A story in Turkish with foreword and picture titles in English
EN UZUN YOLCULUK
Babam Hamza Özmeral’in 1942 yılının Aralık ayının ilk günlerinde Adana’da başlayan ve yaklaşık üç ay sonra Amerika’nın Masachusetts Eyaleti nin Boston şehrinde nihayetlenen uzun seyahatinin hikayesini Özlediğim İstanbul kitabının bir bölümünde aşağıdaki şekilde özetlemiştim.
Babam Heybeliada Deniz Lisesini bitirdikten sonra 1937 yılında Almanyanın Bremen kentine gitmiş. Burada tersanelerde “gemi inşa” ile ilgili staj yapmış ve sonra Berlin de Humbolt Üniversitesinde Yüksek öğrenime başlamış. Bu sırada 1939 yılında İkinci Dünya Savaşı çıkıyor. Savaş çıkınca İnönü hükümeti Almanya’daki öğrencileri Türkiye ye geri çağırıp iki yıllığına Robert Koleje yolluyor. Burada babam hem İngilizcesini ilerletiyor, hem de mühendislik öğretimine devam ediyor. Mezuniyetten sonra da hükümet bu öğrencileri Boston’daki M.I.T. Üniversitesine Master yapmaya yolluyor. Babamın anlattığına göre onun Amerika macerası da bu şekilde başlıyor.
İkinci dünya savaşının o en kızgın günlerinde Alman denizaltıları Atlantik’in kuzey kısmında oldukça yoğun bir şekilde asker sivil ayırt etmeksizin bütün gemilere saldırıyorlar. Bu nedenle askeri öğrencilerin Amerika’ya yolculuk rotası Afrikanın batısından Güney Atlantik üzerinden seçiliyor. Yolculuk 1942’ nin soğuk bir Kasım günü Ankara’dan Adana’ya oradan da trenle Musul’ a doğru başlıyor. O zamanlar henüz İsrail Devleti yok. Otobüsle yola devam eden teğmenler, önce Lübnan ve Filistin üzerinden Kahire’ye varıyorlar. Kahire de piramitler geziliyor, develerle resimler çektiriliyor. Bulaşıcı hastalıklar nedeniyle bütün aşılar yaptırılıp yirmi gün burada konaklanıyor. Sonunda Amerikan askeri uçakları ile Hartum’a doğru hareket ediliyor. Hartum’da bir gece kalındıktan sonra, Kongo ormanlarına, oradan da Altın Sahillerine varılıyor. Buradan da okyanus ötesine ve Amerika kıtasına çok uzun sürecek yorucu bir yolculuk başlıyor.
Altın Sahillerinde, Akra şehrinden kalkan uçaklar Amerikan nakliye uçakları. Oturulacak yerler madeni ve son derece rahatsız. Uçak deniz seviyesinden dört yüz, beş yüz metre yükseklikte uçuyor. Bazı öğrenciler diploma törenlerinde olduğu gibi şevke gelip şapkalarını Atlantik’e atıyorlar. Sonunda çok uzun süren bir yolculuktan sonra Brezilyanın en doğu noktası olan Natal’a varılıyor. Natal da iki gün kalındıktan sonra bu defa Brezilya ormanlarındaki bir askeri üsse doğru yola çıkılıyor. Burası tam bir cehennemdir, sivri sinekler, kertenkeleler, böcekler ve vahşi hayvanlar. Cibinlikler içinde geçirilen korkulu ve uykusuz bir geceden sonra ertesi gün Tirinidad adalarına doğru yola çıkılıyor. Buraya varılınca da herkes derin bir oh çekiyor, çünkü bir önceki durakla kıyaslanınca burası adeta bir cennettir. Trinidad’da bir gün dinlenildikten sonra gene askeri uçakla Miami’ ye hareket ediliyor. Yolculuk en sonunda Boston’da noktalandığında aylardan Şubat ve yıllardan 1943 dir. Ankara’da başlayan yolculuk üç ay sürmüştür. Benim bu tarihten beş yıl sonra başlayan hayatımın Amerika kıtasına kaymasında , belki de bu yolculuğun etkisi vardır.
Cem Özmeral 14 Mart 2002 Columbus, Ohio
THE LONG TRIP
My Father, a Naval Cadet in the Turkish Army was studying Naval Engineering at the Humbolt University in Berlin and was doing his internship during the summer in the shipyards of Bremen when theWorld War II broke in 1939. The Turkish Government called him back and placed him at the Robert’s College in Istanbul where he was first to learn English and then complete his B.S. degree.
The following is a direct quote from my brother Mustafa Ozmeral’s Biography about our Father , explaining the long trip he had to make after graduating in 1942 and winning a scholar ship for a Master’s degree at the Massachusetts Institute of Technology in Boston:
My father studied at Robert College in Istanbul from 1939 through 1942. RobertCollege is a very historic institution, being the oldest American school established abroad(founded in 1863).
In 1942, he won a naval scholarship to study at the Massachusetts Institute of Technology in Boston (the world’s premier engineering school) and set out for the United States. He has told me of his long trip from Istanbul to Boston while World War II was in full steam, which is a fascinating story. First, they set out by train from Istanbul to Mosul (in today’s northern Iraq). From Mosul, they went by bus to Palestine (this wasbefore the state of Israel was created in the British territory of Palestine containingtoday’s Israel, Jordan and the West Bank). From Palestine by bus, they continued on toCairo, Egypt. From there by air transport again to Accra, which is the capital of Ghanain Western Africa. From Accra, they flew to Natal in northern Brazil, crossing theSouthern Atlantic (they had to avoid the Northern Atlantic because it was completelycontrolled by German U-boats, which sunk all non-friendly commercial transports). Myfather mentioned to me that their aircraft flew across the Atlantic at an altitude of about1500 ft, and that their windows were open, and the cabin was not pressurized. In fact,one of his friends threw his hat out the window to the Atlantic as a “souvenir”! Theycrossed the Atlantic in this manner in about 12 hours during the day. From Natal-Brazil, they crossed the Amazon jungle to arrive at the port of Belem.They continued from Belem-Brazil to the British Guyana, from there to the island of Trinidad and Tobago. And from Trinidad and Tobago, they flew to Miami, finally arriving in the United States after several weeks of travel.
Mustafa Ozmeral
LIFE AND TIMES OF MY FATHER
HAMZA OZMERAL
A Life of Twentieth Century
ADANA
CHURCHILL AND INONU ,DEC 1,1942
ADANA CENTRAL TRAIN STATION
VARDA BRIDGE ON BAGDAT RAILDOAD
ADANA:
Ankara’dan başlayan tren yolculuğumuz on sekiz saat sonra Adana’ya yakın Yenice İstasyonunda bir kere daha mola verdi. Beraber yolculuk yaptığımız üç teğmen arkadaşla trenden indik istasyona doğru yürüdük. Hepimizin üzerinde sivil kıyafetler var, rayların üzerinden istasyon binası tarafına geçtik. İstasyonun her tarafında askerler var, binanın yanındaki bölgeyi kordona almışlar, mecburen yolumuzu değiştirerek İstasyon caddesine çıktık, yiyecek bir şeyler aramaya koyulduk. Yarım saatlik moladan sonra tekrar trene binerek Adana’ya doğru yola çıktık ve yaklaşık iki saat sonra Adana garına geldik. İstasyonun önünden bir faytona binerek Abidin Paşa caddesindeki otelimize doğru yola çıktık. Faytoncu konuşkan bir adam, bize Yenice istasyondaki askerlerin orada olma nedenini izah etti. İsmet Paşa gelmiş, İngiltere başbakanı Churchill ile bir vagonda iki gündür konuşuyorlarmış. Herhalde bizi harbe sokmak için uğraşıyorlar, inşallah İnönü kabul etmez.
Akşam üstü otele Deniz kuvvetlerinden bir binbaşı geldi ve bize kısa bir brifing verdi. Yolculukla ilgili bilgiler, yolda nasıl davranacağımız, yediğimize, içtiğimize dikkat etmemiz falan, filan. Adana’dan Amerikanın Boston Massachusets eyaletine uzun bir yolculuğumuz olacak. Alman uçakları ve denizaltıları Akdeniz’de ve Atlas okyanusun da cirit atıyorlar. Bu nedenle seyahatimiz Suriye, Filistin, Mısır, Altın Sahili ve oradan Brezilya’ya oradan da Amerikanın güneyindeki Miami güzergahı şeklinde tecelli edecek. Kulağını arkadan göstermek diye buna denir. Binbaşı bizlere hayırlı yolculuklar diledikten sonra, zarf içinde harcırahlarımızı da verdi. Adam başı yüzer dolar. Yanımda doksan lirada Türk parası var, herhalde Kahire’ye kadar yetecek. Orada, Türk Sefaretinden gelecek ayın maaşını alacakmışız.
Aksam üzeri şehirde yürüyüşe çıktık. Ziya Paşa Bulvarında, Ulus parkında dolaştık. Kasım ayı olmasına rağmen hava hala güzel. Yolda zaman zaman otomobillerin yan ısıra üçer dörder deveden ibaret kervanlara da rastladık. Akşam yemeğini bir lokantada yedik. Acılı yemeklerle pek başım hoş değildir, Adana kebabını biraz çekinerek yedim. Kebabın yanında bolca yeşillik veriyorlar ve şıra içiyorsunuz. Bu kebap lokantası Adana’nın en ünlü kebapçısı imiş.
Kasanın hemen yanında Bluepunkt marka bir radyo var, herkes başına üşüşmüş kısa dalgadan Alman Devlet radyosunu ve BBC’yi dinliyor. Alman ordusu Stalingrad’a yürüyormuş. Bol bol şıra içtik, ilk defa içtiğim bu meşrubat çok hoşuma gitti, mayhoş bir tadı var. Lokanta sahibi yaşlı bir adam. Bizim deniz teğmeni olduğumuzu duyunca çok ilgilendi, masamıza oturdu, sohbet ettik. Dükkan o’na baba yadigarı imiş, her sabah pazara çıkar günlük alışverişini yapar ve Adana’nın meşhur şıracısından bir güğüm şıra alırmış. Şıracının o na anlattığına göre dün istasyonda bir vagonda görüşmeler yapan İnönü ve Churchill’e öğle yemeğinde şıra götürmüşler. Churchill, şıraya bayılmış, bardak bardak içmiş. Şıranın nasıl yapıldığını sormuş, bizimki anlatmış ama babasına yemin ettiği için işin sırrını tam olarak vermemiş. Churchill tutturmuş verseniz ne olur diye, hatta İngiliz sefiri bile ısrar etmiş. Sonunda İsmet Paşa araya girerek, “biz Türkler bir kere söz verdik mi , sözümüzden dönmeyiz”, diyerek işi tatlıya bağlamış ve konuyu tekrar Türkiye İngiltere münasebetlerine getirmiş.
Adana’da biri gece kaldıktan sonra İzmir yoluyla bize katılan üç arkadaşla birlikte altı teğmen Musul’a doğru trenle hareket ettik.
3 aralık 1942
ALEPPO(HALEP)
THE CLOCK TOWER, ALEPPO 1942
MINARETE OF UMAYYED MOSQUE ON RIGHT.
VIEW FROM THE CITADEL
Aleppo Pictures H. Özmeral Archives
TCDD lOCOMOTIVE, ALEPPO 1943 (Court.KRM Cameron )
ALEPPO (HALEP)
Bu akşam üzeri Adana’dan yola çıktık, yolculuğumuzun ilk bölümü Halep üzerinden Musul’a kadar tren yolu ile devam edecek. Tren buradan Bağdat’a kadar gidiyor, ama bizim rotamız Musul’dan otobüsle Beyrut’a doğru olacak.
Adana da bavullarımızın büyük bölümünü yiyecekle doldurduk : sucuk, kaşar peyniri, zeytin, ekmek, konserve sardalye, üzüm v.s. Yolda neyle karşılaşacağımız, ne yiyeceğimiz belli değil. Ama trene bindikten sonra, vagonlardan birinin yemekli vagon olduğunu sevinerek gördük. Cumhuriyetten önce bu vagon, harem vagonu olarak hanımlara ayrılırmış. Daha sonra ise kompartımanları kaldırıp kanepe ve masalar koymuşlar. Etrafta güzel çiçek resimli antika vitreyler var. Sabah kahvaltısını vagonda, getirdiğimiz nevaleden yaptık, ama akşama lokantada sıcak tarhana çorbası, etli pilav ve üzüm hoşafı güzel gitti.
Pencereden dışarısını seyrediyor ve İstanbul’da bıraktığım anneciğimi ve kardeşlerimi düşünüyorum. Mustafa’nın ensesinde devamlı ağrıları vardı, gözüm biraz da arkada kaldı. İki sene süreyle bana ızdıraptan başka bir şey vermeyen evliliğimi bitirmek için açtığım boşanma davası acaba gelecek ay yapılacak celse de sonuçlanacakmı? Onunla ayrıldıktan sonra arkadaşlık ettiğim Semra ile ilişkimiz ileride acaba ne olacak . Çamlıca tepesindeki son buluşmamızda ayrılırken ellerimi tutuşunu, o siyah gözlerindeki gizleyemediği hüzün ve gene de o güzel gülüşü ile birbirimize veda edişimiz... hepsi tek tek gözümün önünden geçiyor.
İlk günümüz hep dağlar içinde tünellerden geçerek geçti. Adana’ya gelirken Gülek boğazından ve Torosların güzelikleri içinden geçmiştik, şimdi ise Gavur dağları içinde seyrediyoruz. Almanların yaptığı koca Varda Köprüsü, üzerinde vagonun rayların üzerinde çıkardığı sesler sanki giderek daha da bir arttı. İnsan aşağıya uçuruma bakmaya ürküyor. Akşamüstü trendeki lokantaya gittik. Tekel birası içip sohbet ettik, yanında da bol bol Şam fıstığı yedik. Gece olunca kuşetlerimizi açtık, ben orta bölümde yattım, hemen uyumuşum. Ertesi gün öğlen’e doğru Halep’in civarındaki köyler göründü.
Halep’de on iki saatlik bir molamız var. Saat onda şehri gezmeye çıktık, en geç sekizde trende olmamız istendi. Şehir çok büyük ve zengin ama tam bir Arap ruhunu hissediyorsunuz. İspanya’da katliamdan kaçan yahudiler Osmanlılar zamanında yüzyıllar önce buraya yerleşmişler. Şehir içinde gittiğimiz dükkanların coğunda çat, pat Türkçe konuşan yahudi esnafla karşılaştık.
Şehrin tam ortasında bir karınca yuvasına ya da bir sininin kapağına benzeyen, üst kısmı düz muazzam bir tepe var. Tepenin üzerinde on üçüncü yüzyıldan kalan bir kale. Kalenin en üst burçlarına tırmandık ve buradan bir müddet şehri seyrettik.
Aşağıda toprak renkli iki katli binalarla kaplı muntazam bir görüntü var. Ama şehrin içinden dışarılara çıktıkça tam bir pejmudelik hakim. Toprak sokakların içinde yerlere çömelmiş uzun siyah entariler içinde Araplar, sokaktan geçen develer, kuyu başında iki öküzün döndürdüğü su dolapları..
Şehrin merkezinde caddelerin kesiştiği yerde Osmanlılardan kalan güzel bir saat kulesi var. Onun önünde yerlilerle resim çektirdik, sonra gene buranın tarihi eserlerinden Umayed camiini gezdik ve avlusunda oturup dinlendik. Akşam üstü , bir yahudinin dükkanından tulum peyniri, pide, hurma gibi birkaç erzak olarak trenimize geri döndük.
Halep’te vagonumuz aynı kaldı ama trenin lokomotifi değişti. Çok modern ve kuvvetli bir lokomotif, İngiliz yapımı P.C. sınıfındanmış. Irak hükümeti bunlardan dört adet sipariş vermiş, ama harp çıkınca Almanlar bunların naklini engellemişler. Bir yıl öncede İngilizler Irak’ı işgal edip Prens Abdullah’ı başa geçirdikten sonra lokomotifleri Bağdat’a getirmişler. Bizim lokomotif’in adı da Musul. Tren’e iki tanede yataklı vagonu ilave edildi, bu vagonlar Musul’a kadar boş gidiyor, orada rezervasyonlar varmış, Bağdat’a kadar dolu gidecekmiş. Arap kondüktör’e biraz para teklif ettik, Musul’a kadar bizi yataklı vagonlara alması için.Önce hık, mık etti ama sonra, pasaport kontrolünü bekleyin dedi. Saat on dokuz otuz da bir Fransız subayı ve Suriyeli bir gümrük memuru tek tek vagonları gezip pasaport kontrolü yaptılar. Kontrollerden sonra tren kalktıktan sonra kondüktöre adam başına beşer Türk Lirası verdik, oda bize iki kompartıman ayarladı. Yalnız çarşaflar sayılı olduğundan çarşaf vermedi. Her kompartımanda biri büyük, diğeri küçük iki yatak ve duşlu bir kabin var. Altı arkadaş iki kabini paylaştık. Su kısıtlı olduğundan çok çabuk birer duş aldık, sonrada kabinlerden birinde buluştuk. Halep’ten aldığımız Arak rakısını açtık, yanında da salatalık, peynir ve karpuzdan oluşan bir çilingir sofrası kurduk. Yemekten sonra dört arkadaş hemen bir briç masası kurdular, ben de yatağa uzandım, Halep’ten aldığım posta kartlarını yazmaya koyuldum.
Sabah altıya doğru kondüktör yataklı vagonun kapısına vurarak hepimizi uyandırdı ve tekrardan vagonumuza dönmemizi istedi. Saat yediye doğruda tren Telköçek denilen Suriye Irak sınırındaki istasyonda durdu. Burada Iraklı gümrük memurları İngiliz subayları ile birlikte vagonları dolaşarak pasaportlarımızı kontrol ettiler ve damgaladıktan sonra tren Musul’ a doğru tekrar yola çıktı. Tren yolu boyunca petrol kulelerini çokluğunu gördükçe insan ister istemez bu bölgeyi elimizde tutamadığımıza üzülüyor.
Öğle’ye doğru Dicle nehrinin batı kıyısında önce bir iki antik manastır kalıntısı ve sonrada köyler göründü. Çeşme başında toplanan kızların kıyafetlerine bakarak bunların çoğunun Türkmen köyleri bir bölümünün de Kürt köyleri olduğunu tahmin ettik. Şehre yaklaştıkça ikişer üçer katlı toprak renkli yapılar, cami minareleri ve uzun entarili Araplar çoğaldı. Tren giderek yavaşladı , pijama gibi çizgili entarili küçük Arap çocukları yalın ayak trenin yanında koşuyorlar. Tam öğle üzeri Musul Tren İstasyonuna vardık.
Burası tam bir keşmekeş. Simitçiler, şerbetçiler bir anda etrafımızı sardı, hatta mangal kurup çay servisi yapanlar bile var. Hemen iki hamal tuttuk, bavulları onlara vererek İstasyonun cadde tarafına geçtik. Beyrut’a otobüsümüz tam saat ikide kalkacak, onun için acele ile altımız birden alt alta, üst üste bir taksiye doluştuk. Arabamız 1940 modeli bir Chevrolet, bizi Hayfa’ya kadar götürecek Niarn Otobüs şirketinin işlettiği bir taksi. Bavulların büyük olanları bagajda, küçükleri kucağımızda şehir ortasındaki otobüs durağına yola çıktık.
Ana cadde oldukça geniş. Yolun iki tarafında iki katlı binaların altında dükkanlar, üst katlarındaki düz damlı teraslarda koltuklar ve masalar görülüyor. Caddeden her türlü vasıtalar geçiyor; at arabaları, iki atın çektiği iki katlı tramvaylar, tek tük otomobiller, yayalar ve Dicle nehrinin üzerinde sayısız kayıklar, karşıdan karşıya hayvan taşıyan sallar. Sonunda Dicle nehrinin üzerindeki uzun köprüden geçerek şehrin doğu yakasına vardık. Burada antik Nineveh kent harabeleri içinden geçerek Nairn otobüslerinin kalkacağı meydana vardık.
On The Bus
NAIRN BUS BAGGAGE CLAIM TICKET
Otobüs saat tam ikide kalktı. Bu kadar dakiklik şaşırtıcı, ama meğer Nairin şirketi Yeni Zelanda’lı iki kardeş tarafından işletiliyormuş. Buraya Birinci Dünya Savaşı yıllarında gelmişler ve harp ten sonra önceleri bir otomobil bayiliği açıp Amerikan arabaları satmaya başlamışlar. Ama işler umdukları gibi gitmeyince getirdikleri arabaları Beyrut, Hayfa ve Filistin arasında taksi olarak çalıştırmaya başlamışlar. Bu iş tutunca da otobüs ile Hayfa’dan Beyrut’a oradan da çölü geçerek Şam ve Bağdat’a, hem yolcu hem de posta taşıma işine girişmişler. Zaten otobüsün üzerindeki armada Nairin isminin altında Kara Yolu Posta Servisi yazıyor. Marmon Harrington markalı Otobüsümüzü yüz elli beygir gücünde bir kamyon çekiyor. Otobüs son derece konforlu; yüksek arkalıklı koltuklar, yaz ve kış için havalandırma ve ısıtma sistemi, tuvalet, paket içinde yemek servisi, bugüne kadar bizim otobüslerde görmediğimiz yenilikler. Otobüsün boyu 21 metre arkasındaki tuvaletin yanında, sigara, sakız, gazete, gripin gibi şeylerin satıldığı küçük bir büfesi var. Hemen onun önünde otobüsün iki şoföründen birinin uyuması için ayrılmış üstü kapalı kauçuk bir yatak bulunuyor.
Otobüsün koltukları numaralı, bize arkalardaki koltuklar düştü. Yanımda, pencere kenarında arkadaşım Galip oturuyor, koridorun yanındaki koltukta da bizim yaşlarda Beyrut Üniversitesinde okuyan bir Arap talebe. Diğer dört arkadaşımız hemen arkamızdalar. Ön taraftaki koltukları kadınlara ayırmışlar, bir nevi haremlik selamlık. Cemal adlı Arap talebe bu yolculuğu yılda en az iki üç kere yaparmış. Annesi , babası ve kardeşleri Musul’da yaşıyorlarmış ve babası burada havlu ticareti ile uğraşıyormuş. Biz bunları konuşurken yedek şoför kumanyalarımızı dağıttı. Kıvrılmış pide ekmeği içinde yeşil biber, domates, beyaz peynir, yanında siyah zeytin ve üç adet hurma. İçecek olarak da sürahi ile su verdiler ama ben itimat edemediğimden büfeden şişe suyu aldım. Yemek bitince de çay servisi yaptı muavin, herkes sigaralarını yaktı etraf duman olunca şoför havalandırmayı çalıştırdı.
Galip yanımda büfeden aldığı Times gazetesini okuyor. Gazete Musul’a haftada üç kere geliyormuş. Gazetenin bir bölümünü de bana verdi. 7 Aralık 1942 tarihli gazetede haberlere göz gezdirdim. Japon uçakları ilk defa olarak Kalküta’yı bombalamış. Almanlar Stalingrad’a taaruzu artırmışlar, Rus tank ve topçu birlikleri Almanlara karşı şehri müdafaa ediyorlarmış. Bu arada Hitler V-2 roketinin silah olarak kullanılması için yazılı olarak bir talimat çıkartmış. Yalnız Aralık ayında batırılan denizaltı sayısı altmışı geçmiş. Amerika’da benzin, Hollanda’da patates karneye bağlanmış. Bakalım bu harbin sonu ne olacak, hayırlısı ile bir kazaya uğramadan Amerika kıtasına varabilecek miyiz acaba ?
Ben gazeteyi okurken yanımıza arkada oturan gençten bir Arap geldi ve bizim yanımızdaki talebeye bağırıp çağırmaya başladı. Ne olduğunu anlamadım ama aralarına girdim olayın büyümesine önledim. Muavin şoför de geldi her iki tarafı yatıştırdı, olayı sonradan bana anlattı. Arkada oturan gencin kız kardeşi bizim hemen önümüzde bir hanımın yanında oturuyor. Bizim Beyrutlu genç devamlı bu genç kıza bakıyormuş, o kız’a bakarken arkadaki kızın kardeşi de bizimkini dikizlermiş. Sonunda dayanamamış: “ Kız kardeşime ne bakıyorsun” diyerek olay çıkarmış. Şoför pencere kenarındaki hanımla konuştu ve genç kızla yer değiştirdiler, böylece kız bizim delikanlının görüş zaviyesinden çıktı. Birazdan herkese battaniye dağıttılar ve ışıklar söndürüldü bende biraz cebelleştikten sonra uyumuşum.
10Aralık 1942
BEIRUT(BEYRUT)
BEIRUT 1942
OTTOMON CLOCK TOWER,1942
BEIRUT OUTSKIRTS 1942
Beirut Pictures H.Özmeral Archives.
BEYRUT
Sabah perdelerin aralıklarından otobüsün içine sızan güneşle birlikte uyandık. Muavin şoför arkada ispirto ocağında yaptığı çayı getirdi yanında peynirli pide servisi yaptı. Pencereden dışarıya bakıyorum, yol kenarında palmiye ağaçları çoğalmaya başladı sonra tepelerin arkasından aniden Akdenizin o masmavi arşipeli göründü. Bir tarafımızda dağlar öbür tarafta deniz kıyısı ve yol üzerinde develeri güden Arap kadınları. Şehrin dış eteklerindeki evlerin çoğu beton ve tuğladan yapılmış ama izbe bir görüntüleri var. Otobüs şehrin merkezi Martyr’s (Şehitler) Meydanında durdu. Saat üç’e kadar buradayız, üçer kişilik guruplara ayrıldık ve hemen şehri gezmeye başladık.
Şehitler Meydanı şehrin tam ortasında, iki tarafı Beyoğlundaki evler gibi dört, beş katlı neo- klasik tipte binalar ile çevrilmiş. Ortasında da boydan boya palmiye ağaçları ile donanmış yemyeşil çim bir park var. Dik dörtgen şeklindeki parkın etrafındaki bulvar çok geniş, yan yana iki otomobil ve bir tramvay geçebiliyor. Tramvaylar bizim Kısıklı tramvayı gibi nefti yeşili renkte ve iki vagonlu. İstanbul da bile bu kadar taksi görmedim, hepsi koca koca siyah renkli Fordlar. Dik dörtgen şeklindeki meydanın tabanında boydan boya, bizim eski Harbiye nezaretini andıran bir bina var. Üzerindeki Arapça kitabenin altında Palace de Canon yazıyor. Binanın önünden geçerken burada yapılan bir merasime şahit olduk. Bir Fransız Paşası kürsüden halka hitaben konuşma yapıyordu. Sonra binanın avlusundan çıkan birer tabur Fransız ve Lübnan askeri kısa bir resmi geçit yapıp binaya Lübnan ve Fransız bayrağını çektiler. Halkın içinde Türkçe bilenler vardı, bize dilleri döndüğünce Lübnanın Fransız mandası altına girdiğini anlattılar. Lübnanlılar kendi askerlerine Sipahi diyorlar.
Merasimi izledikten sonra meydanın dört bir tarafında dolaştık; binaların çoğu otel, mağaza ve sinema olarak kullanılıyor. Daha sonra bir faytoncu ile pazarlık edip bizi iki saat gezdirmesi için anlaştık. Şehitler Meydanından ara sokaklara girince o muntazam görüntü bir anda kayboldu, daracık sokaklar tepelere doğru yerini sıvası bile olmayan tuğla evlere bıraktı. Faytoncu bizi önce şehrin limanına götürdü. Burası koca koca silolar ve doklarla dolu çok canlı bir yer. İşçiler açıkta demirlemiş gemilerden mal alıp takalarla kıyıdaki doklara yüklüyorlar. Limanın biraz açığında üç bacalı bir yolcu şilebi demirlemişti. Üzerinde Marietta Pacha yazan bu şilep Akdeniz de harpten önce yolcu taşımak için kullanılırken, belli ki şimdi Fransız Bayrağı altında askeri nakliyat için kullanılıyordu. Limanın ara sokaklara açıldığı küçük bir meydanda, deniz gören birkaç balıkçı lokantası var. Bunlardan birinde oturup tavada kızarmış karides yedik, yanında da birer kadeh Arak rakısı güzel gitti. Daha sonra faytoncu bizi buradan Nejmeh Meydanı denilen Beyrut’un ikinci büyük meydanına götürdü. Burası Şehitler meydanının aksine Taksim meydanına benzeyen yuvarlak bir meydan. Tam ortasında koca bir saat kulesi var, kulenin altında resim çektirdiğimiz yerliler bu kulenin çok eskiden Osmanlılar tarafından yapıldığını söylediler. Meydanın üstündeki büyük yuvarlak cepheli bina Lübnan Posta Telefon servisine ait. Alt katında ki postaneden İstanbul’daki anneme ve kardeşlerime birer posta kartı attım. İkinci katta telefon şirketinin büroları var, buradan şehirler arası santraller aracılığı ile istediğiniz yere telefon edebiliyorsunuz. Ama ne benim ne de arkadaşlarımın evinde telefon var. Bir müddet evlerine telefon eden Fransız askerlerini izledikten sonra aşağıya indik ve faytoncuya bizi tekrar aldığı yere geri götürmesini söyledik. Şam’a gidecek otobüsümüz saat üçte kalkacaktı ve Nairn otobüsüne geç kalmaya gelmezdi.
Diğer şehirlerde olduğu gibi Beyrut’da yolcuların çoğu inmiş, yerine yenileri alınmıştı. Burada otobüse birçok kadın yolcu bindiğinden bizim de iznimizi alarak yeni bir oturma düzenlemesi yapıldı. Ben en önde, otobüse yeni binen yirmi beş yaşlarında bir Arap’ın yanında oturuyorum. Adamın kırık dökük İngilizcesi var, bir de Türkçedeki Arapça kelimeleri kullanarak konuşmaya çalışıyoruz. Suriye’de babasının bir üzüm bağı varmış, senede birkaç kere yaptıkları şarapları sandıklayarak Beyrut’a getirir buradaki lokantalara satarmış. Adamı pek gözüm tutmadı, ikide birde üstünü başını elliyor, devamlı arkasına dönüp bakıyor.
Beyrut - Şam arası beş, altı saatlik bir yol. Şam’a varmamıza iki saat kala otobüs Şamat denilen yerde pasaport kontrolü için durdu. Dışarıya çıktık, iki tane sarı toprak renginde bina var. Birincisi deve süvarilerinin karargahı olmalı, arka taraftaki açık hava ahırında yan yana yere çökmüş develer geviş getiriyor. İkinci bina ise pasaport kontrol memurlarının bulunduğu bina. Biz altı arkadaş bir araya toplanarak diğer otobüs yolcuları ile sıraya girdik. Benim yanımda oturan Arap’ta hemen arkamıza geçti. Tahta bir gişenin arkasında oturan Bedevi Pasaport memuru, hepimize aynı soruyu soruyor: nereye gidiyorsunuz, bavullarınızda ne var ? ”. Biz Türk arkadaşlar kolayca geçtik, ama bazı erkek yolcuların hemen orada duvar kenarında üstlerini aradılar. Pasaport memurları benim yanımda oturan yolcudan şüphelendiler, ona üzerlerindekileri çıkarmasını söylediler. Adamın üzerinden neler çıktı neler: üç ipek gömlek, iki kazak, iki yelek, iki pantolon, üç inci gerdanlık ve dört adet kol saati. Belinde kılıç, sırtında tüfekli bir asker bizim genci aldı ve yan taraftaki diğer binaya götürdü. Biz pasaport binasının bahçesindeki salaş çay ocağından birer çay aldık ve sandalyelere oturarak olacakları bekliyoruz. Şoförler otobüsün arkasındaki bagaj kısmını açtı ve bavulları dışarı çıkarttılar. Sonrada yolcular teker teker kendi bavullarını açarak kontrolden geçerek otobüsteki yerlerini aldılar. Bizim Türklerin bavullarına biri hariç bakmadılar bile, “Eyvallah, Eyvallah” deyip geç işareti yaptılar. Biraz gecikmeyle de olsa otobüs sonunda kalktı. Bizim genci herhalde tutukladılar, otobüs kalktığında o yoktu, kimbilir ne oldu?
Şam’a yaklaşırken toz toprak bitti asfalt bir yol başladı. Etrafımızdaki arazi yapıs ıda değişti, mümbit tarlalar , bağlar, bahçeler içine toprak evler göründü. Biraz sonra Duma şehrinden geçerek Şam’ın dış bölgelerine girdik. Yol kenarında gördüğümüz eşekler ve develerin yerini bisikletler, motosikletler, taksiler ve atla çekilen tramvaylar aldı. Sonunda hava kararırken otobüsümüz Yedi Pınarlar caddesinden geçerek önünde boş bir alana olan otobüs garajına vardı.
DAMASCUS(ŞAM)
OMMAYED MOSQUE, DAMASCUS
OMMAYED MOSQUE, DAMASCUS
THE NAIRIN BUS
Damascus pictures H. Özmeral Archives
ŞAM
Şam'a geldikten sonra, elimizde bavullar otobüs şoförünün tavsiye ettiği, garajların hemen arka sokağındaki Elhamra oteline gittik.Bu otel daha çok buradan geçen yabancı askerlerin kullandığı bir konaklama yeri imiş. Otelin bir ana binası, bahçesinde de arka arkaya tam yedi tane tek bina var. Bunlar sekiz kişi alan ranzalı odalar ve iki kişilik odalara oranla çok daha ucuzlar. Tabii işimize geld , zaten bir gece kalacağız, bunlardan birini tuttuk. Oda da dört adet ranzalı yatak, bir masa, eşyaları asmak için kapaksız bir gardırop, bir odun sobası ve ve iki adet gaz lambası var. Ana binada elektrik var, ama buraya bağlamamışlar. Tuvaletlerde müşterek, binaların gerisinde ayrı bir binanın içinde. Helaların karşısında üç tane duş yapılacak kabin var. Kapıda bekleyen Arap’a birkaç lira veriyorsunuz, size sıcak su ısıtıp, kabinin üzerindeki su rezervuarına sıcak suyu koyuyor. Artık su bitine kadar ne kadar yıkanabilirseniz yıkanıyorsunuz. Bizde öyle yaptık altı arkadaş sırayla önce bir aklanıp paklandık, daha sonrada ana binadaki lokanta ve bar bölümüne geçtik.
Yemek yedikten sonra akşamın geç saatlerine kadar barda oturup içki içip sohbet ettik. Benden başka herkes Avustralya birası içiyor, litrelik şişelerde siyah zift gibi bir bira. Benim fermantasyonlu içeceklerle aram iyi değil, birkaç kadeh “Arak” içtim, ama nerede bizim Kulüp rakısı. Barda bizden başka Fransız, Avustralya ve yeni Zelanda askerleri vardı, onlarla ahbaplık ettik biraz. Aksanları çok değişik, bizim Robert Kollej’de öğrendiğimiz Amerikan İngilizcesine hiç benzemiyor. Benim yanımda Victor isminde Avustralyalı bir çavuş oturuyor. Babası Alman asıllı imiş güzel Almanca biliyor. Bana hikayesini anlattı:
1941 yılının başında Fransa Almanya’ya teslim olunca Suriye ve Lübnan Fransızların Alman yanlısı Vichy Hükümetinin idaresine geçiyor. Tabii bu durumdan İngilizler çok rahatsız, Almanların Mısıra hücum etmesinden ve Iraktaki petrol hattını ele geçirmesinden korkuyorlar. Bu tehlikeyi engellemek için İngilizler, Avustralya, Yeni Zelanda, Hint askerlerinin ve Franız Kurtuluş Birliklerinin de katılımı ile Haziran ayında Kuzey Filistin’den bir cephe açarak Suriye ve Lübnanı işgal ediyorlar. Bu sırada Lübnan kıyılarında demirlemiş olan Avustralya ve İngiliz zırhlıları’da denizden destek veriyorlar.
Bu durum bana bizim Çanakkale savaşlarını hatırlattı, Victor’a Anzacları Çanakkale de nasıl geri püskürtüğümüzden bahsedince gözlerinde hüzünle karışık bir ışıldama, dudaklarında bir tebessüm belirdi :
“Dayım, Çanakkale’de Türklere karşı savaşmış, hatta karnından yaralanmış. Bana hep Türklerin ne kadar cesur savaşçılar ve aynı zamanda ne kadar iyi insanlar olduğundan ve bu savaşta gereksiz bir şekilde on binlerce insanın öldüğünden bahsetmiştir. Ama Alman taraftarı Vichi’ye karşı açtığımız Anzac cephesinde durum başka . Ben de bu savaşta Lübnan’da Basın ve Yayın Karargahında çavuş olarak görev yapıyordum. Şam şehri Haziranın 21 inde bizim birliklerin eline geçti, ama kıyıdaki Damour şehrinde ve Cezine dağlarında çarpışmalar devam ediyordu. Bu çarpışmalar sırasında Vinchy kuvvetlerine karşı Cezine dağlarında bir gece baskını düzenlendi. Bu baskına en yakın iki arkadaşım Ken ve Christopher de katılmışlardı. Ama ertesi gün baskın ekibinden yalnız bir kişi canlı olarak geri döndü. O asker bize arkadaşlarımın izlerini kaybettiğini, yaralı olarak Fransız birliklerine esir düşmüş olabileceğini söyledi. Hemen ertesi gün birliğimden aldığım özel izinle bölgeye gidip arkadaşlarımı aramaya gittim. Ama keskin nişancıların ateşi yüzünden hiç bir ilerleme kaydedemedim. Birkaç gün sonra dağlara tırmanan arama birlikleri altı cesetle birlikte geri döndüler. Gelen ölüler arasında arkadaşlarım yoktu. Temmuz ayında Vinchy kuvvetleri tamamen teslim oldular ve Suriyenin idaresi Hür Fransız ordusuna geçti. 1941’in Kasım ayı sonunda arkadaşlarımın harp’te öldüğü ailelerine bildirildi. Ama ölüleri hiç bir zaman bulunamadı. Onlar benim en iyi arkadaşlarımdı, onların öldüğüne inanmıyorum ve sonuna kadar onları aramaya devam edeceğim. Elimden ne gelirse yapacağım. Bu nedenle şimdi buradayım, Fransız askerleri ile konuşup bilgi toplamaya çalışıyorum.”
Gece saat iki yi geçiyordu, bıraksam Victor anlatmaya devam edecekti. Arkadaşlarımın çoğu zaten odaya çekilmişlerdi ben de Avustralyalı dostuma iyi şanslar dileyip odama gittim. Galip ranzanın üst yatağına çıkmış, bende alta uzandım, hemen uyumuşum.
14 Aralık 1942
HAIFA(HAYFA)
HAIFA, HADAR HACARMEL
TELAVIV, ALLENBY ROAD BY MOYAL CIRCLE, 1942
HEBREW TECHNICUM, HAIFA
Haifa pictures H.Özmeral Archives.
HAYFA
Sabah kalktığımda saat sekiz olmuş. Arkadaşların çoğu erken kalkıp biraz şehri dolaşmaya çıkmışlar.Lokantaya kahvaltı etmeye gittim, birazdan hepsi göründüler. El Musayed Camiini gezmişler, Müslümanların bu dördüncü kutsal mabedinin ihtişamını anlata anlata bitiremediler. Benim posta kart meraklısı olduğumu biliyorlar bana da birkaç kart getirmişler.
Beyrut’tan Hayfa’ya kısa bir tren yolculuğumuz olacak. Otelin önünde bekleyen taksilerden koca bir Chrysleri tuttuk, bavulları bagaja yükledik ve şoför’e Hicaz tren istasyonuna çekmesini söyledik. İki saatlik bir tren yolculuğundan sonra Hayfa’ya vardık.
Bizi istasyonda Thomas adlı Yahudi bir Profesör karşıladı. Thomas, Robert Kolejdeki Tasarı Geometri hocamız Profesör Moyal’in çocukluk arkadaşı. Almanya’dan kaçan Moyal ve Thomas, İnönü hükümetinin izniyle İstanbul’a gelmişler, Moyal Robert Kolejde hocalığa başlamış, can dostu Thomas ise İstanbul’dan ayrılıp Filistin’e iltica etmiş. Bizim Hayfa’dan geçeceğimizi bilen hocamız bize Thomasın adresini ve öğretim görevlisi olduğu Technikum Üniversitesindeki telefon numarasını ve kendisine verilmek üzere biraz para verdi. Bir gün önce Beyrut’tan kendisini telefonla aramış ve trenimizin geliş saatini kendisine bildirmiştik. Thomas bizi otele yerleştirdikten sonra öğle üzeri bizi gelip alacağını ve şehri gezdireceğini söyledi.
Hayfa çok güzel bir şehir. Rehberimiz Profesör Thomas otelin önünde içine sekiz kişi alan kutu gıbi bir taksi için pazarlık yaptı, hepimizden ikişer dolar aldı, şehri bütün gün dolaşmak üzere anlaştık. Önce Mt. Carmel dağının eteklerinde yapımına devam edilen Bahai bahçelerine çıktık. Dağın eteklerine basamak, basamak teraslarla tepeye çıkıyorsunuz. Bahçelerin her iki tarafına çam ve palmiye ağaçları dikilmiş, düzlüklere ise çiçek bahçeleri yapılmış. O kadar güzel bir manzara var’ki kendinizi sanki Babil bahçelerinde zannediyorsunuz. Arkanızda Galilee dağlarının dumanlı tepeleri, aşağınızda Akdenizin masmavi suları. Beyaz köpüklü dalgalar durmaksızın sahile vuruyorlar. Parkın başladığı en alt noktada, buradaki binalara benzemeyen taş bir bina var. Thomas’a bu binayı sordum, bana hikayesini anlattı. Bu binada parka adını veren Bahai dinin kurucusu Bahaullah’ın mezarı varmış. On dokuzuncu yüzyılda İran’da yaşayan Bahaullah’ın öncülüğünü yaptığı bu din, cihanşümul bir anlayışla aslında bütün dinlerin bir olduğunu, Hazreti Musa, Hazreti İsa ve Hazreti Muhammet’in değişik zamanlarda insanların değişen sosyal durumları nedeniyle Tanrı tarafından görevlendirildiği, ama aslında hepsinin amacının tek bir din olduğu inancında imiş. Bahullah İranlılar tarafından hapse atılıyor, sonra da Osmanlılar tarafından önce Edirne’ye ve en sonunda da Filistin de Akre’ye sürgüne yollanmış, öldükten sonrada Hayfa da oğluna vasiyet ettiği bu tepenin eteklerine gömülmüş.
Aşağıdaki limanda dikkati çeken bir başka şeyde kıyıya yakın bir yerde kapkara bir gemi batığı idi. Bu geminin ne gemisi olduğunu ve ne zaman battığını sorduk profesör Thomas’a .
“Çok acı bir hikayedir . Biliyorsunuz Hayfa şehri ve limanı İngilizlerin mandası altında. Burada şu anda 66 000 Yahudi yaşıyor. Çoğu da Hadar Hacarmal bölgesinde. Birazdan gezince göreceksiniz, binaların çoğu Alman tipinde, kimi Rusya’dan kimi Almanya’dan kaçıp buraya gelmiş mülteciler yapmışlar bu evleri. Ama İngilizler bu şehre artık tek bir Yahudi mülteci sokmamak için kararlı. İki yıl önce Patria gemisi Nazi Almanyasından kaçan 1800 Yahudi mülteci ile Hayfa’ya geliyor. Tabii gemidekilerin şehre giriş izinleri yok. İngilizlerin niyeti gemiyi buradan alıp Afrikanın güneyindeki Mauritius adasına yollamak. Filistin de yer altında faaliyet yapan Yahudi organizasyonu Haganah geminin limandan ayrılmasını önlemek için elinden geleni yapıyor. Ama İngilizler gemiye her mülteci için neredeyse bir İngiliz askerini muhafız dikmiş. Bunun üzerine bizim Yahudi organizasyonu gemiye bir bomba yerleştiriyor. Maksat geminin makine dairesini tahrip edip yola çıkmasını önlemek. Ama yanlış bir hesap neticesi infilak istenilenden çok büyük oluyor ve gemi içindeki yolcularla birlikte batmaya başlıyor. Tabii hemen limandaki diğer gemilerden kurtarma ekipleri geliyor, ama neticede 270 mülteci ölüyor. Harp kötü şey, kıyılarımıza gelmesin diye her gün dua ediyoruz. Ayda bir gidip yiyecek karnemizi alıyoruz. Çocuklara haftada bir yumurta yedirebilirsek ne mutlu bize”
Bıraksak Thomas anlatmayan devam edecekti,
“istersen artık buradan inelim de Technikum Üniversitesine gidelim”
diyerek araya girdim, altı arkadaş merdivenlerden aşağıya taksinin, Bahai mabedinin yanında bizi beklediği alana indik.
Technikum Üniversitesini gezme isteğimiz buranın1912 yılında İstanbul dışında Osmanlı topraklarında açılan ilk Müspet Bilimler, Mühendislik ve Mimari eğitim veren üniversite olmasından geliyor. Mount Carmel dağının eteklerindeki Üniversite binasının muhteşem bir görünüşü var. Bina İslam mimarisi, ama sanki pencereler size Avrupa’da bir binayı gördüğünüz izlenimini veriyor. Thomasın anlattığına göre burası İran’ın Firuz Abad sarayı örnek alınarak yapılmış. Merdivenlerden çıkıp kemerli girişten palmiye ağaçlarının olduğu bahçeye giriyorsunuz. Bu bahçeye ilk palmiye ağacını 1923 yılında üniversiteyi ziyaret eden Albert Einstein dikmiş. Profesör Thomas kapıdaki İngiliz nöbetçilerle konuştu, bizim Boston’a MIT Üniversitesine gideceğimizi anlattı, pasaportlarımıza bakan subay yanımıza bir asker vererek içeriye girmemize izin verdi. Tahta trabzonlu mermer merdivenlerden çıkarak bir saat kadar binayı, laboratuvarları ve dershaneleri gezdik. Sonra tekrar taksimize binerek limana indik.
Öğleden sonra Limanı ve şehrin en büyük caddesi Allenbee’yi gezdik. Hava sanki bir bahar günü gibi günlük güneşlikti. İnsanlar harbin sıkıntılarına rağmen başlarında hasır şapkalar, ellerinde şemsiyeler caddelerde tur atıyorlardı. Yanımızdan bazen kısa pantolonlu İngiliz askerleri geçiyor ve bizi dikkatle süzüyorlardı. Faytonlar, palmiyeler bana sanki İzmir de Kordonboyunda olduğumuz izlenimini veriyordu. Bir cafe de oturup hep beraber birer bira içtik. Yan masada mavi gözlü, kıvırcık kızıl saçlı, beyaz tenli iki kız bize bakıp gülücükler atıyorlardı. Keşke burada biraz daha vaktimiz olsa diye düşünürken Hayri gitti kızlarla konuşmaya başladı, sonrada” siz beni bırakın ben otele gelirim”, diyerek yan masaya geçti. Akşam üstüne doğru profösör Thomas’la vedalaştık, adresini alarak kendisine Amerika’dan muhakkak yazacağımızı söyleyerek beş arkadaş otelimize döndük.
Hayfa’dan Kahire’ye tam on sekiz saatlik bir tren yolculuğundan sonra varacağız. Bir gece önce Hayfa’da ki otelde kendimi iyi hissetmiyordum, sabaha kadar hep kabuslar görerek uyudum. Ertesi sabah kalktığımız da otelin doktoruna göründüm, şifayı kapmışım, ateşim 38 derece. Doktor bir iğne yaptı ve ilaç verdi, bol bol su içmemi söyledi. Sabah Hayfa garından Filistin Demiryolları’nın Kahire’ye giden trenine bindik. Tren Filistin topraklarından geçerek Kudüs ve Gazza üzerinden Mısır sınırlarına geçecek ve oradan da Nil nehri üzerinde yeni yapılan El Ferdan köprüsünden Süveyş kanalını geçerek Kahire’ye varacak. Tren öğlene doğru kalktı, kafam kazan gibi, ben kuşetli kopartmanda en üst ranzaya yattım. Arkadaşlarım aşağıda otura dursun ben derin bir uykuya daldım. Gece yarısına doğru uyandım, bu defa bizim arkadaşlar horul horul uyuyorlar. Merdivenden inerek kompartımandan dışarı çıktım, kondüktörden su istedim ve ilaçlarımı içtim. Pencereden dışarı bakıyorum etraf kapkaranlık tek bir ışık bile yok, mecburen gene içeriye girip yatağıma uzandım.
Sabah altı da bizimkilerin konuşmaları ile uyandım, aşağıya indim hep beraber yemekli vagona gidip bir kahvaltı edelim dediler. Bu sabah kendimi çok iyi hissediyorum, iştahımda yerine gelmiş, kızarmış ekmek , beyaz peynir siyah zeytin yiyip , yanında iki bardak çay içtim. Çaylarla birerde sigara yakmıştık ki pencerede İsmail’ye yakınlarındaki yeni yapılan El Ferdan köprüsü göründü. Nil nehrinin her iki yanında açılıp kapanan iki demir kol ortada birleşiyor ve köprü vazifesi görüyor. Günde iki kere de köprünün ayakları kıyıya döndürülüyor ve boş kalan ortadan gemiler geçiyor. Bize servis yapan garson trenin geçiş saatinin köprünün gemilere kapalı olduğu saate göre ayarlandığını söyledi. Aşağıda nil nehrinin kahverengi suları üzerinde her iki istikametinde de yük gemileri, içinde hayvan taşıyan mavnalar demir atmış ve köprünün açılmasını bekliyorlardı. Nil Nehrinin iki tarafında da bom boş boz rengi tepeler den başka bir görüntü yok. Trenle köprünün üzerinden geçerken köprü memuru Araplar’a el salladık. Saat dokuza doğru Nil nehrinin iki tarafı yeşillenmeye ve palmiye ağaçları görünmeye başladı. Dikkatli bakınca sağımızda gördüğümüz caddelerin kıyıya köprü ile bağlı Guzıreh adacığı olduğunu anladık. Caddenin üzerinde at arabaları, otomobiller, develer entarili Araplar, fesli memurlar, safari şapkalı İngiliz ve Avustralyalı askerler volta atıp duruyorlardı. Palmiye ağaçları İzmir’in Palmiyelerinin üç misli boyunda, Nil nehri üzerinde çoluklu çocuklu kayıklar, kendini rüzgara bırakmış beyaz yelkenliler görülüyordu.
Kahire garında indiğimizde saat neredeyse on bir olmuştu. Faytoncularla pazarlık yaptıktan sonra iki araba tuttuk ve bizi Nil nehri kıyısındaki Semiramis oteline götürmesini söyledik.
18 Aralık 1942
Biz Adana’da yola çıktıktan sonra Avrupa’da ve Afrika da harp iyice kızışmış. Her sabah otelin lobisinde hem radyo dinliyorum hemde son gelen gazeteleri okuyorum. Müttefik kuvvetler Avrupa da zor günler geçirmeye devam ediyor, Barbarosa’da Almanlar Rusları geri püskürtmüşler, Atlantik de U-botlar İngiliz gemilerine hayatı cehennem ediyormuş. Ama Afrika da durum değişik. Akdeniz de ve Atlantik de Almanlar denizde ve havada duruma hakim olduğundan İngilizler Amerikalı pilotların da yardımı ile Brezilya üzerinden Mısır’a silah ve mühimmat taşıyorlarmış. El Almaine denilen ve savaşın cereyan ettiği yer Kahirenin 150 km batısında. İngilizler’den talim gören bazı sivil Amerikan pilotları West Palm Beach Florida’dan Trinidad’a oradan Brezilya’nın önce Belem sonra Natal şehrine, oradan bugünkü Gana’da olan Akra’ya, oradan günümüzün Nijerya’sında Kano’ya’ oradan Sudan’daki Hartum’a ve sonunda da El Almeine’a uçup silah nakliyatı yapıyorlar. Semiramis otelinin barında bize bunları anlatan Amerikalı pilot Gilbert 1942 inin yaz aylarında B-24 tipli “Liberator” adlı nakliye uçağı ile böyle kıtalar arası dört sefer yaptığını söyledi.
“Brezilyanın cangıllarında, Afrikanın çöllerinde tam birer cehennem uçuşları yaptık ve bu uçuşlar sırasında bir çok uçağımız düştü, birçok arkadaşımızı kaybettik”. Ama bütün bunlar çabalarımıza deydi, İngilizler Almanları ve İtalyanları geri püskürttü. Rommel Hitler’in emirlerini dinlemeyerek Libya ‘ya kadar geri çekilmek zorunda kaldı. İki hafta süren El Alameine savaşı Kasım’ın beşinde bittiğinde onlardan 25 000, İttifak devletlerinin 8.Ordusundan ise 13 000 asker ölmüştü.
Bu savaştan sonra Kahire askeri önemini kaybetti, müttefik kuvvetlerin eğlence ve sefahat merkezi haline geldi. Burada kaldığınız müddetçe dikkat edin kadınlardan hastalık kapmayın, paranızı kaptırmayın. Yakında işleriniz biterse bakarsınız sizi Amerika’ya ben götürürüm, iki hafta içinde Brezilya üzerinden Florida‘ya uçacağım”.
Gilbert’in o akşam Kahire’nin harp sonrası için söylediklerini ileriki günlerde kendimizde görecektik. Bir akşam otelin barında tanıştığımız bir İngiliz yüzbaşısı bizi İngilizlerin BTE Head Quarters’ındaki Turf Kulüp’üne davet etti. Ertesi gece Hayri ile bir fayton’a binip faytoncu’ya bizi İngiliz karargahına çekmesini istedik. Randevu verdiğimiz saat de William bizi nizamiye kapısında karşıladı ve bir jeep’e bindirerek Nil nehri kenarında Palmiye ağaçları arasındaki Turf Kulüp’üne götürdü. Kapıda fesli ve takkeli, uzun entarili iki Arap bizi yerlere kadar eğilerek selamladılar, iç kapıda kısa pantolonlu bir İngiliz muhafız kimliklerimiz çek edip William ile konuştuktan sonra bizi içeri aldılar. Loş ışıklar arasında yere serilmiş puf yastıklar, küçük sedir iskemleler arasında yürüyerek sahne kenarında bize ayrılan alçak sini şeklindeki bir masaya çöktük. Birazdan başında fes olan uzun entarili ve gayet güzel İngilizce konuşan bir garson geldi ve ne içmek istediğimizi sordu. Tercihler boldu: Fransız şarapları, viski, arak rakısı, İngiliz ve Avusturalya biraları. Burada adet olduğu üzere ilk raund’u William ısmarladı, bira ile başladık sonra Hayri ve ben viski istedik. Sahne de dansözlerin biri iniyor biri çıkıyor, en sonunda göğüslerini açıp elleri ile kapayarak sahneden kaçıyorlar. William bize bunların Madam Bediya’nın dansözleri olduğunu söyledi. Dansları bittikten sonra sahnenin arkasındaki ön tarafı açık karanlık kabinlerdeki küçük masalarda oturup müşteriler ile içki içiyorlar. Tabii dansöze bir içki ısmarlıyorsun, biraz da bahşiş verdin mi fazla ileri gitmemek şartıyla biraz dalaşmanıza müsaade ediyorlar. Bizim Hayri hiç dayanırmı?, “bir bakalım” dedi ve gözden kayboldu. Yarım saat sonra geri geldi, birer içki ve biraz sarılma $10 patlamış. Bizimki memnun değil, gecenin devamı gelsin istiyor. “O zaman isterseniz buradan çıkalım sizi kenar mahallerdeki Clot Bey’in aşk bahçelerine götüreyim diyor”, William. Hayri’yi otel’e dönmeye zor ikna ediyorum, zaten üç gün sonra Dr. Barrada’nın zührevi hastalıklar ofisinde randevümüz var. Amerika’ya girebilmek için buradan temiz kağıdı almamız, tifo, tifüs, tüberkloz, hepatitis gibi aşıların hepsini yaptırmamız ve sağlam olmamız şart. “Başına belamı almak istiyorsun !”diyorum. Hayri benden küçük ve bana abi der, ister istemez otele dönmeyi kabul etti.
22 Aralık 1942
GİZE PİRAMİTLERİ VE SFENKS
BY THE GREAT PYRAMIDE GIZZE
HAMZA OZMERAL ON LEFT
OZMERAL AND FRIEND WITH A BEDOUIN
Cairo pictures H.Özmeral Archives.
GİZE PİRAMİTLERİ VE SFENKS
Bu sabah otelden kalkan tur otobüsü ile piramitleri görmeye gittik. Otobüs önce Nil nehri boyunca mümbit araziler içindeki asfalt yoldan birkaç kilometre gittikten sonra sonra içeriye çölün içine, toprak yola saptı. Şoför hem arabayı sürüyor hemde bize piramitler hakkında bilgiler veriyor. Piramitler Nil nehrinden oldukça içeriye yapılmış zira Nil nehri her sene dört ay boyunca taşar ve etrafını seller altında bırakırmış. Eskiden firavun hem kral hem de tanrı sayıldığından, insanların öldükten sonra ne olacaklarına da onlar karar verirmiş. Nil nehri taşınca insanlar firavuna yaranmak ve öbür dünyadaki hayatlarını garanti altına almak için dört ay boyunca gönüllü olarak piramitlerin yapımında çalışırlarmış. Üç Gize piramidinden en büyüğü Khufu (Keops) firavunun kendisi, oğlu ve torunun mezarlarını saklamak için dört bin beş yüz yıl önce yapılıyor ve yapımı tam yirmi yedi sene sürüyor. Diğer ikisi ise karısı ve annesi için yapılmış. Uzaktan piramitlerin inanılmaz büyüleyici bir manzarası var, ama yaklaştıkça gördüğünüz heybet karşısında insanların bunu nasıl yaptığı hiç akıl almıyor. Khufu piramidi için tam 2,3 milyon taş kullanılmış ve her taşın ağırlığı 2,5 tonmuş.
Otobüs sfenksin önündeki toprak meydanda durdu, otelden gelen turistlerle birlikte hep beraber aşağıya indik. Şoförümüz bize turist rehberliği yapan deveciler hakkında bilgi verdi, adam başı bir dolar verirsek hem bir saat rehberlik yaparlarmış, ikinci bir dolar’a da deve üstünde hatıra resmi çekilmesine izin verirlermiş, “sakın daha fazla para kaptırmayın, tam 1,5 saat sonra burada buluşalım”, dedi ve otobüse geri döndü.
Altı arkadaş hep beraber Sfenks’e doğru yürürken devecilerin değnekçileri etrafımızı sardı, “Mr.Mr,. camel three dolar”, diye bizi kendi adamlarının yanına götürmeye çalışıyorlar. Hiç aldırmadan gözümüze kestirdiğimiz iki deve’ye doğru yürüdük. Devecilerin biri siyah entarili , diğeri beyaz. Beyaz entarili olan oldukça anlaşılır bir İngilizce konuşuyor, uzun pazarlıklardan sonra piramitleri gezdirme ve deve üzerinde hepimizin ayrı ayrı resimlerini çekme dahil toplam 10 dolara anlaştık. Önce Ali Rıza ile ben yere çömelmiş develerin hörgüçlerin in üzerine oturduk, kafalarımıza da devecilerin verdiği kırmızı fesleri geçirdik. Deveci elindeki sopayla develeri dürttü ve ayağa kalkan develerin üzerinde poz verdik. Galip benim Almanya ‘dan getirdiğim Besse ile fotoğraflarımızı çekti, sonra Hayri ve diğerleri teker teker sıraya girdiler.
Fotoğraflar biter bitmez siyah entarili bizden paraları istedi, bizde “önce Gize, sonra mangır” deyip Sfenks’in arkasından büyük piramide giden taş yola doğru yürüdük. En ortadaki Khufu piramidinin boyu tam yüz kırk beş metre imiş. Piramidin ön kapısı yerden oldukça yüksekte ve yüzyıllarca bu kapı kapalı olduğundan kimseler buranın kapı olduğunu bilememişler ve çok aşağıda bir giriş kapısı açmışlar. Bu ikinci kapıdan içeriye, dehlizlerin içine girdik. Burada çok dar bir yoldan tahta merdivenler üzerinde havada sallanan bir köprüden yanımızdaki halatlara tutuna tutuna yukarıya piramidin kalbine doğru yürüdük. Piramidin kalbi olan büyük galeri piramidin içinde, neredeyse Ayasofyanın içi yüksekliğinde tavanı olan bir alan. Burası nasıl yapılmış ?, piramit yapıldıktan sonra yapılmış olması imkansız, üzerinde milyonlarca taş taşıyor. Bizim beyaz entarili Arap, “herhalde burası önce yapıldı, sonra Piramit etrafına kuruldu”, diyor. Bu galeriden Khufu’nun mezarının olduğu odaya giriliyor. Ama kapısı kapalı idi, mihmandarımızın söylediğine göre de zaten mezarın içinde Khufu’nun mumyası yokmuş. Hiç birimiz erkekliğe leke sürdürmüyoruz, ama sıcaktan ve yer altındaki havadan bunaldık, tahta iskelelerden tekrar aşağıya indik ve on beş dakika sonra kapıdan dışarı çıktık. Oh be dünya varmış, dışarıda hafiften bir meltem esiyor. Ben öldükten sonra bile burada olmak istemem.
Taş yoldan geriye Sfenks’in’in olduğu tarafa geri döndük. Bu Sfenks de tam yetmiş metre boyunda muazzam bir şey. Yüzü bir firavun yüzü, vücut ise aslan vücudu. Her sabah doğuya bakan firavun yüzüyle güneşin doğuşunu seyrediyor ve kendisinin yeniden dirilişini bekliyormuş. İki pençesinin arasına da eskiden kendisine kurban kesilen bir tapınak yapmışlar. Bu tapınaktan hala ayakta kalmış sütunlar arasında birkaç fotoğraf çektirdikten sonra devecilere parayı ödedik ve bizi beklemekte olan otobüsümüze bindik.
26 Aralık 1942
KAHİRE'NİN MEYDANLARI VE TUTANKHAMUN'UN HAZİNELERİ
Sultan Hassan and Refai Mosques
THE CITADEL AND MEHMET ALI PASHA MOSQUE
El Azhare Street in 1942
Cairo Pictures and painting H.Özmeral Archives
KAHİRE’NİN MEYDANLARI VE TUTANKHAMUN HAZİNELERİ
Bu sabah önce hep beraber El Falakhy caddesindeki Türkiye Büyükelçiliğine gittik. Büyük Elçilik binasında Ticari ve Askeri ataşeliklerine de ayrılan birer oda var. Türkiyenin Askeri Ataşesi Yarbay Cevdet Bey bizi odasında ağırladı ve kahve ikram etti. Önce bize iki yüzer dolar tutan maaş ve harcırahlarımızı verdi, sonra biz Türkiye’ den gelen Cumhuriyet ve Ulus gazetelerine göz gezdirirken o bizim Amerika’ya girişte lazım olacak sağlık raporları ve aşılarla ilgili formları İngilizce olarak adlarımıza düzenledi ve bunları muayene öncesi doktorlara vermemizi söyledi. Biraz sohbet ettikten sonra kendisine veda ettik ve şehri dolaşmaya çıktık.
Önce şehrin büyük caddelerinden El Azhare’de dolaştık. Cadde kalabalıktan geçilmiyordu, otomobiller, at arabaları, sokak satıcılarının elle çektiği arabalar, bisikletli sürücüler, yayalar düzensiz bir şekilde caddenin hem sağından hem de solundan gidiyorlar. Erkeklerin hemen hepsi entarili, entarilerin üzerine siyah cübbe ya da ceket giymişler, kafalarında ise fes ve sarıklar. Kadınlar ya kara çarşaflı ya da pardösülü, sokakta başı açık hiç kadın yok. Simit’e benzeyen gevrek satanlar, sucular devamlı etrafımız da dolaşıp bir şeyler satmaya çalışıyorlar.
Daha sonra şehrin ortasındaki Kahire kalesine çıktık, kale Ankara kalesi gibi şehre hakim bir konumda. On ikinci yüzyılda Selahattin Eyyubi tarafından şehri Haçlılardan korumak için yaptırılmış. 1830 ile 1848 yılları arasında Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa oğlu Tosun Paşanın anısına tepenin en üst noktasına iki minareli bir cami yaptırmış. Mehmet Ali Paşa camiinin Kahire’deki Memluk ve Arap camilerine hiç benzemeyen minareleri ile bana Sultan Ahmet Camiini hatırlattı. Bu camiyi gezdikten sonra tepedeki toprak yollardan aşağıya doğru indik. Aşağıda şehrin eteklerinde üç tane uzun kubbeli Memluk türbesi var. Türbelerin etrafında develer, üzerlerinde binicileri önlerinde değnekçileri yürüyorlar. Kimi develer de yere çökmüşler sahipleri de türbe yanında oturmuş uyukluyorlar. Buradaki ara yoldan Mehmet Ali Paşa meydanına çıktık. Meydanda bulunan ikisi de Memluk mimarisi camiden eski olanı, Sultan Hassan Camii 14. yüzyılda yapılmış, hemen yanındaki ve sanki onu tamamlayan ikinci El Refai camisi ise on on dokuzuncu yüzyılda aynı mimari üslupla Mısır Hidivi’nin annesi tarafından yaptırılmış. Meydanda bu iki caminin arkasında gene Osmanlılar tarafından yaptırılmış iki küçük cami daha var. Bu camileri de gezdikten sonra bugün yeterli derece cami gezdiğimize karar verdik ve bir şeyler yemek için Nil Nehri kenarında İsmailiye meydanına gitmek için altı arkadaş bir Ford taksiye bindik.
Bizi İsmailiye meydanına getiren taksi şöförü 1919 da Mısırın istiklalini kazanmasından sonra buraya Midan at Tahrir, yani İstiklal Meydanı denildiğini söyledi.Çok geniş bir alana kurulmuş meydanın Kahire de ki diğer meydanlara göre çok daha Avrupai bir görüntüsü var. Bizim Taksim meydanı gibi yuvarlak ama hem Taksimi hem de Sultan Ahmet meydanını içine alacak kadar büyük bir meydan. Meydanın ortasında fıskiyeli büyük bir havuz var. Havuzun etrafı da yeşil çim tarhları ve palmiye ağaçları ile çevrilmiş. Çim tarhlarının arkasında da yuvarlak bir çemberin üstünde ki banklarda Kahireliler küçük çocukları ile oturmuşlar güzel havadan yararlanıyorlardı. Meydanın etrafı Paris’deki meydanlar gibi geniş caddelere açılıyor. Bu caddeler den birinin önünde Napolyon’un Mısır işgaline karşı koyan Ömer Makram’ın çok büyük bir heykeli var, diğer bir köşede on iki katlı bir bina, meydanın kuzey kısmında da boylu boyuna bir tren istasyonunu andıran kırmızı renkli ünlü Mısır Müzesi Binası var.
IVORY MAIL OPENER BOUGHT IN 1942
ANCIENT EGYPTIAN GODS, EGYPT MUSEUM 1942
LEATHER PHOTO ALBUM BOUGHT IN 1942
Tahrir meydaninda Egyptian Museum
Egyptian Museum'ın giriş ücreti turistlere üç dolar, biraz tuzlu ama buraya kadar gelmişiz, görmeden olmaz. Biletleri aldık ve iki tarafında heykeller olan yüksek kapıdan içeriye girdik. Önce müzenin içindeki cafe’ye giderek birer şavurma yiyerek karnımızı doyurduk sonra müzeyi gezmeye başladık. İlk olarak mumyaların olduğu salonu gezdik. Burada tam on bir firavun mumyası var, çoğunun dişleri , saçları tırnakları, hatta Ramses’in saçlarının kırmızı boyası bile hala bütün canlılığı ile görülüyor. Ama müzenin en ilginç bölümü şüphesiz ikinci kattaki Firavun Tutankhamun ya da diğer adı ile Kral Tut’un hazinelerinin bulunduğu salon. Kral Tut "Yeni Krallık" denilen dönemde M.Ö. 1346 ile 1328 yılları arasında yaşamış. Evet, dokuz yaşında kral olan Tut on sekizinci hanedan mensubu ve yalnız on sekiz yıl yaşamış. Yüksek tavanlı salonun bir köşesinde üstü altın kaplamalı oda büyüklüğünde dört tane tahta mezar sandığı var. Bunlar birbirinin içine giriyormuş ve Tutankhamunun altın maskeli sandukası bunların içinden çıkmış .Bir müddet elinde asası, boylu boyuna uzanmış firavunu temsil eden altın sandukayı hayranlıkla seyrettik. Sonra gene onun iki tarafında aslan başları olan altın kaplamalı mezar taşını, tahtını, trompetini, yüzüklerini ve hatta krallık oturağını...
Müzede benim en çok ilgimi çeken bir bölüm de eski Mısır tanrılarını temsil eden heykellerin olduğu bölüm oldu. Burada biri yılan tam sekiz Mısır tanrısının heykeli var. Bunlardan vücudu insan, kafası atmaca olan Horus, göklerin tanrısı imiş ve firavunlar da yaşayan Horus olarak kabul edilirmiş. Horus kardeşi Seth ile savaşırken bir gözünü kaybediyor. Ama bu göz sonradan yeniden yapılmış olarak yerine geliyor ve göz sembolü eski Mısırlılar da korumanın simgesi olarak kabul ediliyor. Bize bunları anlatan müze rehberini dinlerken aklım bizim nazar boncuğu olarak kullandığımız mavi taşlı gözlere gitti. Belki de bizim bu inanış eski Mısırdan geliyor. Gene bu tanrı heykellerinden biri kadın vücutlu ve aslan kafalı Sekhemet harp tanrısıymış. Beyaz elbiseli Ptah ise elinde tuttuğu çapa- mızrak karışımı aletle küçük sanatkarları ve yaratıcılığı temsil ediyor ve zaten o konuşunca alem oluşmuş. Neter ya da Ankh adlı yılan heykelinin ise günümüzde kullanılan kadın ve erkeği temsil eden haç ve daireden tut da tıbbiye de kullanılan çeşitli sembollere kadar uzun bir hikayesi var.
Müzeyi üç saate yakın gezdikten sonra cıkış ta hediyelik eşyalar satılan dükkana uğradık. Bütün arkadaşlar ufak tefek hediyelikler aldılar: hiyegrofik yazılı papiruslar, nazarlık göz taşları, king tut maskeleri ... Ben de deriden yapılmış üzeri renkli firavun ve aslan kabartmaları ile süslü bir fotoğraf albümü, fildişi bir zarf açacağı ve bol sayıda posta kartı aldım. Amerika da geçireceğimiz iki yılın fotoğraflarını inşallah bu albümde toplayacağım.
30 Aralık 1942
Bu sabah altı arkadaş ilk olarak otelin yakınındaki Zührevi hastalıklar kliniğine gittik. Bizi muayene edecek Dr. Barrada orta yaşlı bir adam, hepimizi sıraya dizdi, önce gözümüze, ağzımıza filan baktı. Sonra ayakta kemerlerimizi açmamızı söyledi ve alt takımları şöyle bir kontrol etti. Kendisine verdiğimiz formları imzaladıktan sonra biri Arapça öbürü İngilizce yazılı iki mühür basarak bize evrakları geri verdi. Merdivenlerden aşağıya inerken üzerlerinde çarşaf olan ama yüzleri aşırı makyajlı üç kadın gülüşerek yukarı çıkıyorlardı. Buradan çıktıktan sonra yürüye yürüye İngilizlerin BTE Head Quarters’ına gittik ve orada revirde Amerika’ya giriş için gerekli bütün aşıları yaptırdık ve gerekli raporları aldık. On beş gündür Kahire’deyiz, çok şükür bütün işlemlerimiz tamamlandı, artık Hartum’a doğru yolculuğa hazırız.
6 OCAK 1943
KHARTOUM(HARTUM)-KONGO(CONGO)-AKRA(ACCRA)
C-47 Piramitlerin uzerinden Hartuma
Douglas C- 47 Skytrain
C-47 Cabin
courtesy of www. fewgoodmen.com
Kahire’ye gelişimizden tam on dokuz gün sonra Sudan’ın Hartum şehrine gitmek üzere Amerikan Douglas C-47 tipi nakliye uçağı ile yola çıktık. Pan Amerikan şirketinin Amerikan Hava kuvvetleri ile ortaklaşa inşa ettiği bu uçakların büyük çoğunluğu Afrika’da İngiliz ve Amerikan üslerine levazımat taşımak için kullanılıyormuş. İngiliz askeri uçaklarının çoğu Kahire- Akra seferlerini yaparken benzin bitmesi ve diğer arızalar yüzünden Sahra çölünde atıl kaldıklarından bu uzun menzilli C-47 ler çöl şartlarında çok daha elverişliymiş. Uçaklar kargo dışında 27 kadar yolcu da alabiliyor. Hartum’dan kalkan uçakta bizden başka Amerikalı askerler ve iki İngiliz subayı daha vardı. Kahire’den Fildişi Sahillerindeki Akra şehrine yolculuğumuz neredeyse 48 saat sürdü. Önce gece karanlığında Hartum’a indik, burada uçağın bakımı yapılır ve benzin depolanırken , biz İngiliz üssünün gazinosunda bir şeyler yiyip sandalyelerin üzerinde uyukladık. İkinci durağımız Fransız Kongosunda küçük bir sivil hava alanı idi. Burada da birkaç saat kaldıktan sonra tekrar Akra’ya doğru yola çıktık. Akra’daki Amerikan askeri üssü AAF Base’e akşam saatlerinde vardık. Burada önce evraklarımız kontrol edildi sonra misafirlere ayrılan bölüme götürüldük. Yiyecek, içecek, bira ve ılık bir duş aldıktan sonra ranzalarımıza istirahate çekildik. Yarın sabah saat 6 da Atlantik seferimiz başlıyor.
9 Ocak 1943
ASCENSION ISLAND
Günlerdir çölün üzerinde ve son gün de Güney Atlantik’in üzerinde Amerikan nakliye uçağının son derece rahatsız madeni sıralarında oturarak uçuyoruz. C- 47nin dört mürettebatı var :Kaptan Pilot, Yardımcı pilot, Navigator ve Radyo operatörü. Yolcu bölümünde de on iki Amerikalı asker ve subay ve biz altıTürk Denizci Teğmen. Uçak Atlas Okyanusu üzerinden yalnızca 1500 feet yükseklikten uçuyor ve kabin de hava basıncı olmadığından pencereler yarısına kadar açık. Yola çıkınca Hayri sevinçten şapkasını mezuniyet törenlerinde olduğu gibi Atlantik okyanusunun sularına fırlattı Biz uçağın kıç kısmına doğru yan yana olan madeni iskemlelerde oturuyoruz . Uçağın sallantısından içimiz dışımıza çıktı, aramızda zaman zaman kusanlar oluyor. Sonunda uçsuz bucaksız okyanusun üzerindeki ufukta Ascension adasının volkanik görüntüsü belirince herkes ayağa kalktı sevinçten oynamaya başladı. Uçağımız otuz dört mil karelik adanın doğusundan batısına doğru ilerliyor. Bu sırada yardımcı pilot bize ada hakkında bilgiler veriyor. Doğu sahillerinden geçerken siyah lava kalıntısı kayaların üzerinde binlerce beyaz kuşlar görünüyordu. Biz tam üzerlerinden geçerken kuşlar hep beraber havalandılar, uçak zaten çok alçaktan uçuyor, bize sürü halinde çarpacaklar diye ödümüz patladı. Meğerse bu iri sarı gagalı kuşlar uzun zamandır adadaki İngilizlerin başına dert olurmuş. Eskiden hava alanın bulunduğu adanın batı kısmı bu kuşların yumurtlayıp kuluçkaya yattıkları alanmış. Uçakların her iniş ve kalkışında da sürü halinde uçuşur, bazen de uçaklara çarpar, ön camın kırılmasına, pervanelere takılmaya veya motorun içine kaçıp uçağın arızalanmasına ve kazalara sebep olurlarmış. İngilizler bu kuşlarla savaşmak için her yolu denemişler. Önce kara duman çıkaran meşaleler koymuşlar pistin iki tarafına, sonra dinamit atmışlar kuşları kaçırmak için. Sonra bir akıllı çıkmış buraya kedi getirelim demiş, kediler kuşları kaçırır diye. Fildişi sahillerinden 1000 tane kedi getirip salmışlar adanın bu bölgesine. Ama kediler kuşları kaçıracağına, kuşlar kedilere saldırıp onları öldürmüşler. En sonunda Amerikalı bir tabiat uzmanı: “yumurtaları tahrip edin, o zaman terk ederler kuşlar bu bölgeyi” demiş. Nitekim öyle de olmuş, tam 40 000 yumurta imha edilince kuşlar üssün olduğu yeri terk edip adanın doğu sahillerine yerleşmişler.
Ascension adası Batı Afrika sahilleri ile Brezilya arasında orta noktada küçücük bir ada . Akra’dan 1357 mil, Brezilya’nın Natal sahillerinden ise 1437 mil uzaklıktaymış. İngiliz ve Amerikan nakliye uçakları burayı bir benzin yükleme ve bakım istasyonu olarak kullanıyorlar. Önceleri burada İngilizlerin bir radyo üssü varmış, Harp çıktıktan sonrada Amerikalılar burada küçük bir askeri hava alanı kurmayı teklif etmişler. İngilizler de kabul edince uçak pisti 6000 feet olarak genişletilmiş, buraya bir trafo merkezi, revir, su arıtma tesisi,lokanta ve yatacak barakalar yapmışlar. Savaş çıktıktan sonra Amerikanın bazı eyaletlerinde olduğu gibi Amerikan Hava Kuvvetleri Pan American şirketinden uçak kiralıyor ve Afrika kıtasına nakliye uçuşları yapıyor ve hava üslerinde de onların eleman ve bilgilerinden faydalanıyor.
Uçak piste inip pervaneler durunca kaptan pilot yanımıza geldi ve :” Ascension adasına hoş geldiniz. Afrika’dan Brezilya’ya uçuşlar hep tehlikelidir. Biz askeri pilotlar arasında bir deyim vardır:
İf I don’t hit Ascension
My wife will get a pension,
neyse, şimdi siz de, memlekette bıraktığınız sevgilileriniz de bu gece rahat bir uyku uyuyabilir. Bakımları yaptırıp, benzin alıp yarın sabah saat 5 de yola çıkacağız, hepinize iyi dinlenmeler"dedi. Bizde ellerimizde çantalar yorgunluğa aldırmadan karaya ayak basmanın sevinci içinde barakalara doğru koştuk.
Ertesi sabah,gün ağarmadan gene uçağımıza bindik ve Atlas Okyanusu üzerine havalandık. Sabah kahvaltısı olarak kumanya şeklinde birer muz ve cereal dedikleri içine süt konulup çorba gibi yenilen içinde her türlü tahıl ve kurumuş yemişler olan bir kumanya verdiler, yanında da Amerikan kahvesi. Kahvemi tazelemek için uçağın önüne Amerikalıların oturduğu bölüme gittim.Fincanı doldururken Amerikalı subaylar dan biri bana sigara ikram etti ve yanındaki boş yeri göstererek benimle konuşmak istedi. Kendisi de pilotmuş ve Atlas okyanusu üzerinde hem C-47 hem de C-87 lerle defalarca uçmuş. Şimdi Florida daki Morrison Field’den böyle uçaklardan biriyle Akra’ya levazımat ve asker taşımak için gidiyormuş. Ben de bizim Boston’a gittiğimizi anlatınca, çok ilgilendi ve bana çok yararlı tavsiyelerde bulundu. Kendisi Georgia’lıymış, gülerek “kışın Boston’da donacaksınız” dedi. Bu gittiğimiz Brezilya’nın Natal bölgesi nasıl bir yer diye sorunca bana şunları anlattı:
“Natal Brezilya’nın Atlas Okyanundaki en doğu sahil noktası. Bizim hem burada hem de daha kuzeydeki Belem bölgesinde birer üssümüz var. Alman denizaltıları buralara kadar gelmeye başlayınca bu yıl başında Brezilya’da bizim yanımızda Almanya’ya ve İtalya’ya savaş ilan etti. Brezilyanın askerleri ve askeri güçleri son derece yetersiz, biz Amerikalılar onlara silah yardımı yapıyor ve askerlerini eğitiyoruz. Bu akşam Natal’da ineceğimiz Parnamirim Hava Üssü, çöl üstünde sahile yakın bir yerde. Burada Ponta Negra denilen büyük bir koy var ve Brezilyalı askerler özelikle bu koyda son derece ilkel gözetleme kulelerinden bütün gün sahilleri seyrediyorlar. Biz bu askerler “Beach Soldiers” diyoruz. Geçen ay buraya geldiğim de Parnamirim de subay gazinosunda bana bu askerlerle ilgili bir hikaye anlattılar.
Birgün bu plaj askerlerinden biri gene gözetleme kulübesinden sahili seyrediyormuş. Gözleri uzakta denizin üstünde bota benzeyen ve üzerinde martıların uçtuğu bir cisme takılmış. Bir müddet sonra lastik bot dalgaların sürüklemesi ile sahile vurmuş. Nöbetçi asker hemen sahile koşmuş ve gördüğü manzara karşısında korku içinde düdüğünü öttürüp diğer askerlere haber salmış. Bot’a yaklaşınca dayanılmaz bir yanık et kokusu duyuluyormuş ve botun içinde üzerinde Amerikalı pilot üniforması olan bir ceset varmış. Yer yer vücudunun ve yüzünün üzerinde yanıklar ve kuşların kopardığı kan içinde yaralar görülüyormuş. Ölü pilot’un elinin yanında da muşamba bir torba varmış. Brezilyalı askerler hemen Parnamirim hava üssüne haber vermişler. Bizimkiler de cesedi içinde olduğu botla birlikte bir jeep’e koyup üsse götürmüşler.
Tabii üsse gelince talihsiz pilotun kim olduğu hemen bulundu. Onun sahile vurmasından on gün kadar önce bizim C-87 lerden bir tanesi Akra’dan kalktıktan 1000 mil kadar sonra kayboluyor ve kendisinden hiç haber alınamıyor. Bu C- 87 ler bir yıl önce hizmete girdi, şimdi uçtuğumuz C-47 göre hem daha uzun menzile uçabiliyor hem de çok daha yüksekten gidebiliyorlar. Akra ‘dan Natal’a kadar benzin ikmali yapmadan uçan bir nakliye uçağı anlıyacağınız. Tahminlere göre ya benzin deposunda bir problem oldu, ya da uçak Alman denizaltıları tarafından vuruldu. Sahile ölüsü vuran pilotun yanındaki çantanın içinde bota tutunan ve hepsi denizde kaybolan altı Amerikalı askerin madeni isim kolyeleri çıkmış. Bunlar C-87 nin içindeki 13 Amerikalı’dan yedisi, diğerleri de muhtemelen uçak düşünce öldüler. Amerikalıların haricinde uçaktaki iki Avustralyalı ve 12 İngiliz’den de hiç bir haber alınamadı bugüne kadar.” Ameriklalı pilot bana bunları anlatırken alçaktan uçan uçağımız zangır zangır sallanmaya başladı. Kaptan pilot havanın bozduğunu ve hepimizin kemerlerini bağlamasını söyledi, ben de biraz evvel dinlediğim hikayenin tesiriyle biraz da korkarak yerime döndüm.
NATAL ve BELEM
AKRA-BOSTON MAP courtesy of WW2_1942_Ferry_Cmd_Air_Rtes.
NATAL VE BELEM
Kötü havada bir nakliye uçağında uçmak kadar korkunç bir şey olmasa gerek. Vakit öğle üzeri olmasına rağmen hava gece gibi karanlık, sağnak halinde yağmur yağıyor ve uçak rüzgarın şiddetiyle bir sağa bir sola volta yapıyor. Arkadaşlarıma baktım, herkesin dudakları uçuklamış ,mırıldanıyor ve dua okuyorlar. Neyse ki bir saat sonra hava duruldu, uçak da daha alçaktan, gene okyanusun üzerinden uçmaya başladı.
Natal’a akşam üstüne doğru geldik. Uçağımız önce Porta Negra kumsalı üzerinden alçalarak uçtu, sonra içeriye doğru kıvrılarak Parnamirim hava alanına indi. Uçağın inmesiyle de herkesin ağzından sevinç tezahürü bağırış, çağırış ve alkışlar yükseldi. Burası oldukça küçük bir hava alanı, görünürde beş tane baraka şeklinde bina var. Binaların etrafında da park edilmiş altı tane C-47. Etrafta hummalı faaliyet görülüyor, biz geldiğimizde binalar boyanıyor, subay gazinosu olan barakanın önüne çiçek tarhları yapılıyordu. Meğerse on gün sonra Başkan Roosevelt burada Brezilya Devlet Başkanı ile buluşacak, hem bu askeri üssün hem de Belem’deki üssün genişletilmesi ve tamamen Amerikalılara devredilmesi için destek isteyecekmiş.
Subayların kaldığı barakanın bize ayrılan bölümünde biraz dinlendikten sonra Amerikalı subayların şehre giden otobüsüne binip hep beraber şehre indik. Natal deniz kenarında küçük bir şehir . Şehrin ortasında bir meydan, meydanın ortasında da bir hükümet konağı var. Şehir içindeki ana yollar parke kaldırım taşlı, ara sokaklar ise şose. Binaların çoğu beyaz ve sarı renkli ve tek katlı. Şehir deniz kenarındaki konumu ile bana biraz Gölcük’ü hatırlattı. Burada en şaşırdığım şeyde tramvaylar oldu. Yeşil renkli, kimi atla çekilen, kimi elektrikli tramvaylar sanki buraya İstanbul’dan getirilmiş gibi, aynen onlara benziyor. Tramvaylarda bizdeki gibi giyinmiş bir vatman ve boynunda para çantası asılı bir biletçi var. İnsanların çoğu siyahi ve cana yakın. Burası Brezilyanın önemli bir askeri bölgesi olduğundan sokaklarda adım başında subay ve asker görüyorsunuz. Yalnız bu subayların kıyafetleri daha çok Almanlara, belki biraz da İngilizlere benziyor, ceketleri belden kemerle bağlanmış, ayaklarında uzun siyah çizmeler ve kısa siperlikli Nazi tipi şapkalar giyiyorlar.
Sahil kenarında çardaklara altında içki içilen salaş lokanta ve gazinolarla dolu. Bunların müşterilerinin çoğu da Amerikalı ve Brezilyalı askerler. Biz de böyle kumların üstünde boş masaları olan meyhane’ye benzeyen bir yere girdik ve iç kısımdaki Amerikan bara oturduk. Barmen’e bize buranın hangi içkisini tavsiye edeceğini sorduk. Bize uzun bardaklarda sunulan fıstık yeşili rengi Caninha diye bir içki getirdi. Tadı tatlı ama mayhoş, hiç de fena değil. Şeker kamışından damıtılmış şeker, caçhace diye bir bitki, limon tipi bir turunçgil olan lime’dan yapılıyormuş. Bir, iki derken, gökyüzünü daha mavi, sahile vuran dalgaları daha bir beyaz görmeye başladık hepimiz. Bardan masalara servis yapan siyahi kız her yanımız gelişinde Hayri ve Ali Rıza kıza askıntı oluyorlar ,kız masalara gidiyor bu sefer Amerikalı Subaylar sululuğa devam ediyor. Tabii o da durumdan fazla şikayetçi değil, bahşişleri aldıkça göğsüne sıkıştırıyor dolarları.
14 OCAK 1943
Natalda Istanbul Tramvayi
Porto Negra Sahili Natal
Belem 1943
PRESIDENT ROOSEVELT AND PRESIDENT VARGAS MEET IN NATAL,JAN 1943
Natal’da iki gün kaldıktan sonra bu sabah Belem’deki Hava Üssüne gitmek için gene havalandık. Bizim Haliç vapuruna her iskelede durduğu için “dilenci vapuru” derler, bu C-47 de dilenci uçağı gibi her askeri hava alanında durup benzin için el açıyor. Tabii haklı da nereden baksan Natal ile Belem arası 1000 mil den fazla. Bu benzin ikmali işi de oldukça yorucu bir iş. 55 galonluk benzin bidonlarından elle çalışan bir pompa ile uçağın benzin deposuna yakıt pompalanıyor ki bu da saatler alıyor. Önce Afrika da uçsuz bucaksız sarı renkli çöller ve kum fırtınaları üzerinde uçmuştuk. Sonra okyanusun lacivert suları üzerinde rüzgarlarla boğuştuk. Ama şimdi ki en güzeli, hava billur gibi berrak, uçağımız Amazon nehrinin kahve rengi suları ve yemyeşil jungle’ları üzerinden uçuyor, görünürlerde ne bir köy ne de bir yol. Navigator elinde harita olsa bile yolunu nasıl buluyor bilmem ?
Belem Val de Cans hava alanına indiğimizde güneş yeni batıyordu. Aslında buraya hava alanı bile denemez 5000 ft lik bir iniş pisti. Bu pistin dışında da bütün görünen şey bir hangar ve büyük bir benzin deposu. Val de Cas daki iniş pistinin dışında Belem’de, Amazon nehrinin güney ağzında deniz uçakları için bir alan ve rampa varmış. Her iki hava tesisini de Pan American ve Brezilya askeriyesi ortaklaşa işletiyorlar. Ama Brezilya savaşa dahil olduktan sonra buraların işletimini Amerikan Hava Kuvvetlerine devrediyor. Özellikle Belem limanındaki tesislerde Amerikalılar modern bir konaklama ve benzin depolama tesisi inşa ediyorlarmış. President Roosevelt de çok yakında Brezilya Başkanı Vargas’la buluşup bu tesisleri teftiş edecekmiş.
İndiğimiz hava pistinde konaklama tesisleri olmadığından bizi içine sekiz kişi alan jeep’le araba karışımı araçlara bindirdiler. Arabanın yanları açık, üzerinizde bir tente var, öndeki demire tutunarak düşmemeye çalışarak çukurlarla dolu kırmızı topraklı yollardan gitmeye başladık. Brezilyalı şoför yola çıkan kaplumbağalara ve ne olduğunu bilmediğimiz hayvanat’a çarpmamaya çalışarak arabayı deliler gibi sürüyor. Sonunda ormanın içinde etrafı tel örgülerle çevrili bir kamp’a geldik. Burada yirmi kadar kızılderili tipi çadır var. Geceyi burada geçirecekmişiz. Kumanyalarımızı lokanta gibi kullanılan büyük çadırda yememizi ve yatacağımız çadırlara yemek götürmemizi söylediler.
Çadırların dörder kişilik. Ben Hayri, Galip ve Fikret’le bir çadırı paylaşıyoruz. Yataklarımızın üzerinde cibinlikler var. Yatağa girdikten sonra sebebi de anlaşıldı, sivri sinekler elimizi ayağımızı ısırmaya başladı. Uyumak imkansız, dışarıda devamlı bir uğultu ve vızıltı, zaman zaman da çakal sesine benzeyen ulumalar ve kuşların canhıraş haykırış”ları. Tam dalmaya başlamıştım ki Hayrinin çığlıkları ile uyandım, “abi karıncalar, karıncalar diye bağırıyor. Gaz lambalarını yaktık, çarşafının üzerinde santim boyunda kırmızı karıncalar var. Hepimiz uyandık, bize verdikleri fitil makinesi ile çadırın sağına soluna sıkmaya başladık. Bu zehirli havada yatmaya tabii imkan yok. Hep beraber yemekhane olarak kullanılan büyük çadıra gittik. Birazdan diğer iki arkadaşımız ve birkaç Amerikalı subay daha geldi. Burada çadırın girişinde Jeneratör’le çalışan büyük bir sinek öldüreceği var, mavi ışıklı bu alete böcek ve sinekler takılıp duruyor. Amerikalılar kahve yaptı, masalarda oturup kahveleri içerek biraz onlarla sohbet ettik. Sonra ben masaya başımı dayayıp uyumaya çalıştım. Birazdan burnumda bir gıdıklanma hissettim, gözlerimi açınca bağırarak iskemleden fırladım. Masanın üzerinde yeşil renkli bir kertenkele yılan gibi dilini bir içeri bir dışarı sokup bana bakıyordu. Anlaşıldı bize bu gece bize uyku haramdı Yanımdan ayırmadığım günlüğümü aldım, son iki günde olanları yazmaya başladım.
İNGİLİZ GİNESİ (BRITISH GUIANA)
Bu sabah şafak vakti İngiliz Ginesine doğru yola çıktık. İngilz Ginesinde uçaktaki üç İngiliz subayını bıraktıktan ve benzin aldıktan sonra yolumuza devam edeceğiz. Bu ada da Amerikalıların savaş dolayısı ile İngilizlerden kiraladığı “destroyer” hava üslerinden Atkinson hava alanına ineceğiz. Öğleden sonra cangılların içinden Karayipler denizine akan Demerara nehrinin kuzey sahillerindeki Georgetown şehrinin üzerinden uçtuktan sonra Atkinson hava üssüne indik. İnişe geçerken pistin uzağında palmiye ağaçlarının olduğu bir alanda Amerikan donanmasına ait koca bir Zeplinin park etmiş bir halde durduğunu gördük. Berlin de harp öncesi Almanların birçok zeplinini görmüştüm ama bir Amerikan zeplini ilk defa görüyordum. Mesele sonradan anlaşıldı; Amerikalıların “Blimp” dedikleri bu koca balonlar Orta Amerika ve Karayip denizinde Alman denizaltılarını gözetlemekle görevliymiş.
Adından anlaşıldığı gibi İngilizlerin bir kolonisi olan bu ülke İngilizlere asker vererek Müttefik Kuvvetlerin yanında savaşa girmiş. Önceleri savaş dolayısı ile yerli halk çok sıkıntı çekmiş ama şimdi gemilerle Amerika’ya boksit madeni ihraç ettiklerinden durum şimdi daha iyi imiş. Gemilerle Demerara Nehrinden Okyanusa taşınan ham madenler Amerika ‘da özelikle uçak yapımında kullanılıyormuş.
Eskiden Hyde Park denilen ormanlık alanda 1941 yılında Amerikalıların yaptığı hava alanın iniş pistinin altındaki tünelerde 250 000 galon kapasiteli depolardan sifon sistemi ile uçaklara pist den ayrılmadan benzin ikmali yapılıyor. Hava alanının hemen yanında gene Amerikalıların yaptığı Essquiba denilen küçük bir otel var. Uçağımız benzin ikmali yaparken biz de otelin lokantasından bir şeyler yedik ve içtik ve kalkış saatimizi beklemeye başladık.
TRINIDAD
Trinidad Photos courtesy of John Bross
TRINIDAD
16 Ocak 1943
Öğleden sonra C-4 tipi uçağımız Venezuela sahillerinden Trinidad- Tobago adalarına doğru uçmaya devam ediyor. Çoğumuzun bacakları ve kolları dün akşamki böcek ve sivri sineklerin ısırıklarından kızarmış, kaşınıp duruyoruz. Ama aşağıda Trinidad adasının cam mavisi denizi ve kumsalları görününce hepimizi bir sevinç aldı. Burada Amerikalılara ait hem bir deniz üssü hem de iki pisti olan hava alanı var. Naziler İngilizlere ait bu adaları u- botlarla taciz edip dururlarmış. Sonunda İngiltere tam 50 destroyer karşılığında Amerikalılara Karayipler denizinde tam dokuz adada askeri üs vermeyi kabul etmiş. Bu nedenle bu adalara “destroyer” adaları da deniliyor.
Trinidad adasının adını Kristof Kolomb’un verdiği söyleniyor, artık “trinity” denilen üçlü hristiyan inancından mı, yoksa adaların sayısının üç olmasından koymuş bu ismi, bilinmez. Büyük ada : Trinidad, biz oraya gidiyoruz. Kuzeyinde hava üssü, güney batısında da deniz üssü var. Deniz üssü yalnız gemilerin yanaşması için değil aynı zamanda bakım ve tamiri için tersanesi ile tam teşekküllü bir liman. Waller Havaalanı I. dünya savaşında uçağı düşen Amerikalı bir pilotun anısına adlandırılmış. Ascension Island’daki iniş pistinden çok daha uzun olan piste indiğimizde akşam üstü olmuştu. Bizi Amerikalı iki yüzbaşı karşıladı ve jipler le karargah doğru hareket ettik. Pistin bir tarafında sıra sıra uçak hangarları var, uçaklarda hangarların kamuflajlı damlarının altında bakım ve ikmalde. Bir iki kilometre gittikten sonra kauçuk ve sarmaşıklı ağaçların gölgesinde ki askeri karargaha geldik. Binaların hepsi kazıklar üzerinde, yerden bir metre kadar yükseklikte iki katlı ahşap yapılar. Altı yatakhane, bir subay gazinosu ve lokantası, bir küçük kilisesi, bir idari binası ve acil durumlarda 150 kişilik kapasiteli hastanesi olan küçücük bir şehir.
İlk iş olarak hastaneye uğradık, bacaklarımızdaki yaralar için“merhem ve ilaç aldık. Sonra yemekhaneye geçtik. Günde üç öğün yemek çıkıyor.” Supper” yani akşam yemeği saat 16 :00 ile 17:30 arası. Akşam yemeği için erken saatler ama karnımız zaten çok açtı, hemen sofraya oturduk. Menümüz: Fırında pişirilmiş cranberry soslu hindi, haşlanmış havuç ve mısır taneleri, elma turtası ve kahve. Midelerimiz bayram etti. Yemekten sonra subay gazinosuna geçtik, burada büyük bir bilardo odası var. Subaylar ellerinde istikalar dudaklarında bizim tütünle Virginia tütünün den harmanlanmış Chesterfield sigaraları, bilardo oynuyorlardı. Ama bunların bilardosu bizimki gibi üç toplu değil. Futbol takımının formaları gibi: bir takım düz, diğerleri çizgili sekizer den iki set top var. Beyaz topla vurarak kendi takımından en fazla topu sokan kazanıyor, ama yanlışlıkla tek olan siyah topu sokarsan oyunu kaybedersin. Bizim Ali Rıza Üsküdar’daki kahvelerin bilardo şampiyonudur. Hatta geçen sene iskeledeki Hacı Babanın bilardo salonunda İstanbul turnuvası şampiyonluğunu kazanmış ve büyük ikramiye olan 100 TL yi cebine indirmişti. Bir iki pratikten sonra oyunu hemen kavradı, bakıyorum etrafımızda Amerikalılar birikip bizimkini seyretmeye başladılar.
Birazdan Amerikalı subaylardan biri Ali Rıza ya gelerek birasına bir oyun yapmayı teklif etti . Anlaşılan bu yüzbaşı Waller Field’in en usta bilardocusu imiş. Ali:” Kabul ederim, ama biz whiskey içeriz hem de kazanırsam diğer beş arkadaşıma da isterim” dedi. Amerikalı kendinden o kadar eminki “ no problem” diye cevap verdi. Topları üçgenin içine koydular ve kimin başlayacağına karar vermek için yazı tura atıldı. Kurayı kazanan Amerikalı oyunu başlattı ve ilk 5 topu hiç problemsiz soktu, altıncısını ıskalayınca sıra Ali ye geçti. Üsküdarın şampiyonu tereyağından kıl çeker gibi bir seferde tık, tık, tık bütün topları içeri soktu. “ Birasından uzun bir yudum alan yüzbaşı “one more” deyince Ali Rıza da “6 more whiskey” diye yanıt verdi. Amerikalı:” OK, ama bu seferki oyunu ikişer kişilik takımlar halinde oynayacağız” dedi. Bizim ikinci bilardocumuz olan Galip’in hata yapıp sıranın kendisine geçeceğini umuyordu herhalde. Aslında işler umduğu gibi gidiyordu ve oyunun sonunda ve Waller Field’in şampiyonu son top olan sekizinci topu sokamayınca istikayı eline alan Üsküdarlı son dört topu da sokarak oyunu bir kere daha kazandı. Amerikalılar olgun insanlarmış, ellerimizi sıkıp “good game” dediler ve bize viskileri ısmarladılar. Tabii serde Türklük var, bizim Ali Rıza da, yüzbaşı ve iki arkadaşına birer Schlitz birası ısmarladı ve onlara Türkiye’den getirdiğimiz Sipahi sigaralarından ikram ettik. Biraz sohbet edip , içkilerimizi içtikten sonra müsaade isteyip yatakhaneye gittik. Önce mis kokulu sabunlarla yapılan sıcak bir duş, sonrada pervaneler altında beyaz çarşafların ve kuş tüyü yastıkların üstünde derin bir uyku. Ertesi sabah kalktığımda iki gece önceki cehennemden sonra dün gece galiba cenneteydik diye aklımdan geçirdim.
17 Ocak 1943
Bu sabah bizim C-47 bakıma girdi. Bir aksilik çıkmazsa saat 12:00 de hazır olacakmış ve saat 1 de de kısmetse Amerika’ya doğru yola çıkacağız. Yolculuğa kadar dört saatimiz var, buraya çok yakın olan Arima kasabasına gidip biraz dolaşmaya kara verdik. Waller Field’in Nizamiye kapısında bekleyen külüstür bir mini otobüsün şoförü ile pazarlık ettik ve arabaya bindik. Şoförümüz Anjumen kırk yaşlarında ufak tefek Hint asıllı siyahi bir adam. Siyah yağlı saçları yer yer kırlaşmış, ön dişlerinden ikisi yok, ama devamlı gülüyor ve İngiliz şivesi ile durmadan anlatıyor. “Kristof Kolomb Hindistan sanarak buralara geldiklerinden çok önce benim dedelerim ”Hindistan’dan buraya gelmiş diyor.Toprak yollarda kauçuk ve Hindistan cevizi ağaçlarının arasından arabayı deli gibi sürüyor, bizde düşmemek için önümüzdeki demir tutacaklara tutunuyoruz.
Kasaba bir ana caddesi ve ona açılan ara sokaklardan meydana gelmiş iki millik bir alan. Ana cadde oldukça geniş, cumbalı iki katlı ahşap evler, bana biraz da İstanbul sokakların andırdı. Evlerin önünde uzun uzun direkler ve alt katlarda dükkanlar, sanki eski “Direklerarası”. Birkaç salaş lokanta, bir fırın, ayakkabıcılar, terziler,bir kitapçı, postane, bir iki doktor ofisi, dişçi, eczane bir kitapçı, yol kenarına park edilmiş siyah bir Chrysler ve yeşil renkli bir Rambler, hepsi bu. Dükkanların üzerinde NECCHI dikiş makinaları ve içki reklamları dikkati çekiyor. Şoförümüz Anjumen: “ burada erkekler bütün gün içer, kadınlarda dikiş makineleri başında dikiş diker” diyor. Şubat ayında yapılan festival için civardaki bütün adalara kostümlerin çoğu burada dikilirmiş, ayrıca Amerika ve İngiltere’ye de sipariş üzerine gömlek ve elbise yapılırmış.
Ara sokakların başlarında el arabaları ile hasır şapkalı sokak satıcıları mango meyvesi ve Hindistan cevizi suyu satıyorlar. Mango dış görünüşü ile ayvayı andırıyor ama içi tatsız erik ya da şeftali gibi. Coconut dedikleri daha tam olmamış yeşil Hindistan cevizlerinin dış kabukları soyulmuş ve tepeden kavun gibi kesilmişler. İçine sokulan kamışla tatlıca bir lezzeti olan suyu içiyorsunuz. Hepimiz birer tane aldık ve elimizde kamışları çeke çeke yürüyoruz. Yanımızdan bisikletlerinin üzerinde rengarenk elbiseli siyahi kadınlar ve hasır şapkalı adamlar geçiyor. Ara sokaklardan birine sapıyoruz. Buraya Karnaval Sokağı deniyormuş. Sokağın iki tarafında barlar ve yarı çıplak kadın resimleri ile pavyona benzeyen yerler var. Gündüz olduğundan sokak tenha, ama bizim gurup halinde geldiğimizi gelen bir kadın pavyonun kapısından çıktı ve bize:
“Hello Gentlemen you are Johnies?” diyor. Siyah saçları sarıya boyalı kadının üzerinde küçücük kırmızı bir şort var, üzerindeki bluzdan iri göğüsleri neredeyse dışarı fırlayacak. Biz yürümeye devam ediyoruz, ama Hayri durur mu, kadına takıldı konuşmaya başladılar. On dakika sonra bize yetişiyor.
“Ne konuştun olum diyorum kadınla”. “
“Abi kadın bizi içerdeki evine davet etti, $10 anlaştık, ama benim hava alanına dönmem lazım acelem var, başka zamana” diye atlatmaya çalıştım. Bu sefer bana,” problem değil istersen gel tuvalette $ 5 olur” dedi. Ben de ” sorry, I was just looking, next time” dedim. “Kadın bir kızsın bir kızsın, bana avazı çıktığı kadar m...f... diye küfür etmeye başladı neredeyse saldırıp dövecek, canımı zor kurtardım”.
Evet burası pek tekin yerler değil dedik ve hemen gene ana caddeye döndük. Anjumen köşede bir lokantanın önündeki masalardan birine oturmuş, bir şeyler yiyordu. Biz de belki Airfield’deki tabildotu kaçırırız, bir şeyler yiyelim dedik ve bir masaya oturduk.Ben “doubles” dedikleri, bizim pideye benzeyen bir ekmek içindeki yemeği yedim. İçinde nohut ezmesi, salatalık, ananas ve acı biber var. Ama ne acı biber !, bizim Çarliston yanında halt etmiş. Yandım ki ne yandım, tabi bol bol Hindistan cevizi suyu içerek acıyı giderdik. Bazı arkadaşlar da “Palau” dedikleri et, sebze ve pirinç ten yapılmış yemeği yiyorlar. Bildiğimiz iç pilava benziyor, belki de Palau ismi pilav dan geliyor.
Saat on ikiye geliyor tekrar küçük otobüsümüze binerek Waller Field’e dönüyoruz. Uçak saat 1:00 de, tam vaktinde kalkacakmış, yatakhaneye bavulları hazırlamaya koşuyoruz.
“Amerika bekle bizi sonunda geliyoruz.”
MIAMI
Sovereign Hotel Miami Beach, FLA
Miami Beach and Girls
Cabana Sun Club
Babamın Adana’da Kasım 1942 de başlayıp üç ay sonra Boston’da sonuçlanan yolculuğu ile ilgili anıları burada sona eriyor. Uçağının Florida ‘da West Palm Beach‘deki Morrison Field hava alanına indiğini, oradan da ertesi gün Miami’de Homestead Air Base uçtuklarını Türkiye’de ailesine yazdığı posta kartlarından çıkarıyorum. Bana anlattığı anılarından o zaman savaş dolayısı ile kısmen Amerikan Deniz Kuvvetlerine tahsis edilmiş olan Miami’nin ünlü Sovereign otelinde kaldıklarını söylediğini de hatırlıyorum. Bu otelde subayların devam ettiği gazino da her akşam orkestra eşliğinde dans olduğunu ve burada genç kızlarla çok güzel vakit geçirdiklerini ve bazen de Miami’nin diğer barlarını gezdiklerini bana söylemişti. Ama Miami’de kaç gün kaldılar, buradan Boston’a direk mi uçtular ? bunları bilemiyorum. Bütün bildiğim 1943 ün Şubat ayının ilk günlerinde Boston’a vardıkları. Burada Türkiye’den gelen on beş deniz teğmeni Cambridge’deki ünlü M.I.T. üniversitesinde Gemi İnşa Mühendisliği konusunda Master eğitimine başlıyorlar.
Babam bu eğitimin son derece zor geçtiğini, Ekim 1944 de mezun olduklarında uykusuzluk ve çalışmaktan kilosunun 50 kg. kadar düştüğünü bize hep anlatmıştır. Boston, okulun yanında babamın hayatında ileride çok konuşacağı güzel anılar ve tecrübeler de bırakacaktır. Burada Boston Pops orkestrasının ve Boston Senfoni orkestrasının müdavimi olacak her hafta gittiği konserlerin yanında Türkiye’ye gelirken çok büyük bir klasik müzik taş plak koleksiyonunu da yanında getirecektir. Müzik ve okul dışında burada ileride en yakın arkadaşı olacak Hayri Tezcan ile başlı başına bir kitap olacak maceraları olacaktır.
Kasım 1944 de, babam Adana’dan ayrıldıktan iki yıl sonra Türkiye’ye döndüğünde II.Dünya Savaşı bütün şiddetiyle devam etmektedir. Kahire’de yapılan konferans da Roosevelt ve Churchill bütün çabalarına rağmen Cumhur Reisi İnönü’yü, Türkiye’yi savaş’a sokmaya ikna etmeyi başaramamışlardır. O günlerde yirmi bir yaşındaki genç Türkiye Cumhuriyeti hummalı bir yapılanma içindedir ve Gölcük ileride Türk donanmasına katılacak gemilerin Türk mühendisler tarafından inşa edilmesi tamir ve bakımı için seçilen liman olmuş ve babam dahil Amerika’da tahsillerini bitiren subayların hemen hepsi buraya atanmıştır.
Babam Amerika da iken dört abisinden en genci olan Mustafa yakalandığı ani bir hastalık nedeniyle vefat etmiş, babam bu acı haberi İstanbul’a geldikten sonra öğrenmiş ve aylarca üzüntü içinde yaşamış kendine gelememiştir. 1946 yılında o zamanlar İstanbul da yaşayan Fransızca öğretmeni bir genç kız olan annem Lamia Aykut ile evlenmiş ve genç çift Gölcük te küçük bir eve taşınmışlardır. 1947 yılının Martın’da ben, ilk oğulları, doğmuşum. Bugün iş yeri Boston Massachusetts’de olan ikinci oğulları kardeşim Cenan benden üç yıl sonra doğmuş. En küçük kardeşimiz Mustafa ise bugün Chicago‘da yaşıyor. Hepimiz evliyiz, üçümüzün de çocukları, ikimizin ise torunları var. Belki de biz üç kardeşin de hayatının Amerika kıtasına kaymasının nedenin de babamızın 1943 de Boston’a yaptığı uzun seyahat yatıyor.
Cem Özmeral
5 Şubat, 2013
Dublin, Ohio
BOSTON
Tremont Street, Boston, MA
Great Dome of M.I.T., February 1943
Lake Public Gardens, Boston, MA
This article is dedicated to the memory of my Father HAMZA ÖZMERAL and the following Graduates of the 1944 Class:
THE JOURNEYMEN AT MIT,1944 WITH SLIDE RULES IN HAND
M.I.T. CLASS OF 1944 LOGO
1944 TURKISH NAVAL GRADUATES, H.OZMERAL: Front 3rd from R.
124 MASSACHUSETTS INSTITUTE OF TECHNOLOGY NAVAL ARCHITECTURE AND MARINE ENGINEERING The curricula for the courses in Naval Architecture and Marine Engineering and Naval Construction and Engineering have become fairly well stabilizelj under the Institute's present three-term program. The adoption of this program, however, has necessitp of Chinese Naval Officers reported in July, 1944, for instruction leading to the degree of Master of Science in Naval Construction and Engineering. A number of Latin American student Naval Officers are now resident at the Institute, taking a refre.sher course as special students. They will start the regular XIII-A curriculum at the beginning of the ahçelerfall term 1944. A group of Turkish Naval Officers and a group of B razilian Naval Officers will graduate in October, 1944. Starting in July, 1943, tw. groups of Army students were given an intensive course of 12 weeks' duration in the fieyld of Marine Transportation. Upon completing the course at the Institute, the men were sent to Officers Candidate School. At the request of the Supply Corps of the Navy Department, a similar course of training of Io weeks' duration in Marine Transportation was inaugurated at the Institute for officers of the Supply Corps. The third and last of these groups will finish on October 28, 1944. Both of these courses have dealt largely with port facilities, cargo handling and stowage. A study of the rresent occupations of the 78 graduates ofrma the course in Marine ýfransportation, XIII-C, shows that most of these men are now with the Army or Navy, the Maritime Commission, Ame 'can steamship companies, or in ship construction. During the past year a limited amount of testing has been undertaken in the Propeller Tunnel for private accounts and for the Division of Industrial Co6peration. Special attention has been paid to fundamental research in the design of propellers. H. H. W. KEITH.