Sabahın hala alacakaranlığı idi, sabah ezanıyla uyanan Hüseyin Bey namazını kıldıktan sonra seccadesini katladı, sandığın üzerine koydu sonra da elindeki gaz lambası ile kimseyi uyandırma maya gayret ederek yavaşça merdivenlerden aşağı kata indi. Tuvalette elini yüzünü yıkadıktan sonra taş avluyu geçerek camilerin giriş kapılarındakine benzeyen yelken bezi ile kaplı kapıdan oturma odasına girdi. Gündüzleri ev halkının oturduğu sobalı oda buz kesiyordu. Hüseyin Bey'in eşi Fevziye Hanım kalkmış mutfağa girerek kahvaltı hazırlıklarına başlamıştı bile. Hüseyin Bey avluda eşinin kömür koyup yaktığı mangalı oturma odasına getirdi. Elindeki bakır traş tasına dolabın içindeki musluktan su doldurdu ve mangalın üzerindeki kor ateşin üzerine ısıtmak için koydu. Fevziye Hanım da hazırladığı kahve cezvesini mangalın diğer köşesine yerleştirdi. Hüseyin Bey camın mandalını açtı ve pencereyi yukarıya kadar kaldırarak gazeteci çocuğun kafesin içine bıraktığı Hürriyet gazete haberlerine şöyle bir göz attı. Gazete’nin başlığı Rusya’nın devlet Başkanı Kızıl Diktatör Stalin ölüm haberini veriyordu.
Oturma odasının bir köşesindeki sedir yatakta ablasının iki küçük torunu yorganın altında birbirlerine sokulmuş uyuyorlardı du. Gölcük’te oturan anne ve babaları onları bir haftalığına anne annelerinin Kocamustafapaşa’daki evlerine misafir bırakmışlardı. Oğlan çocuklardan biri altı, küçüğü üç yaşındaydı. Kahvesini bitiren Hüseyin bey eline aldığı jileti, bileme taşı niyetine kullandığı küçük porselen kasenin içinde ileri geri sürerek biledi. Bu onun her sabah yaptığı bir adet idi, jileti böyle biler ve bir aydan fazla kullanırdı. Sonra mangalın üzerinde içindeki suyu ısınmış traş kabını aldı, elindeki fırçayı önce suya batırdı, sonra puro marka traş sabuna sürerek sabunu köpürttü. Sol elinde tuttuğu el aynasına bakarak önce sabunu yüzüne sürdü sonra traş bıçağı ile sakallarını kesmeye başladı. Üst dudağının üzerinde burnunun tam altında bıraktığı badem bıyığı da yan taraflarından düzeltmeyi ihmal etmedi. Traş bittikten sonra yüzünü önce ıslak havluyla sildi sonra da elindeki şişeden önce yanaklarına sonra da kırlaşmış saçlarına Pe- Re- Ja kolonya sını cömertçe sürdü. Saçlarını arkaya doğru taradıktan sonra sabah tuvaletini tamamlamış oldu.
Hüseyin Bey eski Rumeli kazaskerlerin den Şeyh Saraç Mahmut Efendinin torunu idi. Ulemadan olan Mahmut Efendinin asıl mesleği saraçlık mış. Vidinin’de yaşayan Mahmut Efendi araba koşumları, binek veya çeki at takımları, eyer, semer gibi bütün takımların deri ve meşinden olan kısımlarını yapma ve tâmir etme işinden uzmanlaşmış biriymiş. Eşi Ayşe hanım dan dördü kız, biri oğlan beş çocuğu olmuş. Mahmut Efendi yaşlanıp ölmeden önce oğlu Ahmet’e saraçlık mesleğini bütün incelikleri ile öğretmiş. 1876-1877 yıllarında eskilerin 93 harbi dediği Osmanlı Rus savaşı sonrası o zaman genç bir delikanlı olan Ahmet Efendi karısı Naciye’yi alarak İstanbul’a göç ediyor. Kocamustafapaşa civarında yerleşen Ahmet Efendi Aksaray’da saraççı dükkanlarının olduğu bir handa dükkan açarak baba mesleğini icra etmeye başlıyor. Zamanla yaptığı eyerler ve at koşumları o kadar ün kazanıyor ki, Sultan İkinci Abdülhamid'in dikkatini çekiyor. Yıldız Sarayında Ferhan ahırları yanında kendisine bir atölye açan Sultan Abdülhamit, Ahmet Efendiye Saraçbaşı ünvanını veriyor. Saraçbaşı Ahmet Efendi bir zaman sonra da Saray’dan kazandığı altınlarla kendine Kocamustafapaşa semtinde üç katlı bir konak yaptırıyor. Köşke taşındıktan kısa bir zaman sonra narin bir yapıya sahip eşi Naciye hanım ince hastalığa yakalanarak vefat ediyor. İki küçük oğluyla dul kalan Ahmet Efendi kendisi gibi Rumeli eşrafından olan Sabriye hanımla evleniyor. İşte Beykoz Kundura Fabrikasında şeflik yapan Hüseyin Bey, Saraçbaşı Ahmet Efendinin bu evlilikten olan üç çocuğundan biridir. Diğerleri ablası Nudiye ve babasının adını verdiği Mahmut tur . Mahmut 16 yaşında iken bir arkadaşı ile tabanca ile oynarken kaza kurşunu sonucu hayatını kaybeder ve ailesini yasa boğar.
Vidin caddesinin başındaki köşkün kapısından çıkan Hüseyin Bey Sümbül Efendi camii'nin avlusunun arka kapısına doğru hızlı adımlarla yürüyordu, 5: 45 de kalkan Eminönü otobüsünün kalkmasına dört dakika vardı. Sümbül Efendi camii'nin yarım ay şeklinde uzanan avlusu çarşı yı ortadan kesen kestirme bir yoldu. Avlu girişinin sağında erkek, solunda kadın gasilhaneleri nin arasında geçerken babası Ahmet Efendiyi düşünerek içinden bir dua okudu. Sonra küçük sebilin ve üzerine yıldırım düşmüş ulu çınarın yanından yürüdü, eski bir Bizans prensesi olan Sarı Sıdıka’nın mezarını ve Sümbül Efendi türbesini koşar adımlarla geçip caminin sokağa açılan kapısına vardı. Avlu kapısında kucağında kundakta bir bebek olan dilenci kadın yerini almıştı bile. Otobüs durağının önünde salepçi ve simitçi müşterilerini bekliyorlardı. Kruvaze ceketinin cebinden bir 25 kuruş çıkardı bir simit alarak otobüse bindi.
Sümbül Efendi Camiinin önünden kalkan sabahın ilk otobüsü genellikle tenha olurdu. Kocamustafapaşa dan her sabah dört ya da beş kişi otobüse biner birbirlerine selam vererek yerlerine otururlardı. Hüseyin Bey hep şöförün sağ arkasında kapının yanına otururdu. Hem şoför Hilmi Efendi ile sohbet eder hem de onun her sabah getirdiği Yeni Sabah gazetesine göz atardı. Magirus marka otobüs’ün motoru arabanın içinde şöför mahalinin yanında kapagı kapıya doğru açılan kaportanın içinde idi. Otobüs çalıştıkça motor ısınır, şöför vites değiştirdikçe kaportadan garç gurç sesleri gelirdi. Ama Hüseyin Bey bu seslere alışmış, rahatsız olmaz, gazeteyi okumaya devam ederdi. Kocamustafapaşa caddesine çıkan otobüs, Cerrahpaşa Hastanesi ve Haseki duraklarında birkaç yolcu aldıktan sonra Aksaray , Beyazıt, Çemberlitaş ve Sultan Ahmet meydanının yanından geçerek Gülhane parkının yanından önce Sirkeci’ye sonra da Eminönü’ne varırdı. Sabahları 30 dakikayı geçmeyen bu yolculuk , akşam dönüşünde kalabalıktan, inen binenlerin çokluğundan nerede ise bir saat sürerdi.
6:20 Beykoz Vapuru Galata Köprüsünün altında Karaköy tarafına yakın Boğaz Vapurları iskelesinden kalkardı. Hüseyin bey hızlı adımlara köprünün üzerinden yürüyerek merdivenlerden alt tarafa indi. Burada Haliç’e bakan kısım da alçak tavanlı küçük manav dükkanlarının önünden geçti. Bu küçük dükkanlarda güneş doğmuş olmasına rağmen ipe dizilmiş, hala kandil mumu gibi yanan ampullerin ışığında mavi önlüklü manavlar, mis kokulu mandalina, portakal ve elmaları parlatıp tablalara yerleştiriyorlar dı. Köprünün kara tarafında, Boğaz’dan tuttukları balıklar ile gelen balıkçılar rengarenk kayıkları ve kalkık burunlu takaları ile iskeleye yanaşıyor lardı. Hüseyin Bey köprünün altından Boğaz tarafına geçti, dubaların üzerinde duran köprünün altındaki orman yeşili suda küçük balıklar oynaşıyordu. Eski kitap satan sahafların ve Uzun Ömer’in* Pıyango gişesinin önünden geçerek Boğaz vapurlarının kalktığı iskeleye geldi. Emektar Rağbet Vapuru iskeleye yanaşmış yolcu alıyordu. Cebinden aylık bilet koçanını çıkardı en üstteki kağıt bileti vapurun iskelesinde bekleyen beyaz kasketli biletçiye uzattı. Kesilmiş bileti geri alan Hüseyin bey vapurun merdivenlerinden yukarı kata çıktı, Karaköy tarafına bakan pencere kenarında bir kanepeye oturdu. Beyaz önlüklü bir çaycı elinde çay tepsisi sıralara arasında dolaşıyordu. Bir bardak çay, yanında da kaşarlı bir sandviç aldı ve pencereden dışarıyı seyretmeye konuldu. Denizin üzerinde bir martı sürüsü konmuş, adeta vapurun kalkmasını bekliyorlardı. Kıyıda ki dükkanlardan Emanetçi Sultana’nın önünde Haydarpaşa'dan vapurla gelen birkaç köylü ellerinde bavulları ve yük torbaları ile sohbet ediyorlardı.
Saat tam 6.20 geçe başında bir balıkçı takkesi olan iri yarı çımacı halatı iskele tarafında dubaların yanında bekleyen arkadaşına attı. Emektar vapurun üzerinde Deniz Yollarının çift çapalı rumuzu olan bacasından siyah bir duman çıktı ve aynı anda boğuk bir düdük sesiyle vapur kalktı. Hüseyin Bey’in her sabah Beykoz’a yaptığı bu yolculuk 40 dakika sürerdi. Her gün köprüden, Boğaz’a yetmişin üzerinde vapur kalkar ve geri gelirdi. Ama bunların çoğu Kavaklar’a kadar gitmeyen kısa mesafeli şehir hatları vapurları ya da her iskelede duran “dilenci vapuru” tabir edilen vapurlardı. Her sabah Beykoz’a kalkan Rağbet Vapuru ise genellikle Sümerbank’ın Beykoz Kundura Fabrikasına çalışan işçileri taşımak üzere tahsis edilmiş olan bir vapurdu. Beykoz Kundura Fabrikasında İstanbul’un her tarafından gelen 3000 in üzerinde kişi çalışıyordu. Sümerbank fabrika işçilerine her aybaşı aylık bilet koçanlarını alır ve bordroları ile birlikte teslim ederdi. Rağbet vapur her iskelede durmaz, önce Üsküdar’a uğrar, sonra Beşiktaş’a ve en son olarak da Yeniköy den yolcu alır ve Beykoz’a varıdı. Nadiren de olsa yorgun vapur arıza yapar yolcuları Yeniköyde başka bir vapura aktarma yapar, kendiside İstinye tersanesinde bakıma giderdi. Rağbet vapurunda diğer şehir hatları vapurları gibi Birinci mevki, ikinci mevki ayrımı yoktu isteyen istediği yerde oturdu.
Çayını bitiren Hüseyin Bey boş bardağı ve yanında on beş kuruşu kırmızı beyaz süslü mika tabakçığa koydu. Vapurda hemen herkes ceplerinden çıkardıkları sigarılıklarda ince sigara kağıtlara tütünleri koyup sigaralarını sarıyorlar ve sonra püfür püfür tüttürüyorlardı. Onun ise ne sigarası ne de içkisi vardı. Bütün alışkanlığı; biri sabahları aç karnına , diğeri ise akşam yemeğinden sonra içtiği şekerli bir kahve idi.
Vapur Üsküdara uğramış, Beşiktaş’a geçiyordu. Beyaz önlüklü garsonlar sandviç satışlarını bitirmiş, Beşiktaştan binen yolcuların çaylarını vermiş, şimdi de küçük camekanlı bir kutu içine istif edilmiş kırmızı, mavi parlak külahlar içine sarılmış nane şekerleri ve okaliptus lara müşteri bulmaya çalışıyorlardı. Büfenin arkasındaki bir kanepede oturan yanları kırlaşmaya başlamış siyah saçlı, kaytan bıyıklı, deve tüyünden uzun kum rengi bir palto giymiş kelli felli bir adam, satıcıların satışlarını bitirmesini bekledikten sonra yerinden kalktı. Bas bariton bir sesle “ Sayın Baylar, Bayanlar “, diye söze başladı ve devam etti. Çin işi , Japon işi, bunu bilen iki kişi , biri erkek, biri dişi.” diyerek elindeki kutudan bir kalem çıkardı. “ Artık dolma kaleminize mürekkep koyma derdi bitti. Bu kalemler tükenmez kalem. Bir sene iki sene kullan sonra at, yenisini kullan. Bir tane alana , beş tane bedava ! “
Hüseyin Bey seyyar satıcıdan çok bir milletvekiline benzeyen bu adamı, ailece pikniğe gittikleri Sarıyer Vapurunda da önceden görmüştü. Bu kişi nin Ada’da oturduğu , çok zengin olup birkaç malikanesinin bulunduğu söylenirdi. Uzun paltolu satıcıdan denemek için bir kalem istedi. Sonra ceketinin yan cebinden çıkardığı not defterine ismini yazarak altı kalemi de tek tek denedi. İkna olmuştu cebinden bir TL sı çıkardı ve kalemleri satın aldı.
Saat tam 7 de Rağbet vapuru Beykoz çayırı kıyısında Hünkar İskelesi yakınındaki iskeleye yanaştı. Vapurdan yüze yakın kadınlı erkekli fabrika işçisi indiler ve 7 :15 de başlayacak olan vardiyaya yetişmek için hızlı adımlarla yürümeye başladılar. Fabrika’ya yaklaştıkça kesif bir deri kokusu duyuluyordu. Ama her gün burada çalışan işçiler, insanın ciğerlerine kadar giren, genzini yakan bu kokuya alışmış onu artık his etmiyorlardı bile. Hikayeye göre eskiden Sultan İkinci Mahmut burada Hamza atlı bir deri ustasının yaptığı çarıkları çok beğenmiş ordununun çarık ihtiyacını karşılamak için onun dükkanını satın almış. daha sonra burayı genişleterek fabrika haline getirmiş. Zamanla fabrikaya ilave binalar yapılmış, Avrupa’dan iki buhar makinası getirilmiş. Fabrika da tam 70 deri kuyusu açılmış ve iki büyük taş değirmen faaliyete geçmeye başlamış. Daha sonraları askeri üretimin yanında siviller içinde ayakkabı yapmaya başlayan fabrika Cumhuriyetin onuncu yılı kutlanırken Sümerbank'ın bünyesi altına girmiş.
Hüseyin Bey işçilerin soyunma odalarının olduğu kapıdan içeri girdi, koridordan yürüyerek , şeflerin dolaplarının olduğu odaya girdi , kendine ayrılmış çelik dolabın kapısını açtı, üzerindeki ceketi çıkararak gri renkli önlüğü giydi. Dolapta birde tulum ve çizme takımı vardı. Bugün bitirilmiş ayakkabıların ökçe çekimi ve zımbalama bölümünde çalışacak sonra da bitirilen ayakkabıların ambara istif edilmesine nezaret edeceğinden tuluma ve çizmeye ihtiyacı yoktu. Onları genellikle tabakhane de ve deri kuyularında ki işçileri kontrol ederken, ya da yeni bir işçiye eğitim verirken giyerdi. Özellikle salamura denilen deri kurutma işinde bu tip teçhizat gerekliydi. Beykoz Kundura fabrikasında yılda bir milyonun üstünde kundura ve asker postalı imal ediliyordu. Bir ayakkabının yapılması fabrikanın değişik bölümlerinde uzun bir süreç sonu gerçekleşirdi. Ham deriler önce kireç kuyularında ıslatılır, büyük olanları ortadan kesilir, üzerindeki etler tabaklama dolaplarında döndürülerek temizlenirdi. Hüseyin Bey yıllar önce ilk işe başladığında buralarda da çalışmıştı. Temizlenen deriler daha sonra kurutulur ve makinalarda parlatılırdı . Bundan sonra köseleler elle kesilir ve birbirine dikilirdi ki, Hüseyin Bey, baba mesleği saraçlık ta öğrendiği maharetini özellikle bu bölümde göstermiş ve şefliğe terfi etmişti. Dikilen deriler zımbalandıktan sonra kalıba yapıştırılır, saya ismindekii yüz derisi tabanla birleştirilip, kenarları kesilir, tabana dikilir ve çivilendirdi. Son olarak da ökçeler takılır ve biten ayakkabılar kömür ocaklarında kullanılan vagoncuklatra benzeyen arabalarda itilerek Sümerbank’ın satış mağazalarına yollanmak üzere ambara sevk edilirdi.
Sabah vardiyası 7 :15 de başlar , saat 9: 30 verilen 15 dakikalık ihtiyaç molası dışında kesintisiz 12 ye kadar devam ederdi. Saat 12 de ki öğlen düdüğü ile işçiler büyük bir telaş içinde adeta birbirlerini ezerek yemekhaneye koşarlardı. Bunun nedeni yemeği biran önce yiyip futbol sahasında top oynamak ya da voleybol oynamak dı . Kadın işçilerden küçük çocukları olanlar kreşdeki çocuklarına koşarlar onlarla vakit geçirirlerdi. Diğerleri ise hava güzelse dışarıda, yağmurlu ise dinlenme salonunda çay içer sohbet ederlerdi. Hüseyin Bey’ in yaşı elliyi geçmiş olduğundan futbol oynamakla bir ilgisi yoktu, zaten yüksek tansiyon dolayısı ile ilaç almaya başlamıştı. Acele etmeden sıraya girer tabldot menüyü tepsisine koyar ve hergün oturduğu masaya geçerdi. Bugün menüde tarhana çorbası , su böreği, etli, pilav ve üzüm hoşafı vardı. Yemeğini bitirdikten sonra hava güzelse Beykoz çayırına doğru kısa bir yürüyüş yapar, hava yağmurlu ise kütüphane ye gider günlük gazeteleri okurdu. Saat tam 13.00 de düdük sesiyle birlikte mesai tekrar başlar ve saat 16 :30 da ki paydos düdüğü ile son bulurdu.
16:50 de Eminönü kalkan vapur sabahki Refah vapurundan daha büyük çift uskurlu bir vapur olurdu. Sabah ki ne oranla daha fazla iskele de duran bu vapurun köprüye varması saat 18: 00 i bulurdu. Günün en cefalı yolculuğu da işte şimdi başlar, Eminönü Sebze Halinin önünden kalkan Kocamustafapaşa otobüsü tıklım tıklım olur, her durakta durur, yolculuk bir türlü bitmek bilmezdi. Her gün aynı rutine alışmış Hüseyin Bey otobüste eğer oturacak yer bulursa günün yorgunluğu ile uyumakla ayıklık arası gidip gelirdi.
Otobüs Sümbül Efendi Camii'nin önünde durduğunda , Hüseyin Bey yeleğinin cebinden cep saatini çıkardı, saat 7 ye geliyordu. Fevziye hanım Mutfakta sofrayı kurmuş ev halkı yemek için beni bekliyordur diye düşündü.
Ev halkı her zamanki gibi kalabalıktı. Konağın orta katında kızı Berrin ve Kocası Nazım Bey ve torunları Ayşegül ile Nilgün oturuyorlardı du. Havlu fabrikatörü olan olan Nazım Bey’in Mahmutpaşa da bir havlucu dükkanı vardı. Kocamustafapaşa da başka kimse de olmayan iki Oldsmobile arabasından biri devamlı konağın önünde beklerdi. Bekar olan küçük oğlu Benam konağın üst katında oturuyordu ama askere gittiğinden şimdi geçici olarak Hüseyin Bey'in ablası Nudiye Hanım ve eşi Suphi Bey buraya yerleşmişlerdi. Air France şirketinde pasaport amiri olarak çalışan Suphi Bey Küçükyalı’da tek katlı bir ev yaptırıyordu. Ev bitince Hukuk fakültesi son sınıfta okuyan oğulları Lemi’yi de alıp bu eve taşınacaklar dı. Yakışıklı bir genç olan Lemi Küçükyalı da yaptırdıkları evin arkasında ki evde oturan Refik beyin, yedi kızından üçüncüsü olan Servet’e gönlünü kaptırmıştı. Okul bitince kızı istemeyi düşünüyorlardı. Hüseyin Bey'in büyük oğlu Bülent Tıbbiye Mektebinde okurken, gönlünü Nihal adlı genç bir kıza kaptırmıştı. Okulu bırakmış , Nihal Hanım ile evlenmiş, Nazan ismin de güzel bir de kızları olmuştu. Konağın giriş katın da ki eski harem dairesinde eşi ve çocuğu ile oturan Bülent sonra Yeşilyurt’ta bir apartman katına taşınmış ve dede mesleği ayakkabıcılığa soyunmuştu. Eminönü’nde bir ayakkabıcıya ortak olmuş, ilerde de kendi dükkanını açmanın planlarını yapıyordu. Bir haftalığına konağa misafir gelen iki küçük oğlan çocuğu Mehmet ile Ahmet, Hüseyin Bey'in ablasının kızı Lamia’nın çocukları idi. Üsküdar kız Lisesinde Beden Eğitimi ve Jimnastik hocalığı yapan Lamia, spor mecmualarına kapak olmuş çok güzel bir kızdı. Amerika’da okumuş Gemi İnşaa Yüksek Mühendisi Yüzbaşı Hamza Bey’le evlenmiş ve Gölcük'e taşınmışlardı.
Hüseyin Bey’e kapıyı eşi Fevziye hanım açtı. Küçük Ahmet ile Mehmet hemen “Cicibaba” dedikleri büyük dayılarına koştular. Cicibabaları cebinden çıkardığı kırmızı parlak külaha sarılmış nane şekeri paketini cebinden çıkardı onlara göstererek “ bakın size ne getirdim, ama yemekten önce yemek yok !” dedi, sonra banyoya girerek önce elini ve yüzünü yıkadı, sonra da mutfağa geçti. Masada herkes oturmuş onu bekliyorlardı. Masa başındaki yerine oturdu, içinden bir dua mırıldandı sonra bir besmele çekerek çorbasından bir kaşık aldı, masada ki herkes de onu takip ettiler.
Cem Özmeral
13 Eylül 2019
Dublin, Ohio
*Uzun Ömer bugünkü basketbolcular gibi boyu 2 .20 m üzerinde dev gibi bir adamdı. Boyu gibi, ondan piyango bileti alacakların kısmetlerinin yüksek olacağı düşünülürdü. Öldükten sonra uzun yıllar küçük bir bebeğin beşiği büyüklüğündeki ayakkabıları bu gişede müşterilere uğur getirsin diye teşhir edilmiştir.