"Meine name ist Tante Lore " * , dedi masanın arkasında oturan orta yaşlı gösteren kadın. Aslında kadın belki daha gençti ama üzerindeki koyu lacivert rahibe elbiseleri ve başindaki beyaz başlık onu olduğundan daha yaşli gösteriyordu. " Und , Sie ist Schwester Inge"* diye işaret etti yanında oturan kendisinden daha zayıf ve daha yaşli olan rahibeye. Schwester Inge , oturduğu iskemleden kalktı, masanın önünde ayakta duran biri dokuz, digeri alti yaslarinda gösteren iki erkek çocugunun yanına geldi. Çocuklarin , o güne kadar Almanyada hiç bir çocukta görmediği simsiyah saçlari vardı. Scwester Inge iki eliyle çocuklarin başinda gezdirdi ellerini , sanki bir siyah kadife kumaşi okşarcasına. Iki kardeşden küçük olanı ağlamamak için kendini zor tutuyor, bu yabanci iki kadinin lisanlarindan hic bir sey anlamiyordu.
Agabey olani bir hafta once geldikleri Dusseldorf sehrinde anne ve babasinin yardimi ile birkaç kelime Almanca ogrenmis hic degilse yiyecek, icecek ihtiyacini anlatabilecek bir durumda idi. Anne ve babalari biraz evvel cocuklarini öpüp , küçuk kardeşi abisıne emanet edip , yeni aldiklari kullanilmis siyah 52 modeli Mercedes arabalarina atlayip geldikleri agaclikli yoldan uzaklaşmışlardı. Tante Lore'nin oturdugu masanin arkasinda , cocuklarin o gune kadar pek gormedigi tahtadan bir haç; haçın üstündede elleri iki taraftan haç' a bağlanmış sakallı ve yarı beline kadar çiplak bir adamin heykelcıği vardı. Masanin arkasinda cilt cilt kitaplarla dolu büyük bir kitaplık, odanin etrafina serpistirilmis bir kac sandalye ve üzerinde mecmualar olan bir sehpa göze çarpiyordu. Odanin pencereleri , tavana kadar uzaniyor, itinayla pencere yanlarina tutundurulmuş beyaz tül perdelerden dışarısı görünüyordu.Kardeş Ahmet, belki annem babam geri gelmistir umidiyle , agabeyesin yanindan ayrilip pencere kenarina gidip sokaga dogru bakti. Sokak bombostu. Pencerenin altinda, tahta kutulara konmus rengarenk cicekler, bahce kapisinin onunde , Ankaradaki "Ciftlik" bahcesindekine benzer söğüt agaçları vardi. Bahcenin onu tuğla bir duvarla çevrilmis,üuzerindede demir parmaklıklar vardi.Yeşil renkli , demir bahçe kapısının uzerindeki tahtadan yapilmis ve rengarenk yagli boya ile boyanmis biri kiz biri erkek cocuk heykelcigi dikkatini cekti. Ahmet daha okula baslamamisti ama , abisinde yardımyla okumayi çat pat ögrenmisti bile. Cocuk heykelciklerinin altindaki yazida " Evangelische Kinderheim" yazısı vardı. Ahmet harfleri söktü ama onların ne manaya geldigin anlamamıştı.
O gece yataga yattıklarında Mehmet' i uyku tutmadi. Yaninda yatan kardesine bakti, Ahmet gunun yorgunlugu ve heyecanindan olacak hemen uyumustu. Son bir hafa icinde ne kadar degisik yerler görmüş nekadar degisik olaylar yaşamışlardı. Mehmet gözlerini kapadi ve son gunlerde baslarindan gecenleri dusundu. Babasi , Ankarada Nafia Vekaletinde* mühendis olarak görev yapıyordu. Iki ay once is dolayisi ile bir seneligine Almanyanin Dusseldorf sehrine gitmişti.Iki ay sonrada annesi ve kardesi ile pervaneli KLM ucagi atladiklari gibi Düsseldorf'a gelmislerdi. Babasi onları havaalaninda karşiladı. Havaalanından cıkınca onlari bir sürpriz bekliyordu. Babasi siyah 1952 modeli bir Mercedes araba satin almisti. Anneleri öne oturdu, iki kardes sevincle kendilerini arabanin arka kismindaki rahat koltuklara biraktilar. Artik onlarinda bir arabalari vardi. Babasi yolda ehliyeti nasil zorluklarla aldigini, kirayla tutugu evden bahsetti. Sonrada iki kardese pekde hoslanmadiklari haberi verdi. Düsseldorf'ta bir sene kalacaklardi. Bu zaman icinde babalari ve anneleri cocuklarin Almanca ogrenmesini istiyorlardi. Buyuyunce yabanci bir lisan onlara cok kapilari açacaktı.Bununda en kolay yolu cocuklari yatili bir okula vermekti. Babaları, Dusseldorf'a elli kilometre mesafede Hilden kasabasinda boyle bir okul bulmus ve de anlasmisti bile. Nasil olsa hafta sonları arabayla gelip iki kardesi alacaklar ve onlari guzel yerlerde gezdireceklerdi. Zaten ilk hafta cok guzel gecmisti. Iki kardeste bu sehri cok sevmislerdi. Ilk gunler baba birkac gun izin aldi ve ailece sehri bol bol gezdiler. Mehmet en cok "Königs Allee" denilen iki tarafi yuksek agaclarla kaplı , Kızılaydaki Atatürk Bulvarini andiran, ama ondan daha buyuk ve guzel caddeyı cok sevmisti. Aylardan Aralikti ve yolun ikı tarafindaki magazalar Noel ıçin ışıklarla donatılmış çok renkli bir manzara arzediyordu. Bu magazalarin icinde Kaufhof diye bir magaza vardiki, böylesi Türkiyede hiç yoktu. Magazanin yuruyen merdivenleri, her katta degisik esyalarin sergilenmesi onlari cok etkilemisti. Hele en ust kat. Burasi hep oyuncak doluydu. Hemde ne oyuncaklar: elektrikli trenler, pervaneli ucaklar, basinizin uzerinde uçurabildiginiz helikopterler, uzaktan kumandali arabalar. Mehmet , Istanbuldaki Japon Magazasini gormustu , ama burasi baskaydi. Buradaki oyuncaklari toplasan belki on, belki yüz Japon magazasi ederdi. Ahmedin en sevdigi kisim ise binanın ilk katinda vitrinlere yapilan renkli dekorasyonlardı. Her vitrinde degisik temalar vardi. Pamuk Prenses ve Yedi Cuceler, Alice Hariklar Diyarinda, Marx und Morris . Bunlarin hepsi nerdeyse vitrinden disariya cikip yuruyecek kadar canli gozuken bebeklerdi. Ama Ahmedin en sevdigi. Nuhun Gemisi ve içindeki hayvanlardi. Bu vitrinde mavi dalgalarin uzerinde koca bir gemi, bir aşagı bir yukarı inip cikiyor, geminin on kisminda beyaz sakallı bir adam dümende ona yön veriyordu. Geminin açık olan anbar kapilarindan , zürafalar boyunlarini sokup cikariyorlar, aslan ve kaplanlar kukruyorlar, atlar eşekler önlerindeki samanları yiyorlardi. Ahmet , Königs Alee'ye her geldiklerinde annesinden hep burada durmalarını istiyordu. O gece Mehmet bunlari düşünürken uykuya daldi.
Ertesi sabah iki kardes Tante Inge'nin sesiyle uyandilar. Schwester Inge, elinde iki buyuk beyaz havlu, ve kutu icinde bir kalip sabunu kardeslere verdi ve banyoyu gostererek bir seyler soyledi. Mehmet , "waschen" ve "baden" kelimelerinin ne anlama geldigini biliyordu. Evden getirdikleri dis fircalarinida alarak kardeşine : "gel elimizi yüzümüzu yıkayalım" dedi. Erkek çocuklarin banyosuna girdiklerinde cok şaşirdıkları bir manzara ile karsilastilar. Burada butun cocuklar anadan dogma çiril çiplak dolasiyor , duslarin altinda yikaniyorlardi. Iki kardes cok utanmislardi ama pek bozuntuya vermediler. Demek burada adet boyleydi.Soyundular, birbirlerini siper alarak kosedeki dusa dogru urkerekten yuruduler. Yikandiktan sonra abisi kardeşinin saçlarını kuruladı. Ahmet'in hic usumemesi lazimdi, cunku zaman zaman bir kulagi cok agrirdi. Sabah kahvaltinda cay, "brötchen" denilen kücük ekmekler ve böğurtlen reçeli vardi. Iki kardeş , bu kücük ekmekleri cok sevmislerdi. Bunlar ne kadar taze ve kıtır kıtırdı. Ama üzerine sürülen o kahve rengiye çalan yag gibi tuzlu seyi hic sevmediler. "Was ist das? " diye sorduklarinda, diger cocuklar onlara : "Fussangel "dediler*.Mehmet bu kelimenin ne anlama geldigini anlamamıştı. Dudaklarini buruşturdu. Yaninda oturan Thomas adli, Mehmedin yasindaki cocuk; "Das ist Schwein butter, meine Mutter sagt: Esse nicht, schwein fleisch und butter " .dedi. Mehmet "schwein" in domuz anlamina geldigini o gun ögrendi. Zira kaldiklari cocuk yuvasinin arkasinda bir domuz ahiri vardi ve Thomas o ahirdaki domuzlara isaret etmisti. Sonralarda burda ogrendigi en kotu iki kufur den biri "Schwein" digeri de "Dorfman"* olacakti. Thomas o gunden sonra Mehmedin cocuk yuvasindaki en iyi arkadaşi olmuştu. Thomas diger Alman cocuklarindan farkli idi. Saçları Alman çocuklarindan daha koyu, kestane rengindeydi. Babasi ölmustü. Annesi "Israel "denilen , uzak bir ülkede yaşiyordu. Hafta sonlari herkesin akrabalari ziyarete gelir ama Thomas i arayan soran olmazdi. Olsun, o annesinin senede birde olsa gelip gelmesinden ve kendisi ile vakit gecirmesinden mutlu olurdu. O zamanlar cocuklarin pul biriktirme meraki vardi.Mehmet Türkiyeden getirdigi birkac pulu Thomas'a verince, Thomas annesinin getirdigi Israil pullarini arkadaşina vererek karşilık verdi. Mehmet'in koleksiyonunda o gune kadar hic Israil pulu olmamisti. Pullari aldi ,bir zarfa koydu ve ömrünün souna kadar saklamaya karar verdi. Çocuklarin kaldığı yuva bahçe içınde ıki ayrı bınadan oluşuyordu. Giristeki ilk binada , Scwesterlerin odalari , yemek solonu ve cocuklarin ders, dinlenme ve oyun odalari vardi. Arka bahcedeki diger binada ise yatakhane ve banyolar vardi. Okul , yuvaya yurume mesafesinde idi.
Mehmet Ankara'da ucuncu sinifa baslamisti, ama Almanca bilmedigi icin onu burada ilk önce birinci sinifa aldilar, iki ay sonra kinci sinifa, sene ortasindada ucuncu sinifa gececekti. Mehmedin burada unutamadigi bir sey erkek ogretmenin bir kolunun takma ve tahtadan olusuydu. Ikinci Dunya savasinin bitisinden bu yana aradan on seneyi askin zaman gecmesine ragmen harbin insanlar uzerindeki etkileri hala devam ediyordu. Düssseldorf şehrinde Ingiliz bombardimanindan kalan harabe seklinde etrafi tahta perdelerle cevrilmis bir dolu bina vardi. Hilden sehrinde yuvanin yakininda Ingiliz askerlerinin yaşadığı askeri bir üs bulunuyordu. İngiliz askerleri cogu
kez çocuk yuvasının önündeki sokaktan birazda kendilerini begenmiş bir edayla geçerlerdi. Almanlar bu askerleri hic sevmezlerdi. Çocuk yuvası'nin bulunduğu arazinin etrafi ormanlikti. Bu ormanlarin icinde cok guzel bir dere akardi. Scwesterler cocuklari güzel havalarda ormana gotururler, onlarda tabiatla içiçe oyunlar oynarlar, bitkileri ve hayvanlari incelerlerdi. Burada Mehmet'in dikkatini ceken yerin altina merdivenle inilen mezara benziyen taş yapilar vardi. Mehmet bunlarin mezarmi, yoksa harpten kalma siginiklarmi oldugunu hic bir zaman bilemeyecekti. Gene böyle ormanda dere kenarinda oynadiklari bir gun , Mehmet diger cocuklardan uzaklasmış yürüyorduki üç Ingiliz askerinin kendısıne doğru geldigini gordu. Askerler genç çocugun siyah saclarini görünce onun Alman olmadigini anlayip onunla konusmaya calistilar. Mehmet de onlara Türk olduğunu anlatmaya calisti. Askerlerin ellerinde yeşil renklı koca koca bira şişeleri vardı.Ingılız askerleri iyice cakir keyif idiler.Bir taraftan biralarini iciyorlar bir taraftanda sigaralarindan nefes cekip Ingilzce marşlar soyluyor belkide küfürler ediyorlardi. Genç çocuk kendi memleketinde olmayan bu askerlerin küstah davranişlarindan tedirgin olmustu. Hemen oradan ayrildi ve arkadaslarin yanina döndu.
Aradan yarım saat kadar bir zaman geçmiştiki birden ormanda biraz evvel Ingiliz askerlerinın bulunduğu bolgeden gok yuzune doğru simsiyah dumanlar çikmaya başladi. Cogunlugu çam olan agaçlar cayır cayır yanmaya basladilar. Alevler bir anda etrafi sarmis, cocuklara bakan Bruder* ve Scwesterler onları yoldan aşağıya dogru yuruyuse gecirmislerdi. Once Itfaiye arabalarının sirenleri duyuldu , arkasindan Alman polis olay yerine geldi. Polisler hemen Scwester ve Bruderleri sorguya cektiler. Olayi goren varmiydi? Cocuklarin bakicilari , yangin ciktigi zaman cok daha asagida olduklarini olaya cok uzak olduklarini soylediler. Alman polisi israrla sorularina devam ederken , siyah sacli genc cocuk ileri atildi ve dilinin dondugu kadar, orada gordugu bira içen üç Ingiliz askerini anlatti. Askerlerden biri, sarki soylerken parmaklari ile fiske yapip sigaranin izmaritini çam kozalaklarının olduğu yere firlatmıştı Polisler, askerlerin esgalini aldiktan sonra genc cocuga tesekkur ettiler. Çocuklar yuvaya döndüklerinde yangın kontrol altına alınmıştı bile. Mehmet bu sarhoş İngiliz askerlerine cezai bir işlem yapilip yapilmadigini hic bir zaman bilemiyecekti.
Abisının aksıne kucuk Ahmet bir turlu alisamamisti okula. Anne ve babalari ilk hafta cumartesiyi beklemeden hafta icinde cocuklari gormek icin yuvaya ugradilar. Ahmet annesi ve babasini gorunce onlarla hic konusmadi. Sanki Türkçeyi unutmuş yada dilini yutmuştu. Ama alışacaktı ister istemez. Ahmet okul için daha çok kuçük oldugundan gündüzleri yuvada kendi yaşinda cocuklarla kalıyordu. Ama onlarlada pek anlaşmaya nıyeti yoktu. Zamanın cogunu salondakı buyuk akvaryumdakı balıkları seyrederek gecirirdi. Akvaryumun yosundan sarı, yeşil olmuş camının altında , hava kabarcıklarının yukaraya çikisini, rengarenk japon balıklarına yem atılınca bir biri ile kavgalarını seyreder durur, belkide kendini bu kucuk yaratiklara yakin hissederdi. O gun Ahmet'in hic keyfi yoktu. Aksam yemeginden sonra , yuvadaki cocuklardan birinin dogum gunu vardi. Cocuklar yemekten sonra cukalatali pasta yemisler, oyunlar oynayip sarkilar soylemislerdi. Dogum gunu cocugunu iki "Bruder" omuzlara almislar, kucuk cocuk elleri ile tavana degmisti. Daha önce hic gormedigi bu adet, dogum gunu cocugunun artik buyudugunu tavanlara bile degebildigi anlamina geliyordu. Ama kucuk Ahmet'i bunlar ilgilendirmiyordu bile, sol kulağında bir ağrı vardı ve ağrı giderek artıyordu. O gece yattıktan bir saat kadar sonra abisi , Ahmet'in aglamasiyla uyandi. Hemen gidip yan odada yatan Tante Inge'ye haber verdi. Scwester Inge, Ahmetin atesini olctu, atesi kirkin ustundeydi, ve sol kulagini tutuyordu kucuk cocuk. Scwesterler, Bruderler Ahmedi sarip sarmalayip arabayla en yakin hastaneye goturduler hemen.
Abi,Tante Lore'nin müdüriyet odasında şaşkın şaşkın oturuyor uzuntu icinde ne olup bittigini anlamaya calışıyordu. Tante Lore telefonla cocuklarin anne ve babasini aradi. Gerci onlarin bugunlerde Bremen sehrine gideceklerini biliyordu ama genede sansini denedi. Evde yoktular. Hastanedeki doktor, kucuk cocugun hemen ameliyata alinmasini uygun gormustu, ama once ebeveynlerinin onayini almasini istemisti Scwesterden. Scwester Lorenin baska caresi yoktu, abisine sordu: Ahmet'in sagligi icin bu gece kulagindan ameliyat olmasi gerekiyordu. Her sey iyi gidecekti. Abisi ne diyecekti bu ameliyata ? "Ja " diyebildi küçük abi."Alles Klaar*.
O gece kardeşi basarılı bir ameliyat gecirdi. Birkaç gün sonra, cocuklarin anne babasi haberi duyunca hemen atlayip Hilden sehrine geldiler. Kucuk Ahmet iyi idi ve hastaneden cikmaya hazirdi. Ahmet'i aldilar ve Düsseldorftaki evlerine goturduler." Hata ettik" dediler , kendi kendilerine "büyüğu neyse, ama küçük ,daha cok küçüktü ve onun daha hala anne ve baba şefkatine ihtiyacı vardı". Bu olaydan sonra Ahmet bir daha Kinder Heim'a* geri dönmeyecekti. Ilk günler konuşmak istemeyen ufaklık bir müddet sonra anne ve babasi ile, hemde bu sefer Almanca konusmaya baslamıstı. Mehmet ise ,Kinder Heim'daki yatağında yatarken küçük kardeşinin eksikligini hissedecekt hep. Bu arayış ve özleyis yalniz Kinder Heim'da degil, ileride başka leyli mekteplerdede başina gelecekti. Bu okullarda tek başina hasta olduğu ve yatakhanede yalnız yattığı gunler kendi kendine bir oyun oynardi hep.Yorganın altında kardeşi vardı ama bunu arkadaşlari ve ögretmenleri bilmiyordu. Abi , yatağa getirilen hasta yemeginin bir kismini kardeşine ayırırdı coğu kez. Bütün gün yatakhanede yalnız başina onunla konuşur ve yalnızlıgını böyle unuturdu. Mehmet, Cumartesi sabahlari siyah Mercedes arabanin yolda gorunmesini sabirsizlikla beklemeye baslamisti artik.Onlar geldikten sonra , hep beraber yemyesil cam ormanlarini icinden patika yollardan gecip, Autobahn'a cikarlar ve Düsseldorftaki evlerinin yolunu tutarlardi ailece. Burada bahce icindeki bir evin alt katinda oturuyorlardi.
Ust katta evin sahibesi oldukca genc sayilabilecek dul bir kadın yasardi.Frau Ingrıd'in kocasi harpte ölmustü. Cocuklar cogu zaman icinde elma agaclarinin bulundugu arka bahcede oyun oynarlardi. Agaclardan elma koparmalari yasakti, Frau Ingrid cocuklarin yalnizca yere dusmus elmalari yiyebilmelerine izin verirdi.Babalarinin soyledigine gore Almanlar belkide harp sirasinda cok yokluk cekmis olmalari dolayisiyla cok tutumlu insanlardi. Cogu zaman evde patates, lahana ve birazcik domuz etinden baska birsey pisirmezlerdi. Ama bizimkilerin evinde durum farkliydi. Pazar sabahi kahvaltiyi arka bahcedeki terasda yaparlardi. Kucuk brotchen ekmekleri, taze tereyağ, reçel ve salamlı kahvaltılar ne kadarda lezzetli olurdu. Turkiyedeyken cocuklar kakoa severlerdi ama burada sutlu kahveye bayildilar. Babalari, Braun marka elektrikli bir kahve makinasi almisti. Kahve taneleri mixer'de cekilir, sonra bu makinada buharla kaynatilip pisirilirdi. Mis gibi kahve aromasi biranda etrafa yayilirdi.
"HAFTA SONLARI KAHVEYE ARKA BALKONUN TERASINDA YAPARLARDI"
Mehmedin en sasirdigi şeylerden biride buradaki yiyecek maddeleri satan dükkanlardı. Bu dükkanlarda sepetli arabalara kendi esyalarinizi kendiniz koyar, sonrada cikista paraniz oderdiniz. Turkiyedeki bakkal dukkanlarinda boyle bir sistem yoktu. Kucuk Ahmet'de en cok bu dukkanlarda cikarken cocuklara verilen uzeri jelatin kagitla kapli sekerleri sevmisti. Sekerlerin kiraz sapi gibi kucuk bir sapi vardi ve buradan tutup, sekeri yalardiniz. Ahmeti'n en sevdigi yerlerden biride König's Alee deki Kaufhof'un alt katindaki yemek yeri idi. Burada yuvarlak ve yerden oldukca yuksek masaciklarin uzerinde insanlar ayakta durarak yemek yerlerdi. Ahmet'in boyu masanin alt kisminda canta , sapka filan koyamak icin yapilmis tahta cembere erisirdi ancak. Anne 'si sosisli sandivici tabagini buraya koyardi Ahmet'e yemesi icin. Mehmet ise sosisin uzerine hardal surer bu hardaldan agzi yanar , kulaklarindan ve beyninden dumanlar ciktigini hissederek sise icindeki Coca Cola denilen icecekten kamisla yudum cekerdi. Bu koyu kirmizi, kahve renkli , gazozdan cok daha lezzetli ve ic ferahlatici icecegi ilk defa burada icmis ve cok sevmisti. Ankarada ne boyle bir icecek , nede sisenin agzindan iceri sokup , yudum cektiginiz kamis vardi o zamanlar.
Hafta sonları cabuk, hafta ici ise yavas geciyordu Mehmet icin. Okulda tahta kollu ogretmenin begenisini kazanmis ve iyi notlar getiriyordu. Almancayida noksansiz konuşmaya başlamıştı artık. Yuvada Scwesterlerin de cok sevdigi terbiyeli bir cocuk olmasina karşin, zaman zaman Alman cocuklarinla ufak tefek kavgalarida olmuyor degildi. Almanya'ya geldikleri 1956 yazinda Turkiye, Melbourne olimpiyatlarinda gureste bir dolu altin madalya kazanmisti. Mehmet , Türk gibi kuvvetlı sozunu Alman cocuklarına gostermeye gayret ederdı hep. Kendısını bazen Hüseyin Akbaş, bazen Mustafa Dağıstanlı zanneder , sarı kafalı Alman cocukları ıle gures tutardı. Gene boyle bır musabakadan sonra rakıbını alt etmistiki, Alman çocugun başindan kanlar geldıgını gordu. Bruderler cocugu alıp hemen okulun revırıne goturduler. Mehmet'de Tante Lore'nın odasına alındi. Burada Scwester Lore , kucuk Turk'e bır guzel dustur gecıp nasıhatta bulundu. Mehmet'in bundan sonra arkadaslari ile guresmesi yasaklanmisti artik.
SCHLITTEN
Aralik ayi Düsseldorf ve çevresinde özelikle çocuklar icin çok güzel ve renkli geçerdi. Lapa lapa yağan kar çam ağaclarını beyaz bir yorgan gibi örtmus, ormanların içinde ve şehir merkezindeki bütün göller donmuştu. Iki kardeş hafta sonlarında beraber oluyorlar beyaz lastik çizmelerini giyip sokakta karla oynuyorlardi. Kızakla kaymak, buz üzerinde paten yapmak, bu guzel kış günlerinde iki kardeşin en sevdigi uğraşilardı. Bazen "rosebud" markali tahta kızaklarını alıp yakındaki tepelere gidiyorlar, tepeden asağı "schlitten"* ile kayiyorlar, sonra hiç yorulmadan tekrar yokuşu tırmanıyorlardı. Şehre inerkende her zaman buz patenlerini yanlarinda götürürlerdi. Burada parktaki küçük göl ,kalın bir buz tabakasi ile kaplı olduğundan genclerin, yaşlıların, çocuklarin ve tüm şehirlinin buz pateni yaptıği bir piste dönüsmüştü. Iki kardeş önceleri düşe kalkada olsa, buz pateni ile kaymayi kısa zamanda ögrendiler ve bu güzel oyundan çok hoşlandılar.
Noel yaklaştıkca eve Mehmet'in cok hoşuna giden, üzerleri pırıl pırıl kar tanelerine benzeyen pullarla dolu geyik, çam agacı, Noel Baba ve oyuncak resimlerle süslü, çok renkli tebrik kartları geliyordu. Bu kartları şöminenin üzerinde, Atatürk'ün çerçeveli küçuk resminin oldugu rafa koyup teşhir ederlerdi . Çocuklar Türkiyede yılbaşi kutlamalarina alışıktı , ama bu yılbaşindan önce kutlanılan ve Weinachten* denilen Alman bayramıda çok hoşuna gitmişti ikisininde. Her evde , küçuk de olsa bir çam ağacı, agacın üzerinde kırmızılı, yeşilli sarılı parlak camdan yapılmış süs topcukları, gelin telini andıran ve karı simgeleyen sırma sırma kağıt teller, agacın altinda hediye paketleri ; bütün bunlar ne kadarda ilgi çekici idi onlar icin. Bütun aile , Weinachten'den bir gece önce babalarının Krupp firmasından arkadaşi Herr Koffink'in evine davetli idiler. Herr ve Frau Koffink'in evi iki cocuk icin çok güzel ve unatamayacakları güzeliklerle doluydu. Tavana degen cam ağacı ne kadar ihtişamlı ve güzeldi. Hele o pencere eşiklerindeki altın renkli metalden yapılmıs melekler... Hepsinin altinda mumlar yanıyor, bu mumdan çikan ısıyla ,atli karınca gibi bir carouselle tutturulmuş, ağızlarında borazan olan bebek melekler "devr'i-daim" yapıp , dönüp duruyorlardı. Büyükler "schnapps" denilen içkilerini içiyor , çocuklarda ise Frau Koffink'in yaptığı üzümlu keki ve zencefilli kurabiyeleri yiyor ve şişeden çok sevdikleri Coca Cola'yi yudumluyorlardı. Sıra hediyeleri açmaya geldiğinde bizimkilerin ailesinine oldukça büyük bir hediye paketi düştü. Hep beraber kutuyu açtılar, kutunun içinden başka bir kutu, onun içinden bir daha küçüğu, derken en sonunda koca kutudan el büyüklüğünde son bir kutu çikti. Bunun içindede kırmızı çukalata kağıtlarının içinde cukalatadan bir araba vardı. Araba, aslının aynı maket bir Opel Kapitän'di. Herr Koffink , Türk ailesinin yurda dönmeden önce yeni bir Opel Kapitän araba alacağını o günden biliyordu sanki.
O gece Mehmet'in dikkatini ceken ve çok hoşuna giden köşelerden biride, bir sehbanin üzerindeki ışıklı küçük maketlerden oluşan bir samanlık oldu. Bu samanlıkta kücük maketlerden yapılmış, inekler, kuzular, hurma ağacları vardı. Samanlığın üstü tahta bir damla kaplı , ama önü açıkı. Samanlığın içinde, beyaz başörtülu bir kadin , önündeki küçük beşigi sallıyordu. Besiğin içinde , başinın etrafinda altın yaldızlı bir çember olan yeni doğmuş bir bebek vardi. Mehmet, daha önce hiç görmediği bu tablodan çocuk olarak etkilenmis olacakki babasına merakla bunun neyi temsil ettigini sormuştu. Babası :" Bak oğlum", dedi " Bu bebek bizim dinimizdede tanıdıgımız İsa peygamberin bebeklığini temsil ediyor. Ama ben senin şunu bilmeni istiyorum: Bizim dinimiz buradadır". Bunu söylerken babası elini kalbine götürdü. "Bizim dini inancımızda, bir çocuga, bir insana dini sevdirmek için böyle görsel şekiller ve kandırmacalara ihtiyaç yoktur ve olamazda. Bunu asla unutma!"
O gün Mehmet babasının bu olaya neden içerledigini tam anlamamıstı. Ama ilerideki hayatı belki çogu zaman yabancı ülkelerdede geçecek olsada, babasının o gün söylediği şeyi hiç unutmadı. Ne zaman ve nerede, bir noel geçirse, etrafın renkliliğinden zevk alacak ama daha büyük hazzı kalbinin içini düşundüğünde duyacakı. 1955 yilinin Weinachten sabahı , Düsseldorfdaki Türk ailesinin evinde son derece yavan geçti. Hep beraber kalktılar. Baba kahveyi hazırladı. Anne kızartma makinasina brötchenleri koydu. Çocuklar pijamaları ile uykulu uykulu kahvaltı masasına oturdular. Hiç bir bir özelligi olmayan sıradan bir gün....Ama bir hafta sonra yeni yilin ilk günü ne kadar da degisikti. 1956 Ocağının birinci günu çocuklar gene pijamalari ile kahvaltı masasına yöneldiklerinde gözlerine inanamadılar. Oturma odasındaki şöminenin önündeki halıya, raylar üzerinde giden elektrikli bir tren seti kurulmuştu. Siyah , Märklin marka lokomotif ön reflektörlerini yakmış, arkasınadaki yeşilli kırmızı vagonları çekerek, elips şeklindeki rayların üzerinde , istasyonların yanından geçerek tur attıyordu. Tren istasiyonun yanında, üzerinde Lufthansa yazan, lastik tekerlekleri üzerinde giden ve pervaneleri dönen oyuncak bir uçak vardı. Hemen yanında uzaktan komutalı kırmızı, pırıl pırıl bir Opel Kapitä n araba..... İki kardeş gözlerine inanamıyorlar, adeta: "bunlar bizimmi? " dercesine , anne ve babalarına şaşkın şaşkın bakıyorlardı. Anne ve babaları iki oğlanın siyah başlarını okşadılar. Bu bütün ailenin unutamayacaği bir yılbaşi sabahı idi 1 Ocak, 1956.
Cem Özmeral 5 Mart, 2007 Columbus, Ohıo
*Tante: Teyze * Scwester: Abla yada rahibelere verilen lakab(sister) *Nafia vekaleti: Bayindirlik Bakanlığı * Fussangel: Domuzyağı "Annem domuz eti ve yağı yemeyin der" *Dorfmann : Kaba köylü *Bruder: Abi yada rahiplere verilen lakab * Ja, alles klaar: Evet anlıyorum *Kinder Heim: Çocuk Yuvası *Schlitten: Kızak *Weinachten: Noel(Christmas)