Beyazıt Meydanı tarih boyunca İstanbulun en önemli meydanlarından biri olarak süre gelmiş. Bizans zamanında adı Theodosius forumu imiş. Fatih Sultan Mehmet İstanbulu fetih ettiğinde ilk sarayını buraya kuruyor. 1854 tarihinde bitirilen yapının etrafı surlarla çevrili adeta bir kale görünümünde. Ama birkaç yıl sonra Fatih Sarayburnu’nun manzarasını ve konumunu çok beğenmiş olmalı ki, buraya Topkapı Sarayını yaptırıyor ve saray taşınıyor. Eski Saray uzun zaman, ölen Osmanlı hükümdarlarının eşlerinin, annelerinin yada Topkapı Sarayının hareminde gözden düşen cariyelerin bir nevi sürgüne yollandığı bir kadınlar sarayı olarak görev yapıyor. Beyazıt meydanın Osmanlılar zamanında asıl canlanması Fatihten sonra tahta geçen Sultan Beyazıt zamanında olur. Sultan II Beyazıt buraya bir cami ve külliye yaptırır. Burası sur içi ulaşımda ana yolların kesiştiği bir noktadır. Sarayburnundan Yedikuleye kadar uzanan tarihi Mese (sonradan Divan) yolu meydanın tam ortasından geçer.
Osmanlılar devrinde Beyazıt meydanı hep tarihi olayların da tam ortasındadır. Patrona Halil isyanı burada başlamış, Mahmut Şevket Paşayı öldüren 31 Mart isyancıları bu meydanda ibreti alem için asılmışlardır. Benim Beyazıt meydanı ile ilk anılarım, kurban bayramlarında buranın binlerce koyunun alınıp satıldığı bir yer olması ve etrafından tramvayla geçtiğimiz göze hoş gelen fıskiyeli büyük havuzdur. Ellili yılların sonlarında Vatan caddesinin yapımıyla bir istimlak furyası başlayacak Beyazıt meydanında o güzel çehresi değişecek, estetik ameliyatların ardı arkası gelmeyecektir. Kıbrısda Makarios’un işi azıttığı yıllarda bu meydanda halkın toplanıp “Ya taksim, ya ölüm!” diye nümayiş yaptıklarını da radyodan her gün dinlerdik. Sonraları ben orta okulda iken 27 Mayıs darbesinin ilk kıvılcımıda burada atılmıştır. Demokrat Parti iktidarını kınamak için 28 Nisan günü yapılan öğrenci gösterileri, o zamanki Emniyet müdürü Bumin Yamanoğlunun emri ile polis ve öğrencileri karşı karşıya getirmiş ve Orman fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz kurşunlanarak öldürülmüştür. Nedim Özpulat adlı öğrencide meydana gönderilen tankların altında kalarak hayatını kaybetmiştir. Polisin Üniversite alanından çıkmasını isteyen İstanbul Üniversitesi rektörü Ordinaryüs Profesör Sıddık Sami Onar polis tarafından tartaklanmış ve nezarete alınmıştır. Burada başlayan gösteriler Mayıs ayının beşinde Ankarada Kızılay meydanına da taşacak ve Türkiye Cumhriyeti’ nin on yıllık demokrasi denemesi 27 Mayıs 1960 da acı sonuçlara doğuracak ilk tökezlemesini yaşayacaktır.
PROFESORLER EVI(BINIS DAIRESI)
TACLI KAPININ ICERDEN GORUNUSU
ESKI REKTORLUK(SEHZADELER DAIRESI)
Benim bu yazıyı yazmamdaki asıl amacım yukardaki tarihi olaylardan çok bugunkü İstanbul Üniversitesi Beyazıt yerleşkesi içindeki bazı tarihi bina ve yapıları görme ve inceleme arzumdan doğdu. Bu yapılar içinde en önemlilerden biri eski Harbiye Nezareti binasıdır. Bugün İstanbul Üniversitesi Rektörlük Binası ve İktisat ve Hukuk Fakülteri ve İdari ofisleri içinde barındıran binanın çok eski bir geçmişi ve tarih boyunca değişen birçok ismi var. Buradaki ahşap bir bina önce Yeniçeri ocağı olarak vazife görürmüş. Yeniçeri ocağı 1826 da kaldırılınca burası Bab-ı Seraskeri’ye veriliyor ve bu tarihten sonra Serasker Kapısı olarak anılıyor. 1864 yılında ahşap bina yandığından yerine Fransız mimar Burgeois tarafından kagir bir bina olarak yeniden yapılıyor ve 1864 yılında bu defa Harbiye Nezareti olarak görevine devam ediyor. 1923 de Cumhuriyetin ilanından sonra, Harbiye Nezareti, yeni adıyla Milli Savunma, Ankara’ya taşınınca burası Darülfünun’a, yani bugünkü adıyla Üniversiteye devrediliyor. 1933 yılında Üniversite reformu ile birlikte Taçlı Kapı üzerindeki ismi "İstanbul Üniversitesi"ne değiştirilerek günümüze kadar Üniversitenin merkez binası olarak geliyor.
İşte bugünkü İstanbul Üniversitesi Beyazıt Yerleşkesini ziyaretimin başlıca amaçlarından biri de bu binayı görüp gezmek. Diğerler ise Beyazıt Kulesi, adını bilmediğim ve “Kuleli yan kapı” dediğim, babamın albümlerinde gördüğüm kapıyı ve önünden Bahriye subaylarının resmi geçit yaptığı ana kapının yanındaki binayı görmek, resmini çekmek ve bu konularda bilgi edinmek. Taçlı kapıdaki güvenlik görevlilerine saat 12 00 de Rektör Yardımcısı Profesör Dr. Çiğdem Kayacan ile randevum olduğunu söyledim, onlarda zaten beni beklediklerini söylediler ve beni kapıdan içe buyur ettiler.
Girişikteki üç adet at nalı şeklindeki kemerin yan taraftakileri Üniversite alanına giriş ve çıkışlar için kullanıyor. Ortadaki en büyük at nalı kemer ise demir bir barikatla kapatılmış. Ön cephede, üzerinde yaldızlı İstanbul Üniversitesi yazısından aşağıya barikatlara kadar koca bir Türk bayrağı asılmış. Gene ön cepheden giriş kapısına bakınca, üçlü girişin yanındaki, bir birine simetrik kale burcu şekline iki küçük binacık bugün güvenlik görevlilerine ayrılmış birer bölüm olarak kullanılıyor. Bu binaların at nalı şeklindeki üçlü kapıları, bunların üzerlerindeki pencereleri ve yuvarlak saatleri ile başlayan simetri kapıdan içeri girer girmez iki yandaki köşkler ede aynen defalarca görülüyor. Bu kapıya neden taçlı kapı dendiğine gelince, benim birazda Paris deki Arc de Triumph'a benzettiğim üçlü giriş kapısının üzerine kondurulmuş taça benzeyen bir süsleme.
Kapıdan içeri girince ilk dikkatinizi çeken sağ taraftaki mermerden koca bir nişantaşı oluyor. Aslında bu bir nirengi taşı. Büyükada da çarşıdan yokuş yukarı tırmanınca da böyle bir taş vardır. Baltaoğlu Süleyman' ın Büyük Adayı İstanbuldan önce fetih ettiğini ve burada bir kale kurulduğunu anlatır. İşte bu taşta onun bir replikası, Fatih Sultan Mehmet in1454 yılında ilk sarayını burada kurduğunu yazıyor. Bu saraydan günümüze kadar hiç bir yapı kalmamış ama bu sarayda kullanılan taşların bir bölümünün şimdiki İstanbul Üniversitesi ana binasında (Harbiye nezareti) kullanıldığı söyleniyor. Tabii bu taşların büyük bölümününde Romalılar devrindeki Theodosius meydanından kalma olması muhtemel.
Bu nirengi taşının biraz ilerisinde taçlı kapının yirmi metre uzaklığında beyaz mermerden bir köşk var, köşkün önünde de arabaların döneceği bir göbek. Bina iki katlı, gene kemerli üçlü bir giriş kapısı, bunun yanında balkonlu simetrik pencereler. Bu binanın ikizide ana kapıdan aynı uzaklıkta ve sol tarafta. Bilindiği gibi Topkapı sarayına taşınıldıktan sonra eski saray alanının bir görevide Sultanların ve özelikle şehzadelerin avlanma ve talim alanı olarak kullanılmasıymış. Bu bölgede aynı zamanda çeşitli av hayvanları beslenirmiş. Topkapı sarayından gelen şehzadeler girişin solundaki Şehzadeler köşkünde ağırlanırmış. Burası,Darülfünün le başlayan Üniversitenin ilk zamanlarında Rektörlük binası olarak kullanılmış. Sonra ihtiyaca dar gelince Rektörlük, Harbiye Nezareti Binasına taşınıyor. Girişin sağ tarafındaki köşk ise kayıtlarda Biniş Köşkü olarak geçiyor. Bu binişin ne binişi olduğunu çok araştırdım fakat hiç bir bilgiye ulaşamadım. Benzer bir ismi Topkapı Sarayı Harem dairesinde “Büyük Biniş” olarak geçiyor. Buda harem dairesine gidecek at arabalarını rampası olarak tarif ediliyor. Benimde tahminim bu ikinci köşkün avdan geri gelen şehzadelerin Topkapı Sarayına geri dönmek için arabalarına yada atlarına bindikleri köşk olabileceği. Belki de burası aynı haremde olduğu gibi yalnız kadınların arabalarına inip bindikleri yer olabilir , çünkü şehzadelerin zaten buna paralel bir köşkleri vardı. Şimdi ise bu güzel köşk Profesörlerin lokali olarak hizmet veriyor.
FATIH'IN YAPTIRDIGI ESKI SARAYIN YERI,PROFESORLER BINASI ONUNDE
HARBIYE NEZARETI
TACLI KAPIDAN GIRIS
İkiz köşklerin resimlerini çektikten sonra ana yoldan iki tarafı çınar ağaçları dizili eski Harbiye nezareti binasına doğru yürüyorum. Yolun iki tarafındaki kırmızı renkli çiceklerle süslenmiş tarhlara sonbaharın son sarı yaprakları düşmüş yer yer. Her iki yandaki parkların içindeki yaya yollarında, ellerinde kitapları çam ağaçları arasından öğrenciler dershanelere gidiyorlar. Sağ tarafta Theodosius Forumundan kalma sütun ve sütun başlıkları çimler üzerine sere serpe serilmişler, arkalarında Beyazıt kulesi beyaz bir minare gibi gökyüzüne doğru yükseliyor. Ama ben kuleye sonra gideceğim, ana yoldan Nezaret binasının önündeki Atatürkün Gençlik heykeli önüne geliyorum. İstanbul Universitesinin Taçlı Kapıyla birlikte simgesi olan bu heykel 1954 yılında açılan bir yarışma sonucu buraya koyulmuş. Yarışmayı ikinci ve üçüncü bitiren heykeltraşlara para ödülü veriliyor. Ama birinciliği kazanan Yavuz Görey ve Hakkı Hatamulu adlı heykeltraş ikilisinin ödülü para değil, heykelin Üniversite yerleşkesinin tam ortasına dikilmesi ve bu anıtın ölümsüzleştirilmesi. Atatürkün Türk gençliğine eliyle ilerisini hedef gösterdiği bu tabloda, onun sağındaki genç kız elinde meşaleyle aydınlığı, solundaki erkek ise elindeki sancak ile ulus devleti simgeliyor. Mermer bir kaide üzerine konulmuş heykellerin arkasında iki büyük bronz kase, o devirde özel günlerde meşale yakmak için kullanılıyor olmalıydı. Bana Harbiye nezareti binasını gezdiren ve çok değerli bilgiler veren öğretim görevlisi Esma Demirer, heykele modellik yapan genç kızın o zaman 1954 de Avrupa güzeli olan Günseli Başar olduğunu erkeğin ise sonradan benim gibi Amerika’da yaşayacak bir sporcu olduğunu ama ismini hatırlamadığını söyledi. Ben çocukken Olimpiyatlarda ilk defa Türkiye için bir madalya kazanan ve sonradan Amerika ya yerleşen bir milli atletimiz olduğunu hatırlıyordum ama ismi bir türlü aklıma gelmiyordu. Amerika ya geldikten sonra Googleda olimpiyatlarda madalya almış sporcularımız girerek aradığım ismi buldum: Ruhi Sarıalp 1948 Olimiyatları, üç adım atlamada bronz madalya sahibi. Bu ilk bronz madalyadan sonra Türkiye tam 56 yıl Olimpiyatlarda atletizimde hiç bir madalya alamayacaktı.
HARBIYE NEZARETI AVLUSU
ATATURK VE GENCLIK HEYKELI
IKINCI VE UCUNCU KATLAR
İstanbul Üniversitesi Merkez Binası yada eski harbiye nezareti 1864 yılında yapılmış ve o günden bugüne çeşitli defalar restorasyon çalışmaları görmüş. Dışarıdan belli olmuyor ama içeri girince tarihe ve güzel sanatlara bir yolculuk yapacağınız hemen anlıyorsunuz. Kapıdan girince Neo Rönesans üslubu bir mermer köşktesiniz. Üç basamak yer seviyesinin altında kare şeklindeki mermer bir avlu dört tarafında simetrik kapılara açılıyor. Girişin sağ ve sol taraflarında mermer merdivenlerle yukardaki üç kata çıkıyorsunuz. Tırabzanlar ve balkon korkuluklarındaki dantel dantel taş işlemeler bir düğün pastası güzelliğinde kat kat tavana doğru uzanıyor. Tavan cam panelerle kaplanmış, en yukardan asağıya bakınca içeri giren güneş ışığı merdivenlerin yanındaki mermer sütunları pırıl pırıl parlatıyor.
Yerin üç basamak altındaki avluda ben giittiğim gün ceşitli sanat eserlerinin sergisi ile süslenmişti. Burada zaman zaman klasik müzik konserleri de veriliyormuş. Avludan binanın içi girince idari ofisler ve iletişim tarihi ile ilgili bir sergi var. Teknoloji o kadar çabuk ilerliyor ki, benim çocukken gördüğüm, kullandığım radyo, telefon gibi birçok alet artık müzelik olmuş.Binanın birinci katında Rektör ve Rektör yardımcılarının odaları var. Burada Rektör Yardımcısı sayın Profesör Çiğdem Kayacan beni makamında ağırladı ve yoğun ajandası içinde bana vakit ayırıp bina ve İstanbul Üniversitesi yerleşkesi hakkında bilgi verdi.
DOKTORA SALONU
Bir üst katta, Harbiye Nezaretinin incisi Mavi ve Pembe Odalar bulunuyor. Bu odaları bana İ.Üniversitesi öğretim görevlisi sayın Esma Demirer gezdirdi, odalar hakkında değerli bilgiler ve dokümanlar verdi. Odalarda dikkati çeken ilk husus mavi ve pembe odaların ve bunlara girerken içinden geçtiğiniz odaların bir biri ile olan simetrik uyumu ve barok üslubu. Duvarlar ve tavanlar yeşil ve sarı renklerin hakim olduğu üç boyutlu kabartma süslemeler ile işlenmiş. Her iki odada da büyük birer kristal avize, duvarlarda ise altın kaplamalı şamdanlar var. Bu odalardan Pembe Oda bugün İstanbul Üniversitesinin Doktora merasimleri için kullanılıyor. Sahne bölümündeki kürsü odanın süslemelerine tıpa tıp uyum içinde sonradan yapılmış, eski iskemleler restore edilerek kadife döşemeler ile kaplanmış, arkalarına altın yaldızlı İstanbul Üniversitesi amblemi ile süslenmiş. Mavi Oda ise bugün daha çok konser salonu olarak kullanılıyor. Kırk kişilik kapasitesi ile piyano ve keman resitalleri için biçilmiş kaftan. Odaların cephesindeki tavana kadar uzayan pencerelerin perdeleri at kuyruğu şeklinde yan tarafa tutturulmuş. Dışarı bakıyorum, bir tarafta Üniversitenin park gibi bahçesi ve buradan gençlik heykelinin arkadan görüntüsü. Birkaç öğrenci konuşa, şakalaşa binaya doğru yürüyorlar, bir servis görevlisi elinde bir sini öğle yemeği taşıyor. Öbür tarafta Beyazıt Camii, avluda güvercinler ve taçlı kapı.
ABDULHAMITIN YAPTIGI KITAPLIK
MAVI SALON
DOKTORA SALONU ,courtesy of istanbul.edu.tr
Mavi ve Pembe odaların bulunduğu katta ziyaretçilerin en fazla dikkatini çeken birkaç obje daha var. Bunlardan birincisi Doktora odasına açılan odadaki tahta oyması kütüphane. Kütüphane Abdülhamit tarafından yapılmış ve ve bugüne kadar sanki Yıldız sarayının marangozhanesinden yeni çıkmış gibi yepyeni olarak saklanmış. İki katlı bir ev şeklinde yapılmış kitaplıkta, pencereler, pervazlar, saçaklar,kapı süslemeleri, kafesler inanılmaz bir ince işçilikle işlenmiş. Abdülhamitin marangozluk ve tahta oymacılığı sanatlarındaki ustalığı bilinen bir gerçek. Hatta Yıldız sarayını gezmiş olanlar onun yaptığı bazı iskemlelerde ve tuğralarda onun bu maharetini görmüşlerdir. Ama bu kütüphane bu güne kadar benim hiç görmediğim, sonrada bütün araştırmalarıma rağmen tek bir bilgiye rastlamadığım gerçek bir sanat şaheseri.
Gene burada Kılıçlık Salonu denilen toplantı odasının bitişiğinde, bugün restorasyon çalışmaları süren Kılıç Kuşanma odası var. Cevizden yapılma çiftli bir portmantoya benzeyen kılıçlığın üzerinde, iki ayna, kılıçların konulacağı tahta birer korkuluk, fes yada ceketlerin asılacağı pirinç çengeller var. Kılıçlığın hemen yanında da mermer bir sebil. Zannederim burasıda abdest almak için kullanılıyordu.
Osmanlılar zamanında kılıç kuşanma merasimi, Padişahların başa geçtiklerinde yapılan bir merasim. Sultan I. Beyazıt ile başlayan bu merasim ileride bütün Osmanlı Sultanlarının başa geçişlerinden sonra yedi gün içinde yapılması şart bir gelenek olmuş. Deniz yoluyla kayıkla Haliçten Eyüp Sultana gidilir ve burada Padişah, Şeyhülislam’ın yada Hocasının yardımı ile kılıç kuşanırmış. Yeni Padişah, Eyüp Sultan dönüşünde Fatih, Beyazıt ve Kanuni Sultan Süleymanın türbelerini ziyaret eder ve halkın içinden geçerek bir nevi gövde gösterisi yaparmış. Kılıç alayı denilen bu gösterilerin benzeri gösteriler bugün Türk ordusunda hala devam eder. Babam’ın Deniz Harp Okulun’dan mezun olduktan sonra yapılan meç töreninin resimleri hala albümlerimi süsler. Ne yazık’ ki bu kılıç kaybolmuştur, ama ben teselliyi bu yazıyı yazarken arkamda asılı kayınpederime ait Harp Okulu kılıç kuşanma töreninde verilen kılıçta bulmuşumdur hep. Harbiye nezaretindeki Kılıç Kuşanma Odası ise herhalde savaşa yada merasimlere gidecek Paşaların kılıçlarını taktıkları bir oda olarak kullanılmıştı. Enver Paşa, belki de genç bir Mustafa Kemal bir tarihte bu odadan geçmiş kılıcını takıp sefere gitmiştir. Kimbilir?
KILIC KUSANMA YERI
KILIC KUSANMADA SEBIL
ABDULHAMIT KUTUPHANESI, Courtesy of Ercan Alp
KAPILARIN ÖYKÜSÜ
ÖYKÜLÜ RESİMLER
Buna resimlerin,öyküsü demekte mümkün, hatta belki daha doğru bile olur. Çekilen her resimin şüphesiz bir hikayesi vardır, ama büyük ama küçük. Resimler zamanın dondurulmuş yansımalarıdır . O an olanlar dondurulur ve üzerlerine basıldıkları kağıt parcasi yok olmadıkça ölümsüzleştirilir. Hem cansızdırlar hemde ölümsüz!
Siz hiç eski kitapçılarda yada eski kartpostalları, fotoğrafları sergileyen antikacı dükkanlarında bundan yüz yıl öncesi çekilmiş resimlere bakıp, "acaba bu resimdekiler kimler, nasıl yaşadılar, resmin çekildiği yer neresi? "diye merak ettinizmi? Ben hep bunları merak etmişimdir, özelikle, ailemden bizlere kalan resimleri. Babamın vefatından sonra ,aile albümlerdeki resimleri son zamanlarda daha bir sık inceler oldum. Iste nostalji ağırlıklı bu bölümde böyle hikayesi pek bilinmeyen, unutulmuş resimleri mercek altına aldık, inceledik, sorduk, soruşturduk, ipuçlari bulup, iz sürdük ve sonunda birkac satırlık öykücükler çıkardık. Ama doğru ama yanlış, o gün donan zamanı, bugün tekrar canlandırmaya uğraştık. Sanki o cansız resimlerde bir kıpırdanma oldu, yada bize öyle geldi. Seveceğinizi umarım.
C.Ö.
25 Eylül 2009
Dublin, Ohio
1.RESIM
2.RESIM
3.RESIM
Üç resimde babamın albümünden alınmış. Benzeri resimlerden 1930 ortalarında çekildiğini tahmin ediyorum. O tariherde: Cumhuriyetin onuncu yılı kutlamaları, Tayyare Günü, Istanbulun düşman işgalinden kurtuluşu, Gedikli Mektebi kuruluş yıldönümü gibi çeşitli etkinlikleri ve resmi geçitlerli içeren bir dolu resim var aynı albümde. Bu resimlerin arkasına ise ne bir tarih, nede bir not düşülmüş.
İlk resim acaba Taksim Kışlasının bulunduğu alandamı çekilmiş diye düşündüm ve araştırdım. İkinci ve üçüncü resimler acaba Dolmabahçe Sarayı yada Çırağan Sarayı önümü diye aklımdan geçirdim. Eminim dedim, Istanbulda bu kule duvarları hala varsa, muhakkak onun yakınında çalışanlar ve oturanlar burayı bilecektir, ama ben tesadüfen buradan geçmezsem nasıl bulurum bu kulelerin nerede oldugunu yada bu binlerce insanın toplandıgı yüksek alanı?
Sonunda bu sorunun cevabını önceleri dikkat etmediğim 4.resmin arka planındaki bir ayrıntıda buldum. Tanıdık bir sütundu bu, belki bir kulenin kaidesi idi, ama hangisinin? Hemen Google girip Beyazıt kulesi resimlerine baktım. Evet burası şimdi Istanbul Üniversitesinin bulunduğu Beyazıt kulesine yakın olan alandı. Ve o anda birinci resimdeki yüksek duvarı, Mahmut Paşadan, Kapalı Çarşının Beyazıt kapısına doğru tırmanırken gördüğümü anımsadım. Sonra resimleri yan yana koyup bir kolaj yaptım.Duvarla kuleler birbirıne cuk oturmuştu. Resimlerin çekildiği yer artık belli olmuştu.
4.RESIM(1930)
3 RESIMIN KOLAJI:VEZNECILER KAPISI,BEYAZIT KULESI VE HARBIYE NEZARETI