Kapıların hayatımızdaki rolünü kim inkar edebilir? İnsanın en temel ihtiyaçlarından biri barınma ve üzerine bir dam koyma ihtiyacıdır. Herhalde ilk insanlarında içinde yaşadıkları mağaraların içine girdikten sonra ilk yaptıkları iş, mağaranın ağzını büyük bir kaya parçası ile kapatmaları olmuştur. Kapısız bir ev tekerleksiz bir arabaya benzer adeta. Tekerleksiz bir araba nasıl fonksiyonunu kaybederse, kapısız bir ev yada bina kuruluş nedenine ters düşer.
Aslında kapının tek yararı üzerine takıldığı odanın yada binanın içindekilerini koruma ve emniyete alma özelliği değildir. Kapı aynı zamanda dışarıya açılmanın ve dışarıdakini içeriye buyur etmeninde bir aracıdır.Kapıyı açarsınız, gün ışığı içeri girer , yada gece bütün karanlığı ile size görünür. Açılan kapıdan misafiriniz girer, arkadaşınız girer, aileniz, sevgiliniz girer, siz sevinirsiniz. Doktor ofisinde kapı açılır içeri doktor girer, siz çekinirsiniz. Sınıfta kapı açılır, öğretmen girer içeri .Öğrenciler oynaşmanın bittiğine üzülerek sınavı düşünmeye başlayıp ürkerler. Ama kapının açılması çoğu kez kapanmasından daha olumludur. Hiç değilse kapıyı açınca içeride ve dışarıda ne olduğunu görürsünüz. Ya kapanınca ? Çoğu zaman bir belirsizlik kaplar içinizi. Devlet dairesinde beklersiniz, sıra size gelince kapı kapanır," bugün git yarın gel" derler.Vapur turnikesinden atlarcasına geçersiniz memur demir kapıları büyük bir gürültüyle çeker ve suratınıza kapatır. Kala kalırsınız. Bazen de kapıyı siz kapatırsınız karşıdakinin suratına.Her ne kadar kontrol sizdeyse de, gene bir belirsizlik vardır kapanan kapının arkasında. Hırsızdan korunmak için "Kale" kilidi taktırırsınız sokak kapısına. Tavlada altı kapıya bile bağlasanız rakibinizi bu sefer açık vermemeyi düşünürsünüz. Hayatımız hep kapılardan geçmekle, girmekle onların önünde beklemekle geçer.Belki de en güzel Aşık Veysel Satıroğlu tarif etmiş kapıların hayatımızdaki rolünü, yada hayatın tarifini en güzel o yapmış kaplarla :
Uzun ince bir yoldayım Gidiyorum gündüz gece Bilmiyorum ne haldeyim Gidiyorum gündüz gece Dünyaya geldiğim anda Yurüdüm aynı zamanda İki kapılı bir handa Gidiyorum gündüz gece
Kapıların hayatımızdaki rolünden olacak ben kapılara özel bir ilgi duymuşumdur hep. Özellikle Akdeniz evlerinin mavi renkli kapıları, İstanbul da yeşil renkli türbe ve bahçe kapıları, hem yazılarıma hemde fotoğraflarıma ilham olmuştur çoğu kez. İşte bu yazının başındaki yeşil kapıda, hayatımda büyük yeri olan böyle bir kapıdır. Bu kapı Avusturya lisesinin bahçesine açılan kapıdır. Ama bu kapıya bir çıkış kapısı demek daha doğru olur. Asıl giriş kapısı binanın ön cephesindedir. Yandaki yokuştan çıkılan yola açılan bu yeşil kapı çoğu zaman kilitli durur. Aslında ancak bir insanin içinden geçebileceği küçük kapı, raylar üzerinde kaydırılıp açılan daha büyük kapının bir penceresidir adeta. Kapının yanından binaya kadar demir parmaklıklar vardır. Demir parmaklıklarının üstü de 4.5 -5 metre yükseklikte tel örgülerle yukarıya doğru kaplıdır. Anlayacağınız anahtar olmadıkça buradan çıkış yoktur.
1959 güzünde Avusturya Lisesine leyli olarak başladığımda, ilk Çarşamba günü Herr Pruczinisky biz çaylakları bu kapıdan dışarıya çıkarıp haftalık İstiklal caddesi turunu attırmıştı. Leyliler müdürü Herr Pruczinsky'e öğrenciler "Sakal" lakabını takmıştık ve her hafta bu yeşil kapıdan çıkarak yaptığımız bu gezi adeta özgürlüğe bir yolculuktu bizim için. Cumartesi günleri 12den sonra İstiklal marşı töreni biter bitmez yeşil kapı bu defa boylu boyunca rayları üzerinde yürütülüp açılır ve leyli, nihari bütün öğrenciler "hurrah" diye bir kere daha özgürlüğe kavuşurduk. Yatılılar için hafta sonu tatili çok çabuk geçerdi. Ailesi İstanbul da olan ailesinin yanında, çoğumuzda bir akrabımızın yanında kalırdık. Pazar öğleden sonra olunca içime bir hüzün çökerdi hep.Ya Pazar akşamı dönerdik okula , ya da Pazartesi sabahı diğer öğrencilerle girerdik yeşil kapıdan. Hafta içinde yeşil kapı yalnız gündüzcü öğrencilere açılırdı .Yedi senelik Avusturya lisesi yaşantımın son yıllarında , çarşamba günleri dışarı çıkınca , gece geri gelmediğimizde olurdu. Yatakhane durumunu ayarlayabilirsek ertesi sabah gündüzcülerle yeşil kapıdan içeriye süzülürdük. Eğer gece gelmemiz gerekiyorsa yeşil kapı kapalı olduğundan, tek yol 8 metrelik yan avlu duvarından içeriye atlamak olurdu. Bu is oldukça tehlikeli ve cambazlık isteyen bir mahareti gerektirirdi. Bugünde aynı yerde olan basket potasını duvara bitiştiren demirlere tutunarak kendimizi sakatlama pahasına aşağıya bırakırdık. Hiç unutamadığım bir olayda, gene böyle bir çarşamba günü Galatasaray- Milan maçını seyretmek için üç kafadar; Ahmet Baykal , Atilla İndere ve benim , gece maçtan sonra Sirkecide bir otelde kalışımızdı. Ertesi sabah aşağıdaki kapıyı açık bulduğumuzdan tek tek merdivenlerden yu kari süzülmüştük. Nereden bilelim ki "Sakal" ikinci katta bizi beklermiş. Herr Pruczinsky nin "Osmanlı tokadı" çok meşhurdu. Yedi senenin sonunda bizde sonunda nasibimızi aldık. Üstat sağ gösterip bize soldan "Osmanlıyı" geçirdi. Ertesi günde çok üzüldüğünü söyleyip, özür diledi.
Yeşil kapıdan en son 1965 Mayısında çıkmıştım. İstiklal caddesinde arkadaşlarla yürüdüğümü ve mezuniyete sevindiğimi hatırlıyorum. Ama o dakikada anlamıştım ki bu hep istediğim, kafamda kurduğum mezuniyet gelmişti ama çok da fazla sevinememiştim bu olaya. Bu sefer ne yapacağımı, üniversite sınavlarını düşünmeye başlamıştım. Sevincim çok kısa sürmüştü yada umduğum coşku hiç bir zaman olmamıştı. Belki de hayat asıl şimdi başlıyordu.
Aradan tam kırk yıl geçti. O gün bugün yeşil kapıdan ne girdim nede çıktım. 2005 yılının güzel bir Nisan günü Kadıköy iskelesinde eski arkadaşlar buluştuk , vapurla karşıya okulumuza geçip kırkıncı mezuniyet yılı kutlamalarına katılacağız. Cumartesi öğleden sonra vapur iskelesinde hepsi takım elbiseli yada güzel giyimli, çoğunun saçları beyazlanmış baylar ve bayanlar. Avusturya Lisesinden olmayacakta başka nereden olacak? Birazda şaşkınlık içinde birbirimizi tanımaya çalışıp, tanıyanca da sevinçle birbirimize sarılıyoruz. İskeleye beraber geldiğim can dost Semiray bana beyaz saçlı parka pardösülü bir beyi gösterip "bak bu kim?" diyor. Ayni soruyu da benim ismimi vermeden beyaz saclı arkadaşa soruyor. İkimizde birbirimize bakıyoruz hayretle? Sonunda Semiray dayanamıyor: Çetin, buda Cem. Aaa Çetin, Çetin Bozkurt, Bursalı yatakhane arkadaşım. Hemen birbirimize sarılıyoruz. Aslında hiç değişmemişsin diyorum Çetin'e, saçları bile dökülmemiş sadece beyazlanmış. Hatta eskisine göre kilo bile kaybetmişsin. Sonra kırk yılı özetleyen kısa bir sohbete dalıyoruz . Ama o kadar çok arkadaş var ki etrafta : Faize, Mihran, Kunze, grup gittikçe büyüyor vapurdan çıkınca , Yüksekkaldırımdan yukarı doğru tırmanıyoruz yeşil kapıya doğru. Fotoğraf makinasını çıkarıyorum, yeşil kapıdan girişi çekiyorum. Sonra kapıdan içeri giriyorum. Buradan sonrası pek anlatılmaz ancak yaşanır. Arkadaşlar, arkadaşlar, can dostlar. Sanki gitmişte, gelmişim tekrardan. O bizim yedi yıl hapishane gibi gördüğümüz avlu sanki bir cennet bahçesi. Bahçe süslenmiş, takılanmış. Fıçılardan çekme "Miller', şişelerden "Kavaklıdere "şarapları. Döner sandviç istasyonları kurulmuş. Yahu, bizim fasulye pilav vede üzüm hoşafına talim ettiğimiz okul burasımı? Ama en güzeli lise arkadaşlarımı tekrar görmek, belki de onlarda kendi gençliğimi bir kere daha yaşamak. Sonrası mezuniyet töreni, hocalarımız Mahmadet Hanım ve beni tarihten ikmale bırakan Rahşan Hanım hocaları görmem. İyi ki de bırakmışın hocam diyorum içimden, yoksa bu kadar tarih merakım olurmuydu? Sonra Boğazda geçirdiğimiz o unutulmaz gece. Bir rüya gibi geldi geçti o gün.
Sevgili Çetin ile o gün fazla vakit geçiremedim. Simdi düşünüyorum, keşke yemekte beraber otursaydık diye .Yukarıdaki resimde yeşil kapıyı çekerken o gün, onu da almışım karenin içine bilmeden. O kapıdan içeriye girmek için sıraya girmiş bütün can dostlar. Aynen hayatta olduğu gibi, hep sıraya giriyoruz ve de hep yürüyoruz iki kapılı bir handa. Bazen sıra şaşıyor. Bazen birisi önümüze, birisi arkamıza giriyor. Bazen sıradan çıkan bir daha hiç dönmüyor geriye. Hiç birimiz bilemiyoruz ama ne zaman başımıza ne geleceğine hangi sıralara gireceğimize.
Çetin kardeşimiz Bursa da karşıdan karşıya geçerken çok ağır bir kaza geçirdi çok yakınlarda. O gün bugünde yoğun bakımda . Aslında buna kaza değil cinayete teşebbüs denilmeli bence." Bir Trafik Canavarı" tabiri tuturmuşuz toplumca olayı soyutlamak için. Sanki bu canavar elle tutulan gözle görülen bir varlık, ya da deprem gibi, sel gibi bir tabii afet. Değil tabii, bu katiller, bu canavarlar Çetin'e vuran ehliyeti alınmış ve kaç ailenin canını yakmış kişiler. Bu kişilere gerekli cezaları vermeyen yargıçlar,savcılar, kanun koyucuları, onları savunan avukatlar. İnsan hayatına saygıyı çocuklarına öğretmeyen anne babalar, birkaç kişinin cabası dışında örgütlenmeyen sivil toplum kuruluşları. Kısacası hepimiz suçluyuz. Bizim buralarda durum değişik mi? Şu bakımdan değişik. Cezalar daha ağır, toplum biraz daha duyarlı ve kabahat trafik canavarına bulunmuyor. Ama katil her yerde katil.
Bütün ümidim sevgili Çetin'in iyileşerek bir gün eski sıhhatine kavuşması. Her şeyin iyi gitmesi için ona dua edelim. Bütün güzel kapılar ona açık olsun.
Cem Özmeral 9 Subat 2006
|