Eskilerin bir lafı vardır; " Eskiye rağbet olsa, bit pazarına nur yağardı " diye. Bence bu sözün doğruluğu tartışılır. Öyle olsa, Amerikada " flea-market "denilen, eski eşya ve antika satan bu tip yerler çoktan top atardı. Oysa coğu kişinin merakı hafta sonları bu tip yerlere akın etmek. Hem ziyaret hem ticaret. Ucuza bir kelepir mal yakaldınmı, eski dünyalar senin olur. Zaman zamanda bu eski mal merakınızı " Garage Sale" denilen ve mahalle içinde evlerin önünde yapılan satışlarla giderirsiniz."Garage Sale"lerin "Flea Marketler'den farkı, ilkinin antikadan çok kullanılmış eşyaların yok pahasına satıldığı bir market olması. Yani bir nevi eskici dükkanı. İnsanların eskiye merakı yas ile orantılı bence. Yani siz eskidikçe, eskiye merakınız ve nostaljik duygularınız artar. Oysa genç bir insan dünu düşünmez bile. O hep günü yaşar ve de gününü gün eder.
Ben hep düşünmüşümdür. 1950 li yılların ortasında ölen dedem, bugün dünyaya bir iki günlüğüne ziyarete gelse ne hissederdi acaba ? Ben kendisine bilgisayarları, interneti, cep telefonlarını, fax makinasını nasıl anlatırdım By pass ameliyatlarını, prostat testlerini, organ nakilllerini duyunca ömrünün en aşağı on on beş sene daha uzun olmayışına kim bilir nasil üzülürdü. Onu' alıp İstanbulda eskiden yaşadığı semtlerde dolaştırsam acaba hic bir yeri tanırmıydi? Onu öğlen yemeğine McDonald's götürsem bir Big Mac ısmarlasam ve yanında kola içse beğenirmiydi acaba? Birde bunun tersini düşünelim. Benim bir torunum** olsa ve ben onu alsam kucağıma ve desem ki " Bak güzel torunum, benim zamanımda.........İşte bu yazıda böyle bir fikirden doğdu. Benim çocukluğumdan beri dünyamızda neler değişti, neler gelişti? İsterseniz zaman tüneline yarım asırlık bir yolculuk yapalım. Farzedin torunum bana ; "Dede senin coçuklugunda neler vardı neler yoktu? " diye bir soru sormuş olsun. Bak torunum, şu sofrada gördüğün yiyeceklerin çoğu benim çocukluğumda değişik sekillerde vardı. Şu gördüğün Pınar süt ve Dannon yoğurdu yoktu. Süt o zamanlar sütçüler tarafindan güğümler içinde getirilir ve kaynatılarak sıcak içilirdi. Yoğurt, Silivri yoğurdu olup kapı kapı gezen mahallenin yoğurtçusundan alınırdı. Öyle tatlı ve meyvalı yoğurdun ceşidi filanda yoktu. Olsa olsa Kanıca da şekerli yoğurt yiyebilirdin. Masada gördüğün ekmek ya normal somun ekmek yada beyaz francala ekmekti ve önceleri okka, sonra kiloyla satılırdı. Yazarın dediği gibi, "Önce Ekmekler Bozuldu", sonrada gramla satılmaya başladı.Tost ekmeği, sucuklu ve kaşarlı tost,ben orta okuldayken piyasaya çıktıi. Patates cipsinide ilk defa o zamanlar tattım. Ben çocukken Coca Cola Pepsi, Sprite gibi içeceklerde yoktu. Bizim çocukluğumuzun içkisi " Gazoz" du. Markası varmıydı, yok muydu bilemiyorum. Çamlıcalar, Uludağlar, Frukolar 1960 larda çıktı. O zamanlar Ankara Kızılay meydanında, buraya adını veren sarı büyük bir bina vardı. Damında da kocaman bir kırmızı ay. Bu binanın bahçesinde küçük bir büfede maden suyu ve soda satılırdı. Bunların gazozdan daha yararlı ve şifalı olduğu söylenirdi ama ben tadını pek sevmezdim. İlk Coca Cola'yı , Almanya da Düsseldorf' da 1956 yılında içtim vede çok sevdim. Benim çocukluğumda fast food, hamburger, pizza yoktu. Zaten dışarda lokantada yemek yemek diye bir kavramda yoktu. Yolculuklarda, pikniklerde bile, köfte börek gibi yemeklerden bir çıkın yapılır lokanta yemeğine para harcanmazdı. Tek lüksümüz okul önlerinde küçük külahlarda satılan limon, vişne yada sadeli dondurma bazen de kağıt helva ve koz helvası almak olurdu.
Bak sevgili torunum; Benim anneannem elektriğe "gaz", musluk suyunuda "terkos" derdi. Onun çocukluğunda, elektrik gelmeden önce gaz lambaları kullanılırmış. Benim yaşadığım evlerde elektrik vardı ama orta okuldayken bile İstanbulun Ümraniye semtinde evlerde gaz lambası kullanılırdı. Özelikle Anadolu yakasında çoğu evde musluk suyu yoktu. Kullanma suyu bahçedeki kuyudan çekilirdi. İçme suyu da , kaynak sularından bidonla doldurulur ve eve getirilirdi. Şehrin daha modern yerlerinde ve Ankara da sucular haftada bir evlere su getirir ve küplere koyarlardı. Bu küpler topraktan yapılma testi benzeri bidonlar olup üzerlerinde tülbentle kapalı kapakları bulunurdu. Buradan su maşrapa ile alınır ve masadaki sürahiye doldurulurdu. Masada sıcak tencerenin üzerine konulduğu "nihale"' denilen açılıp kapanan demirden bir alet bulunurdu. Terkos suyu, anneannemin İstanbulda Kocamustafapaşa semtindeki evine bağlanmadan önce , bahçede boy boy dizilmiş yedi adet su sarnıcı, yağmur suyuyla doldurulur ve zamanı gelince içme ve yemek dışındaki ihtiyaçlar için kullanılırdı.
Benim çocukluğumda çoğu evde küvetli yada duşlu banyo yoktu. Kocamustafapaşadaki evde küçük bir hamam vardı ve bu hamamın odun sobası her Pazar akşamı yakılır ve su ısıtılırdı. O zamanlar şampuan saç kremi hatta kokulu sabunlarda yokdu. Beyaz Hacı Şakir banyo için, yeşil Hacı Şakirde çamaşır için kullanılırdı. Bu sabunların kalıbı okkaıkk olup , kafa göz yarardı. Puro ve Lüks sabunları altmışlı yılların başında çıktı. İstanbulda evinde hamamı olmayanlar haftada bir mahalle hamamlarına aklanıp paklanmaya giderlerdi. Evlerdeki tuvaletlerde alaturka idi ve tuvalete giderken ayağına takunya denilen koca koca aletler giymek zorunda idin. Ben Türkiye de alafranga tuvalete ile ilk defa 1956 yılında , Ankara Kavaklıderede ki Esen Apartmanında tanıştım. Bu evde, daha önceki evlerde görmediğimiz kaloriferde vardı.
ESKIDEN PENCEREDE KAFES VARDI, 1948
İlk telefonumuzu ben yedi yaşında iken aldık. O zamanlar telefonlar hep siyah renkli olup üzerinde çevirme dairesi vardı. Ankarada ki o ilk telefonların numaraları beş haneli idi ve bizimkinin numarsı da 25 282 idi. Gölcükte, doğduğum evde buz dolabı yoktu. O zamanlar çoğu evde yemekleri koymak için tel dolaplar bulunurdu. Anneannemin evinde küçük boyda Frigidaire marka bir buzdolabı vardı. Zaten o zamanlar bu markadan dolayı buz dolaplarına frijder denilirdi. Arçelikler çok sonra çıktıi.Çamaşır makinalarının üst kısmında dönen iki silindir vardı. Bu silindir camaşırın suyunu sıkmak için kullanılırdı, zira kurutma makinası da yoktu. Çamaşırlar bahçede asılı ipe mandallarla tuturulur ve güneş ışığında kurutulurdu. Saç kurutma makinası, elektrikli traş makinasıda sonradan çıktı. Önceler herkes ustura ile traş olurmuş. Gene benim çocukluğumda "Gilette" marka, kullanıldıktan sonra atılan traş bıçakları çıktı. Biz Türkler buna jilet adını taktık, "chiclette" marka sakız' a ciklet deyip lügatımız yeni bir kelime soktuğumuz gibi.
İşte böyle torunum. Saymakla bitecek gibi değil. Televizyon yok, radyo vardı. O da iki tane; Ankara ve İstanbul radyosu. Önceleri Cumartesi günleri saat beş deki çocuk saatini dinlerdim radyodan. Sonraları Kemal Deniz'in verdiği spor programlarını ve Sulhi Garan'ın anlattığı futbol maçlarını.Televizyon altmışlarda geldi renksiz olarak. Televizyon yayınları başlamadan herkes evine bir alıcı almış Romanya T.V.sini izlemeye çalışırdı. Bilgi sayarı bırak, ben ilk okula giderken "calculator "denilen hesap makinaları bile yoktu. Yalnız bildiğim yandan çarklı" facit"marka bir nevi hesap makinası vardı ki çoğu zaman bankacılar tarafindan kullanılırdı. Tükenmez kalem yok, içine mürekkep konulan dolma kalem çoktu. Bizim için en makbul marka yeşil siyah renkli Pelikan dolma kalemleri idi. Birde sabit kalem denilen bir kalem vardı ki bunu tükürüğünle ıslattığın zaman mürekkepli kalem gibi kağıt üzerine silinmeyecek şekilde yazabilirdin. Tabii ağzında ispirto gibi nahoş bir tad dilinin üzerinede koca mor bir leke bırakırdı. Hani derler ya; " bu adam cok mürekkep yalamış " diye. Aslında bu tabir mürekkeple yazı yazma işi çıktığında doğmuş. O zaman ortası delikli boyuna asılan gri renkli mürekkep silgileri yokmuş. Öğrenciler yanlış yaptıklarında dilleri ile henüz kurumamış mürekkebi silerlermiş.
Tabii sevgili torunum değişen yalnız kullandığımız araç ve gereçler değil. Tümüyle yaşam tarzımız ve dünyamız değişti. Bir taraftan daha bilinçli olarak yaşamaya çalışıyoruz. Spor yapıyor, gıdamıza ve diyetimize dikkat ediyor, çevre kirlenmesine ve insanların sorunlarına duyarılı olmaya çalışıyoruz. Öbür taraftan "fast food" ları tıkınıp çevreyi kirletip diğer insanların problemlerine egoistçe kulak tıkayıp bir vurdum duymazığın içinde akıntıya kapılmış gidiyoruz.
Acaba yirmi birinci yüzyılın son çeyreğinde sende oturup torununa yüzyılın başlarını nasıl anlatırdın? Arada geçen yetmiş yıllık sürede akıl almaz teknolojik değişmeleri, yaşam tarzındaki evrimi nasıl izah ederdin? Bunları düşünmek insana hem heyecan veriyor hemde merak içinde bırakıyor. Ama sen bunları düşünme şimdi. Çocukluğunun güzelliğini, bu dünyanın tadını çıkarmaya bak. Çünkü dünyada değişmeyen ve geri gelmeyecek bir şey varsa o da çocukluğunda geçirdiğin güzel, tasasız oyun dolu renkli günler .
Cem Özmeral Columbus, Ohio 11, Ağustos 2005
**Yakınlarımın bildiği gibi bu yazıyı yazdığımda benim bir torunum yoktu. Ama aradan geçen yıllarda 19 Nisan 2009 da Taylor Duru, 15 Mayıs 2011 da Madison Selin adında dünyalar güzeli iki kız torunumuz oldu. İnşallah ileride bu yazıyı onlara okuyacağım. Kimbilir bizleri nasıl bir dünya bekliyor.