalyelere adayı terk etmeleri için dört gemi tahsis edilecek, ama şövalyelerin himayesinde olan Cem Sultan’ın oğulları Osmanlılara teslim edilecektir. Bu şartları kabul eden şövalyeler adayı 1522 yılının Aralık ayı sonunda Ahmet Paşa komutasındaki Osmanlı ordusuna teslim ederler. Adayı ele geçirdikten sonra Cem Sultan’ın oğulları hemen boğdurulur. Şehre giren genç Sultan Süleyman St. John kilisesine gider ve camiye çevirdiği kilise de namaz kılar.
Rodos limanında Feribottan indikten sonra ilk yaptığımız iş yel değirmenlerinin olduğu sahil yolundan yürüdükten sonra ilk bulduğumuz kapıdan surların içine girmek oldu. Revaklı giriş kapısının önünde bir dilenci kadın kendine mekan tutmuş turistlerden gelecek birkaç kuruşun ümidiyle bir şeyler söylüyordu. İçerde ilk dikkatimizi çeken şey sur duvarlarını yüksekliği oldu. Sarı renkli taşlar büyük bloklarlar halinde iki tarafımızda yükseliyordu. İki tarafi çim olan patika bir yoldan turistleri takip ederek deniz ve kara tarafındaki surlar içinden yürüyorduk. Deniz tarafındaki surlar kara tarafındakiler oranla çok daha yüksekti ve bunların üzerinde yer yer dar pencereli kuleler vardı. Sağımızdaki kara tarafındaki duvarlar ise daha alçaktı ve bunların üzerlerinden mor renkli begonviller aşağı sarkıyordu. Dış duvarların üstündeki burçlar bizim hisarların burçlarından çok farklı bir görünümdeydi. Yan yana iki burç penceresi arasındaki duvar, ayakta duran açılmış bir ciltli kitap şeklindeydi ve bu kitabın ortasında dikey bir gözetleme deliği vardı. Bu delik sur kapıları üstünde bir topun namlusu girecek şekilde yuvarlak yapılmıştı.
Surlar içinde yürümeye devam ediyorduk. Kıvrıla kıvrıla sur duvarlarını takip eden yol bazen geniş bir parkı andıran yeşil alanlara açılıyordu. Çimlerin üzerinde adanın fethinden kalan pilates topu büyüklüğünde taş gülleler yolun iki tarafına dizilmiş, yer yer de çimlerin üzerine üçgen kuleler halinde istif edilmişti. Surların iki tarafı duvarların birbirlerine yaklaştıkları alanlarda, köprüler ve revaklarla birbirine bağlanıyordu. Bu köprülerden birinden geçtik , gene girdiğimiz gibi alçak bir kapıdan bir hisar içinden geçtik ve burada başlayan yoldan çarşı içine girdik. Sur içinin bu bölümü aynı eski zamanlardaki gibi insanların alışveriş yaptığı bir pazar yeri idi. Limana doğru giden yollar zaman zaman ortasında Osmanlı’dan kaldığı belli olan çeşmeli meydanlara açılıyordu. Bu meydanların etrafı genellikle restoranlar ve kafeler ile dolu idi. “Yes please” ci çığırtkanlar her dilden bir iki kelime söyleyerek sizi restoranına almaya çalışıyordu. Meydanları birbirine bağlayan sokaklar hediyelik eşya ve giyim kuşam satan dükkanlarla doluydu. İster istemez Rumeli Hisarı aklıma geldi. İçeriye girmek için halktan ve turistlerden para alıyorduk. İçerde ise Fatih’in toplarından ve açık hava tiyatrosunun sahnesine yapılmış konumu garip bir mescitten başka hiç bir şey yoktu. Rodos’ta ise turistler hisarların içeriye para vermeden giriyor, ama içerde hediyelik eşyalarını alıyor, yemek yiyor ve icabında bir bardak biraya bizim gibi 10 Euro vererek kentin ekonomisine katkıda bulunuyordu. Zaten bu restoran hikayesi de bir dahaki yazımızın konusu olacak.