Kos adası, Osmanlı daki ismiyle İstanköy, Bodrum Turgutreis den feribotla kırk dakika mesafede . 2003 2004 ve 2007 yıllarında bu güzel adaya Sitare ile üç defa gittik. Birinci gidiş bir keşif, ikinci ve üçüncü gidişlerde hem aile hem de arkadaşlara rehberlik bağlamında oldu. Aradan on iki sene geçmiş, muhakkak çok şey değişmiştir ama ben hem bu üç yolculukta çektiğimiz fotoğraflardan bir slide show yaptım, hem de o günkü bir kaç anımı anlatayım dedim.
Bilindiği gibi Kos ünlü hekim atası ve yemin babası Hippocrates’in doğum yeri. Onun adıyla anılan ve öğrencilerine altında ders verdiği söylenen bir Hipokrat ağacı var burada. Tabi hikaye pek doğru değil, ağacın 570 yaşında olduğu tahmin ediliyor, Hippocrates ise tam 2400 yıl önce yaşamış. Aslında bu küçücük ada da yeşillik ve dallı budaklı ağaçlar Bodrum’ a oranla çok daha fazla. Hemen limanın girişinde şehre giden asfalt yolun yanında köklü budaklı bir ağaç var ki görülmeye değer. Ağacın ahtapot gibi uzanan kökleri toprağın üzerinde dalları ile birlikte uzayıp gidiyor. Oyuklarında ve gölgesinde ise onlarca kedi yaşıyor. Akşam üstü civar restoranlardan yemek getirenler oluyor ve ağacın altı tam bir kediler cümbüşüne dönüşüyor. Mor renkli begonvillerin en azmanını da burada kale dibinde eski bir taş kapının üzerinde gördüğümü söylemeliyim.
Şehrin girişinde turistlerin, on beş dakikalık bir şehir turu yapabilecekleri römork ile çekilen vagonlar var. İlk gittiğimiz turda bir köpek on beş dakika süreyle vagonları takip etti ve sokak dönüşlerine öncülük etti . Meğerse bu takip işin hep yaparmış. Son gidişimizde tur rehberi ile biraz sohbet ettik, nereli olduğumuzu sorunca Amerika’dan geldiğimizi ama Türk olduğumuzu söyledim. Biletleri kesti ve 8 Euro tutar için kendisine 10 Euro uzattım. Geriye tek bir Euro verince, bir Euro daha vermesi gerektiğini hatırlattım. Elini omuzuma koyarak bana “yana, yana, kardeş, kardeş, bir sana, bir bana “demez mi. Aslında bu mecburi bahşiş durumuna ilk Kos ziyaretimizde de şahit olmuştuk. Anlatayım.
Kos adasının turistler için ilginç yerlerinden biri antik çağlardan kalma Agora yıkıntıları ve St Jean şövalyeleri tarafından yaptırılan kalesi. İlk gidişimizde her iki tarihi yeri de gezmiştik. Kalenin girişinde yeşillikler içinde bir park var, önünde de palmiye ağaçları, begonviller arasında dinlenmek için konulmuş banklar. Ben fotoğraf çekmeye başlamıştım ki bankların birinde oturan seksen yaşlarında bir adam oturduğu yerden kalktı ve yanımıza yaklaştı. Adamın üzerinde muntazam yeşil bir hırka, başında aynı renkte bir kep ve yüzünde kalın camlı gözlükler var.” İsterseniz ben ikinizin fotoğrafını çekeyim ! ” diye bize İngilizce olarak hitap etti. Biz olur deyince fotoğraf makinesini aldı ve resmimizi çekti. Sonra da nereden geldiğimizi sordu, bizde kendisine Amerika da yaşadığımızı söyledik. Bize kale hakkında biraz bilgi verdikten sonra : ” isterseniz birde benimle resim çektirin” dedi. Ben, “olur” dedim, Sitare adamın yanına oturdu ve yaşlı adam elini eşimin omuzuna koydu, ben de fotoğrafı çektim. Sonra, “ gel birde seninle çektirelim” dedi, yanına oturdum, o da bir elini dizime koydu ve bu defa Sitare yaşlı adamla benim fotoğrafımı çekti. Fotoğraf işi bittikten sonra biz de bu candan ihtiyara veda edip kaleye doğru yürümek istedik. Yaşlı adam yerinden kalktı ve bize işaret ve orta parmağı ile iki rakamını işarete ederek : “Two euro” dedi. Adamın samimiyetinin iş icabı olduğunu öğrenince biraz durakladım , ama cebimde tek bozuk para olan 1 avroyu kendisine uzattım. Bana olmaz iki resminizi çektim bana bir avro daha borcunuz var dedi. Sonra da bizi hayretler içinde bırakan bir şey yaptı. Gözlüğünü çıkardı ve elini sağ gözünün içine sokarak buradaki cam yuvarlağı çıkarıp bize tutarak : bakın bu gözüm cam, diğeri de yarı görüyor, doktor param yok . Haydaa... işin seyri daha da değişti şimdi... Kendisine şehre inince para bozdurup bir avrosunu getireceğimiz söyleyip arkamıza bakmadan kaleye doğru yürüdük.
Aslında yukarıda anlattığım hayat kavgası için yapılan küçük hileler dışında Kos’tan hep güzel anılarla ayrıldık. Tertemiz bir ada, kumsallı güzel bir plajı var. Bisikletlerin ve mopetlerin çokluğu ve kiralama kolaylığı o yıllarda Bodrum ve diğer turistik illerimize oranla kıyaslanmayacak kadar ileri. Çarşıda birçok Türk asıllı esnaf ile sohbet ettik. Türklere vize mecburiyeti olduğundan gelen yabancıların yüzde doksanı Bodrumdan gelen Avrupalı turistler. Gümrük girişinde şansımızda hep yaver gitti. Avrupalılar uzun kuyruklar oluştururken biz “Others” (diğerleri) bölümünden “Amerikalı” olarak elimizi kollumuzu sallayarak geçtik. Restoranların fiyatları Bodrum’dan o zamanlar biraz daha pahalı idi, ama zannederim Bodrum şimdi Kos fiyatlarını katlamıştır. Kos’ta hoşumuza giden bir şey de tuvalet konusu. Malum Türkiyenin çoğu yerinde ihtiyaç hasıl olunca yakında bir cami aranır. Hatta Bodrum da limandaki caminin tuvaletleri de galiba 2 Tl filandır. Kos’da iki cami var ama bunlardan biri tadilat görüyordu , diğeri de zaten ibadet işlevi yerine hediyelik satan dükkanlarla doldurulmuştu . Ben de esnaftan birine
umumi tuvaletlerin nerede olduğunu sordum.” İstediğin restorana gir, serbest” dedi. Nitekim önüme çıkan ilk restorana girdim ve barmene tuvaletleri sordum. Bu sıradan restoranın tuvaletlerinin hijyenine de hayran olmuştum. Aklıma bir önceki yıl Caddebostan’da, Bağdat caddesinde kızlarımla oldukça pahalı bir mağazadan alışveriş ederken kızımın tuvaletlerini kullanabilmesi için izin istediğim geldi. Elbiseleri gösteren satış elemanı bayan bana son derece nazikçe cadde üstündeki küçük caminin tuvaleti olduğunu söylemişti.
Kos adası ile toparladığım anılar bunlar. Bu üç ziyaret sırasında çektiğim fotoğraflardan bir slide show düzenledim. Müzik olarak “Zorba the Greek” parçasını koymak istedim ama müziğin boyu slide showİa kısa geldi. Netice olarak boyu uyuşan bir parça buldum: Danse de Zalongou (arr. C.Gignac). Başlangıç bölümü biraz yüksek tonda, sesi kısarak dinlemeniz tavsiye edilir. Bir de bugüne kadar Kos’a gitmedinizse muhakkak görmenizi salık veririm.
Cem Özmeral
18 Agustos, 2016
Dublin, Ohio