Bugün Atatürk sistemli bir şekilde unutturulmaya çalışılıyor. Bunu en çok 30 Ağustos, 29 Ekim, 23 Nisan,19 Mayıs gibi milli bayramlarda hissediyorsunuz. Eski coşku ve heyecan sanki artık yok. Merasimlere, çelenk koymalara, Anıtkabir ziyaretlerine, askeri kutlamalara bir dolu “yeni uygulama ve düzenlemeler” getiriliyor. Ders kitaplarında Atatürkün reformları yavaş çıkarılıyor, İnönü ismi zaten tamamen çıkarılmış. Küçücük beş buçuk buçuk yaşında çocuklar sabahın beşinde sıcak yataklarından alınıp “dört artı dört “diye yeni bir eğitim düzeni uğruna uykulu gözlerle okula gönderiliyor. Biz kendimize “aydın” diyen kişiler ne yapıyoruz? Ne yazık ki bağırma, çağırma ve kuru gürültü. Biz “aydınlar” bugüne gelinceye kadar ne yaptık, kendi insanımızı Atatürkün dediği gibi eğitebildikmi?, ona Hasan Ali Yücel gibi köyünde, kasabasında eğitim olanakları sunabildikmi ?, onların inançlarına, fakirliğine ortak olup, kültürüne, geleneklerine sahip çıkabildikmi? Yoksa biz hep “okumuş” onlar “cahil”, biz “batı” onlar “doğu”, biz “laik” onlar “dinci” diye bir ayırımmı yaptık ve kendimizi onlardan hep uzakmı tutuk? İşte bu yazı biraz kendimizi bu konuda sorgulama biraz da Atatürkü hatırlatma amacıyla 30Ağustos 2012 de yazıldı. Bu yazıyı koyduğum “Atatürkü Anlamak” bölümünde daha önce yazdığım Atatürkü çeşitli yönleri ile anlatan yada yorumlayan bir kaç yazı daha var.
TÜRKİYENİN EFENDİSİ
Bugün Atatürkün Türkiyenin efendisi dediği “Köylü”yü, Anadolu insanını küçük görenler var. Bunların başında bazı politikacıları saymak mümkün. Bazen televizyonda görürsünüz halkın içinden biri birazda yüksek sesle siyaset adamına şikayette bulunursa korumalar onu hemen susturulur hatta yüksek makamdaki kişi kendisini küçük düşürücü sözler bile söyleyebilir. Çünkü o zat devleti temsil eder ve kimse ona ileri geri söz söyleyemez. Anadolu insanını ve seçmenini küçük gören bir ikinci gurupta kendisini onlardan üstün gören ve Anadolunun törelerini, geleneklerini, inançlarına dudak büken ve kendini onlardan yüksekte gören kişilerden oluşur. Onlara göre de bu kişiler avamdır. Her iki gurubunda despot anlayışında karşındakini dinlemek, anlamaya çalışmak, iletişim kurmak gibi bir endişe yoktur.
Yukarıdaki iki resme dikkatli bakın. Atatürk’ün merasimlerde, meclis kapısında ,sofrasında, gurup resimlerinde görmeye alıştığımız kendinden emin, vakur, kararlı görünüşünden eser yoktur. Bu resimlerde kendine şikayette bulunan, dilekçe veren vatandaşı can kulağıyla dinleyen, onun endişelerine ortak olan ve onu anlamaya çalışan, çocuğunun problemlerinden üzüntü duyan bir babanın edası vardır.
Bakın Atatürk 1 Mart 1922 tarihli söylevinde* Türkiyenin efendisi konusunda ne demiş:
“Türkiyenin sahibi ve efendisi kimdir? Bunun cevabını derhal birlikte verelim: Türkiyenin sahibi, hakiki ve efendisi müstahsil köylüdür. O halde herkesten daha refah, saadet ve servete müstahak ve eylak olan köylüdür. Binaenaleyh, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin siyaseti iktisadiyesi bu gaye-i asliyeyi istihsale matuftur.
Diyebilirim ki bugünkü felaket ve sefaletin bais-i yeganesi bu hakikatın gaili bulunmuş olmamazdır. Filhakika , yedi asırdan beri cihanın muhtelif aktarına sevk ederek kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yedi asırdan beri imkanlarını ellerinden alıp israf eylediğimiz ve buna mukabil daima tahkir ve tezlil ile mukabele ettiğimiz ve bunca fedakarlık ve ihsanlarına karşı nankörlük, küstahlık, cebbarlıkla uşak menzilesine indirmek istediğimiz bu sahib-i asliyenin huzurunda bugün kemali hicap ve ihtiram vazıı hakikimizi alalım...İşte bu köylüdür ki bugüne kadar nuru maariften mahrum bırakılmıştır. Binaenaleyh bizim takip edeceğimiz maarif siyasetinin temeli evvela mevcut şekli izale etmektir.”
Genç arkadaşlar için kısaca özetlersek: Atatürk bu milletin gerçek efendisinin üretici olan ve herkesten çok refah ve mutluluğa layık olan köylüler olduğunu ve o günkü yoksulluk ve felaketlerin nedenin yüzyıllarca bu köylünün dünyanın başka ülkelerine sevk ederek oralarda kanlarını akıttığımızı ,ellerindeki olanakları çalıp harcadığımızı ve buna karşılk ta bu “Asıl Sahibe” nankörlük yapıp onu bir uşak seviyesine indirmiş olmamız olduğunu, artık utanarak onun karşısında gerçek durumuzu bilmemiz gerektiğini söylüyor. Ve ilave ediyor : Köylü bugüne kadar eğitimin ışığından mahrum bırakılmıştır, dolayısı ile yapılacak ilk iş şimdiki eğitim sistemini reform etmektir.
Burada Atatürkün söylediği kelimeleri o günün ve bugünün ortamında değerlendirmek ve onun ölümünden bugüne kadar geçen yetmiş küsur senede Anadoluda bu eğitim reformunun ne derece yapıldığını yorumlamak okuyucularımıza düşüyor.
Yukarıdaki üçüncü resimde ise Atatürk memleketin efendisi dediği köylülerle beraber yere bağdaş kurmuşlar, onlarla aynı seviyede oturmuş sohbet ediyor, dert dinliyor. İnternet de dolaşan bu resmin kaynağını senelerdir araştırıyorum. Acaba fotoğraf ne zaman çekilmişti, bu köylüler kimdi, Atatürkün yanında oturan arkası dönük subay kimdir? 30 Ağustos dolayısı ile kaleme aldığım bu yazıda yukarıdaki resmide kullanmaya karar vermiştim. Atatürkün Türk köylüsü hakkında söylediklerini evdeki kitaplığımda araştırırken bir rastlantı eseri yukarıdaki fotoğraf ile ilgili sorularında cevabını buldum. Daha doğrusu tam emin olmamakla beraber, bulduğumu zannediyorum. Kütüphanemde bana kaynak olan yetmiş kadar Atatürk kitabı içinde 1964 baskılı “Çeşitli Cepheleri ile Atatürk” adlı bir kitap var. Kitap o yıl Robert Kolejde Atatürk konusunda yapılan seri konferans yazılarından derlenmiş. Atatürk’ün Kişiliği konulu konferansta Cevat Dursunoğlu, Atatürk ile köylüler arasında geçen bir anekdottan bahsetmiş. Yazının içinde bir resim yok ama uzunluğu dolayısı ile size anekdot’ u kısaca özetliyorum.*
Tarih 3 Temmuz 1919 dur, o gün Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Paşa Erzurum’a gelmektedir. Paşayı Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa ve Kurmayları Erzurum’a 15 km mesafede, Ilıcada karşılıyorlar. Orada bir söğüt ağacının altında Paşaya kahve ikram edilir ve oturulup memleketin kurtulma meselesi konuşulur. Bu sırada akşam güneşi batıdaki sırtların arkasına doğru çekilmekte güneş ışınları bakıra çalan gök yüzünde yavaş yavaş kaybolmaktadır. Tam bu sırada kararan tepelerin sırtlarında “koyu bir cevherden dökülmüş bir heykel gibi “ bir silüet belirir. Bu güzel gölge ve ışık oyunları ile olduğundan büyük görülen heykeli arkasından gelen heykeller takip eder. Bu kağnı arabaları ile ilerleyen yirmi otuz kişilik kadın erkek çoluk çocuk bir göçmen kabilesidir. Kafilenin reisi,
“iri ve dinç bir ihtiyardı.Gür ve ak sakalı göğsünü doldurmuş, Anadolu ovalarının güneşi, Anadolu dağlarının rüzgarı çehresini tunçlaştırmıştı. Sırtındaki abası, elindeki asası bir yolcudan ziyade doğu mitolojisindeki yarı tanrı kabile reislerine benziyordu.”
Kafile söğüt ağaçlarının yanına gelince Mustafa Kemal Paşa bu ihtiyarı ve kafilenin ileri gelenlerini ayakta karşılar ve oturdukları yere buyur eder. Kısa bir hoş beşten sonra kafile reisine nereden geldiğini ve nereye gittiğini sorar. Tunç çehreli ihtiyar, Ruslar gelirken muhacir olduğunu ve Çukorova’ya göç ettiğini şimdi ise köyüne döndüğünü söyler.
Paşa ihtiyara, Erzurum da durumun zorluğunu ve kışın çok sıkıntılı geçeceğini ve köyüne dönmesinin tehlikelerinden bahseder ve “yoksa Çukurova da geçinemedinmi ? ”diye sorar.
“Hayır Paşam, Çukurova cennet gibi bir yer. Bir eken yüz biçiyor. Geçimimiz Padişahta bile yoktur. Çok rahattık, yalnız son günlerde işittim ki , İstanbul Hükümetindeki Irzı kırıklar bizim Erzurum’u ellere vereceklermiş. Geldim ki göreyim bu namertler kimin malını kime veriyorlar.”
Tunç çehreli ihtiyarın bağrından gelen bu inanç dolu cümle Mustafa Kemalin gözlerini yaşartır , ihtiyarla vedalaştıktan sonra etrafındakilere döner ve
“bu Milletle neler başarılmaz” der.
Atatürkü ve kurtuluş savaşımızı başarılı kılan da onun halkına, halkında ona olan saygı, sevgi ve güveni değil midir?
Resim’e gelince belki bu resim o gün Ilıcada çekilmemiştir ama bunun ne önemi var. Atatürk hep halkı ile beraber olmuştur bu da öyle bir karedir.
Cem Özmeral
31 Ağustos 2012
Dublin, Ohio
*Çeşitli Cepheleriyle Atatürk Robert Kolej Yayınları, 1964. Atatürk ve Sosyal Devrim, Prof. kemal H. Karpat, sayfa 118, Atatürkün Kişiliği, Cevat Dursunoğlu, sayfa 12,13 .
English translation of the above article
Today there seems to be a systematic effort to erase the memory of Atatürk in people’s minds. One feels this especially on National Holidays like April 23 ( Children’s Day: dedicated to children on the founding day of the Turkish Parliament), May 19 (Youth day, commemorating Mustafa Kemal’s landing on the Anatolian soil and beginning the War of Independence against occupying forces) August 30 (Victory Day, when the occupying forces were defeated) and finally November 29 (The Republic Day, the day when the new Turkish Republic was announced). Lately, on those days the enthusiasm and excitement seems to be fading. A set of new applications and regulations are being applied to State ceremonies, military celebrations, laying of wreath to national monuments and visits to Atatürk’s mausoleum. Chapters about Atatürks reforms are being slowly removed from the text books, while Atatürk’s comrade during the Independence war, and the second President of the Turkish Republic: İsmet İnönü’s name has already been completely removed from them.
Little five and half year old children are taken from their warm beds and taken to schools with sleepy eyes for the sake of a new educational system abbreviated as 4+4+4 . Religious High School openings, while attracting only fewer students, starting to outnumber openings of new traditional High Schools. And we, who like to call ourselves the “ enlightened people”, what have we done so far, did we educate our people the way Atatürk asked us to do, did we bring modern methods of education and know how to the smallest villages in Anatolia like his minister of Education Hasan Ali Yücel once did ? Did we share their believes and help them to tackle poverty ? Did we respect and showed ownership to their culture and traditions? Or did we distance ourselves from them by saying: We the educated, they the ignorant ; we the Westerners, they the Easterners, we the secular, they the religious and always put a distance. I wrote this article on August 30, 2012, in part to question ourselves on this subject of “we and they” and also to remind ourselves about Atatürks views.
Today there are people who regard the Turkish peasant and the Anatolian people, who Atatürk had called “the Lord of our Nation”, as inferior. Some politicians are an example to these people. Sometimes you will witness on TV, a citizen makes a complaint with a little higher than usual tone of voice to an official and he will be immediately silenced by the security and possibly humiliated by the official. This is because the official represents the State and nobody can talk back to him. A second group of such people are those who see themselves superior to the Anatolian people and their traditions, culture and beliefs. To them these people are common people. In both of these groups despotic believes, there is no room for listening, trying to understand the other person and to communication.
Please look at the two pictures above carefully. There is no trace of the expression of Atatürk we are used to see in State ceremonies, at the gate of the parliament, at his dinner table or in group portraits. Instead one can see him carefully listening to the citizen who is complaining to him, and he is trying to understand. His face shows concern of a father who shares and feels sorrow to his child’s problems.
Let us see what Atatürk had said on the subject of the real owner of the Nation in a speech dated March 1, 1922:
“ Who is the owner and the master of the nation? Let us give the answer to this together: Turkey’s owner and the real master is the peasant who is the producer. Because of this he is entitled to more prosperity, happiness and wealth than anybody else. The Turkish Grand National Assembly’s economic policies should focus to the realization of this main goal.
For seven centuries we have sent these people to various parts of the world and shed their blood, left their bones in foreign lands, we took their opportunities and wealth from their hands and wasted them. In return we always downgraded them despite all of their sacrifices and shamelessly and with arrogance, regarded them as servants. It is time to bow with sorrow and realize our position in front of them. These people have been deprived to this day from the enlightenment of education.Therefore the foremost priority of our educational policy should be the reform of our current educational system.”
What we need to do here today is to evaluate Atatürk’s words in his own time and today’s environment and ask ourselves the question what we have done since his death seventy four years ago. It is up to the reader to evaluate to what degree the educational reform was done in the mainland Anatolia so far.
In the third picture above, Atatürk is seen sitting down cross legged with the peasants, whom he refers as the lords of the nation. He is sitting at the same level as them, chatting and listening to their problems. I have been searching for the origin of this picture which is been circling the internet for some time. I had decided to use this picture with my current article about Atatürk to commemorate the August 30 National holiday. But I was still not sure when the photo was taken, who the peasants were and who the military officer was with his back turned to us in the picture. While I was doing some research for the article in my own library, I found by accident the answer to all of these questions. Or better yet, even though I am not hundred percent sure, I think I found the answers. In my book case among seventy or so Atatürk books which I use as reference, there is one with the title “Atatürk from Several Aspects”, published in 1964. The book is published from compiled articles of a series of conferences on Atatürk given the same year at the Robert College University in Istanbul. In the article entitled “Atatürk’s personality”, author Cevat Dursunoğlu mentions an anecdote between Atatürk and some peasants in Anatolia. There are no photographs in the article but due to it’s length I will summarize it.
The date is July 3, 1919. On that day the hero of the war of Gallipoli General Mustafa Kemal is coming to Erzurum. He is greeted in Ilica, a suburb of Erzurum about 15 km. from the city, by the Corps commander general Kazım Karabekir and his staff. There, under a willow tree he is served coffee and they discuss matters related to the survival of the country. Meanwhile the evening sun is moving behind the hills on the west and the last rays of the sun were disappearing slowly on the copper colored sky. Right about this time a silhouette appears from behind the darkening hill ridges “like a statue cast in a dark ore”. Because of the tricks of shadows and the sun rays the sculpture like silhouette appearıng bigger than life is followed by other sculptures. These were a group of emigrants, twenty to thirty men and women and children, moving along their ox ridden carts.
”The head of the caravan was an old man with a full white beard, covering his large chest, his bronze face bearing years long traces of the sunlight of the Anatolian meadows and winds. With the wool sack on his shoulders and the rod in his hand he looked more like a semi-god of a Eastern mythology then a passer by.”
When the caravan reached the willow tree Mustafa Kemal got up, welcomed and greeted the head of the caravan and it’s other leaders and invited them to sit down with them under the tree. After the exchange of welcoming remarks, he asks them where they were coming from and where they were headed to. The old man with the bronze face says that when the Russians came they had to emigrate to the southern plains of Çukurova and now they were returning back to home.
The General listening to the old man tells him about the difficulties of the upcoming strong winter in Erzurum and the dangers of returning back home and asks him whether he was not able to make a living in Çukurova.
“No my General, Çukurova is like a paradise. If you plant one in Çukurova, you sow a thousand. Our living there was superior to even the Sultan. We were very comfortable there, but I have heard that some vicious rakes are supposed to give Erzurum to foreigners”.
These words of determination coming out of the chest of the old man with the bronze face brings tears of Atatürk”s eyes. After saying goodbye to the head of the caravan he turns to his staff around him and says:
“What can you not achieve with this nation?”
Is it not this mutual respect, love and trust between Atatürk and his people the reason for his success which won us the independence war ?
Coming back to the photograph: maybe it was not taken in Ilıca on that day . But that is not important, Atatürk was always with his people and this picture is a reflection of that.
Cem Özmeral
Dublin, Ohio
August 30, 2012
ATATÜRKÜ ANLAMAK
Atatürkün düşünce ve davranışlarının özünü anlamaya çalışmak zordur. Daha doğrusu, o bugün yaşasaydı belirli konularda günümüzün şartlarına göre nasıl düşünürdü diye yorum yapmak insanların kolayına gelir. Bu yorumlar yapılırken, toplumun muhafazkar bölümü bazen onun görüşleri kendilerininki ile bağdaşmadığı için onu tenkid ederler yada o sanki hiç yokmuş gibi davranırlar. Onlara göre "Gazi Mustafa Kemal" vardır ama "Atatürk" yoktur. Gene ayni görüşdeki kişiler bazen de tam tersi, kendi görüşlerini pekiştirmek için, ama bakın Atatürk bile böyle yapmıştı diye, bir anda Atatürkü kabulenirler. Tabi burada yapılan hata bir taraftan zamanın şartlarını göz önüne almamak, diğer taraftanda Atatürkün söylev ve demeçlerinin özünü anlamamaktan yada anlamaya çalışmamaktan kaynaklanır.
Toplumun diğer bir kesimi, bu yazıda onlara liberal görüşlü kesim diyelim, ayni muhafazakarlar gibi kendi fikirlerini kanıtlamak için onu dogmatik bir görünüme sokarlar. Atatürkün düşünce ve davranışları hiç hoşgörüsü olmayan adeta bir dayatma şeklinde topluma sunulur. Atatürkün salon kişiliği , opera sevgisi, çatal bıçakla sofra adabı ön plana çıkarılır. Onun köylüyle, develerin yanında bagdaş kurup sohbet edişi, belkide ekmeği onlarla paylaşıp yiyişi, Rumeli türkülerine olan tutkusu pek gündeme getirilmez. Bu görüşte," Atatürk"te vardır "Gazi Mustafa Kemal" de, ama eksik olan Mustafa dır.
Ataturkün Türk kadınının giyimi konusundaki düşünce ve eylemleride, aynen diğer konular gibi, özü anlatılmadan, onun ne demeye çalıştığı sorgulanmadan, her iki görüş tarafindanda coğu zaman kendi düşuncelerinin haklılığını ispat etmek için kullanılmıştır.
Aşağıda Atatürkün Türk Kadınının giyimi konusunda ki söylev ve demeçlerinden kaynak göstererek bir derleme sunuyoruz. Bizim bunlara ilave edeceğimiz tek yorum, Atatürkün bu konudaki düşuncelerinin özünü anlamaya çalışmak için çaba gösterme zorunluğu olduğudur. Yazının sonunda Atatürkün hayatında önemli yeri olan bazı hanımların değişik mekan, zaman ve çevrelerdeki resimlerini koyduk. Bu konudada yorumu okuyucuya bırakıyoruz.
Cem Özmeral
8 Mart, 2011
Dublin,Ohio
Atatürk'ün Türk Kadınlarının Giyimi Hakkındaki Düşünceleri
Atatürk, 31 Ocak 1923 tarihinde İzmir Eski Gümrük binasında halk ile yaptığı konuşmada şunları belirtmektedir :
"Kasaba ve şehirlerde yabancıların dikkati ençok örtünme şekli üzerinde toplanıyor. Buna bakanlar kadınlarımızın hiçbirsey görmediklerini sanıyor. Bununla beraber din gereği olan örtünme, kısaca belirtmek gerekirse, denebilir ki; kadınların sıkıntı çekmesine yol açmayacak ve adaba aykırı olmayacak şekilde basit olmalıdır. Örtünme sekli kadını hayatından, varlığından tecrit edecek bir şekilde olmamalıdır."
Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, II. Cilt,s. 87
21 Mart 1923 tarihinde Konya Hilaliahmer Kadinlar Subesi'nin tertip ettigi çay ziyafetinde söyle söylüyor:
"Muhterem Hanımlar, düşmanlarımızı aldatan bu dış görüntü bilhassa kadınlarımızın seklinden, giyim tarzından ve örtünme seklinden kaynaklanıyor. Onların aldanmalarına yol açan diğer bir nokta da yabancılarla temas edebilecek mevkide bulunan kadınlarımızın tavır ve hareketlerinin millî tavır ve hareketlerimizin timsali olmayıp, belki Avrupa tavır ve hareketlerinin taklitçisi olarak görülmesidir. Filhakika, memleketimizin bazı yerlerinde, en ziyade büyük şehirlerinde giyim tarzımız, kıyafetimiz bizim olmaktan çıkmıştır. Şehirlerdeki kadınlarımızın giyim tarzı ve örtünmesinde iki sekil tecelli ediyor; ya ifrat, ya tefrit görülüyor. Yani ya ne olduğu bilinemeyen, çok kapalı, çok karanlık bir dış görünüm gösteren bir kıyafet, - veyahut Avrupa'nın en serbest balolarında bile dış kıyafet olarak arzedilemiyecek kadar açık bir giyim. Bunun her ikisi de seriatin tavsiyesi, dinin emri haricindedir. Bizim dinimiz kadını o tefritten de, bu ifrattan da tenzih eder. O şekiller dinimizin muktezası değil, muhalifidir. Dinimizin tavsiye ettiği tesettür hem hayata, hem fazilete uygundur. Kadınlarımız seriatin tavsiyesi, dinin emri mucibince örtünselerdi, ne o kadar kapanacaklar, ne o kadar açılacaklardı. Dinî örtünme, kadınlar için zorluk çıkarmayacak, kadınların toplum hayatında, ekonomik hayatta, çalışma hayatında ve ilim hayatında erkeklerle ortak çalışmalar yapmasına mani bulunmayacak bir normal şekildedir. Bu normal sekil, toplumumuzun ahlak ve terbiyesine aykırı değildir."
"Giyim tarzımızı ifrata vardıranlar, kıyafetlerinde aynen Avrupa kadınını taklit edenler düsünmelidir ki, her milletin kendine mahsus ananesi, kendine mahsus adetleri, kendine göre millî hususiyetleri vardır. Hiçbir millet aynen diğer bir milletin mükallidi olmamalıdır. Çünkü böyle bir millet ne taklit ettiği milletin aynı olabilir, ne kendi milliyeti dahilinde kalabilir. Bunun neticesi şüphesiz ki hüsrandır."
"Bizim örtünme meselesinde nazarı itibare alacağımız şey, bir yandan milletin ruhunu, diğer yandan hayatın icabatını düsünmektir. Örtünmedeki ifrat ve tefritten kurtulmakla bu iki ihtiyacı da temin etmiş olacağız. Giyim tarzımızda milletin ruhi ihtiyacını tatmin için, İslam ve Türk hayatını başlangıçtan bügüne kadar layıkıyla tetkik ve etrafıyla açıklamamız lazımdır. Bunu yaparsak görürüz ki, şimdiki giyim tarzımız ve kıyafetimiz onlardan başkadır, lakın onlardan daha iyidir diyemeyiz. Bizim kadın hayatımızda, kadının giyim tarzında yenilik yapmak söz konusu değildir. Milletimize bu hususta yeni şeyleri bellettirmek mecburiyeti karşısında değiliz. Belki ancak dinimizde, milliyetimizde, tarihimizde zaten mevcut olan beğenilir adetlere uygunluğu sağlamak mevzübahş olabilir. Biz başlıbaşına ferden her türlü şekilleri tatbik edebilir, kendi zevkimize, kendi arzumuza, kendi terbiye ve seviyemize göre istediğimiz kıyafeti şeçebiliriz. Ancak bütün milletin sayanı kabul göreceği şekilleri, bütün milletin hayatında uygulanması mümkün olan kıyafetleri herhalde genel temayülde aramak ve o şekillerin gerçekleşmesini de genel temayüle uygunlukta görmek lazımdır. Bazı milletlerin zevk alemlerini memleketimizde tatbike kalkmak süphesiz ki hatadır. Bu yol toplum hayatımızı feyz ve fazilete ulaştırmaz."
"Daha selametle, daha dürüst olarak yürüyeceğimiz yol vardır. Büyük Türk kadınını mesaimizde müsterek kılmak, hayatımızı onunla birlikte yürütmek, Türk kadınını ilmi, ahlakî, içtımai, iktisadi hayatta erkeğin ortağı, arkadaşı, yardımcısı ve destekçisi yapmak yoludur. Eğer kadınlarımız dinin tavsiye ve emrettiği bir kıyafetle, faziletin icabettirdiği hareket tarzıyla içimizde bulunur; milletin ilim, sanat, içtımaiyat hareketlerine iştirak ederse bu hali, emin olunuz; milletin en mütaassibi daha takdir etmekten geri duramaz. Bilakis o halin aleyhinde söylenecek sözlere karşı, belki önün müteşebbislerinden daha fazla savunucusu olur."
Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, 11. Cilt, s. 149-151
"Gezilerim sırasında köylerde değil özellikle kasaba ve şehirlerde kadın arkadaşlarımızın yüzlerini ve gözlerini çok sıkı ve özenle kapatmakta olduklarını gördüm. Özellikle bu sıcak mevsimde bu durumun kendileri için mutlaka işkence ve iştirap nedeni olduğunu tahmin ediyorum. Erkek arkadaşlar bu biraz bizim bencilliğimizin eseridir. Çok namuslu ve dikkatlı olduğumuzun gereğidir. Fakat saygıdeğer arkadaşlar, kadınlarımız da, bizim gibi anlayışlı ve düsünceli insanlardır. Onlara ahlakla ilgili kutsal kavramları aşılamak, millî ahlakımızı anlatmak ve onların beynini ışıkla, temizlikle donatmak esası üzerinde bulunduktan sonra fazla bencilliğe gerek kalmaz. Onlar yüzlerini dünyaya göstersinler. Ve gözleriyle dünyayı dikkatle görebilsinler. Bunda korkulacak bir şey yoktur."
Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, II. Cilt, s. 211.
"Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki başına bir bez veya bir peştemal veya buna benzer bir şeyler atarak yüzünü gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı ya arkaşını çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu tavrın anlamı ve işareti nedir? Baylar uygar bir millet anası, millet kızı bu garip şekle, bu vahşi duruma girer mi? Bu durum, milleti çok gülünç gösteren bir görüntüdür. Derhal düzeltilmesi gerekir."
Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, II. Cilt, s. 217
"Bizim kadınlarımız, bazı yerlerde Avrupa kadınlarını bile gıptaya sevkedecek kadar ilerlemişlerdir ve eğer kadınlarımız yalnız bu yönü düsünür ve yalnız sıklıkta, zerafette Avrupa kadınlarını bile geçmeyi amaç kabul ederse kadınlık hayatında, dolayısıyla bütün milletin hayatında varmak istediğimiz mutlu inkılaba ulaşmakta kolaylık sağlayamayız."
"Kadınlık meselesinde dış görünüş ve kıyafet ikinci derecededir. Asıl mücadele alanı, kadınlarımız için görünüş ve kıyafette başarıdan daha çok, asıl başarılı olunması gereken alan ışıkla, kültürle, gerçek faziletle süslenmek ve donanmaktır. Ben saygıdeğer hanımlarımızın Avrupa kadınlarından daha aşağıda kalmayacak, tersine pek çok yönlerde onların üstüne çıkacak ışık ve kültürle donanacaklarına kesinlikle kuşkü duymayan ve buna kesinlikle emin olanlardanım."
Image:
ATATÜRK'ÜN ENDER BIR RESMİ VE AÇIKLAMASI
ATATÜRK'ÜN ENDER BIR RESMİ VE AÇIKLAMASI
Intenet ve e-mail ile haberleşme çıktığından beri özellikle Atatürk'ün resimleri hemen hergün bu iletişim araçlarını kullanan tarafından arkadaşlarına ve tanıdıklarına yollanmaktadır. Bazen birisine orijinal gelen bir resim yada albüm yollandığı alıcının belkide defalaraca gördüğü bir resim yada bilgi olabiliyor. Örneğin benim bilgisayarımda yirmi bine yakın resim ve albüm var, bunlarin bin kadarı da Atatürk ile ilgili. Bu nedenle yukardaki resim gibi Atatürk ile ilgili ilk defa gördüğüm orijinal bir fotoğraf bir e-mail ekinde bilgisayarıma gelince bayağı heyecanlanıyorum.
Resim , İsviçrede yaşayan emeritus Profesor Azmi Güran tarafından bir arkadaşına yada akrabasına yollanmış ve ondan sonrada alıcı tarafından birkaç defa değişik adreslere iletilmiş. Iletilirkende, konu kısmına: "Rakı masasındaki Cumhurbaşkanına halkın ilgisi.", metin kısmınada ":"Atanın etrafını saran yüzlerdeki ilgiye, muhabbete, sevgiye, hayranlığa bakın... Böylesini hangi yöneticiye karşı gördünüz halkın yüzünde son zamanlarda? İnanılmaz değil mi? İnanılmaz olan bir başka şey de; Atatürk'ün etrafında koruma görevlisi bulunmayışı.
(aslında 15 milyonluk Türk milletinin her bireyi onun korumasıydı.)"denmiş.
Resim gerçekten orijinaldi, daha önce hic görmemiştim. Yapılan yorumun altına, başlığı hariç bende imzamı atabilirdim. Bu resim nerede , ne zaman çekilmişti, bunları araştırmak ve bulmakta kendi kendime yüklediğim bir görev oldu. Ben buradaki tabloya, Ataturk'ün rakı masası diyemem. Atatürk'ün resimdeki Efe'lerle konuşurken oturduğu masada iki kadeh rakı ve kendisine eşlik ettiği anlaşılan bir arkadaşı yada yetkili görünüyordu. Ama burada rakı kadehi tamamen ikinci planda kalıyor. Arka planda tuvaletli hanımlar, smokinli beyler buranin bir balo salonu olduğunu gösteriyordu. Atatürkün etrafında onu hayranlıkla gözünun içine bakarak dinleyen efeler, belliki bu baloda gösteri yapmış olan , bir folklor gurubu, kıyafetlerine bakarsanızda bir Zeybek gurubu. Balo resimlerinde smokinli resimlerini görmeye alıştığımız Atatürk, bu baloya belki son anda katılmaya karar verdiğinden, belki bu onun rahatsızlandığı son zamanlarına rastladığından olacak, yazlık bir kıyafetle gelmiş. Belki burası Dolmabahçe Sarayı, Atatürk rahatsız olduğundan kısa bir süre için ve gösterileri izlemek icin salondaki baloya sonradan gelmiş ve isteği üzerine kendisine bir köşede oturup baloyu izleyebilmesi icin iki koltuk , küçuk bir masa ve iki kadeh rakı getirmişler. Bunlar benim ilk tahminlerimdi , sonradan araştırdığım kadarı ilede çoğu doğru çıkan tahminler. İşte resimle ilgili bulgularım alıntı olarak aşağıda*:
Vals
Kucuk cocuk Ata'nin yazdigi konusmayi okuyor
Ata Bulgar Halk dansinda basi cekiyor
BEYLERBEYİ SARAYI BALOSU*
2 Eylül 1936 günü İstanbul'da yapılan Balkan Folklor Festivali'nden sonra aynı günün gecesinde festivalciler onuruna Beylerbeyi Sarayı'nda bir balo düzenlenmiştir. Atatürk saat 0.2 'de baloya gelmiştir. Atatürk, Türk ve Balkan ekiplerinin çeşitli folklor gösterilerini ilgi ile izlemiş, beğenilerini belirtmiş, sanatçıları kutlamıştır.
Bu arada General Kazım Dirik'e** orada okunmak üzere söylev metinleri dikte etmiştir. Bu metinlerden aşağıya aldığımız birincisi General Kazım Dirik tarafından, ikinci metin de küçük bir öğrenci tarafından okunmuştur.
" Anlatmak ve duymak, anlatabilmek ayrı ayrı maharetler, sanatlardır. Benim anlatmak istediklerim sizin çok sezişIi huzurunuzda hiçbir edebi sanata ihtiyaç bırakmayacaktır sanırım. Onun için sözlerim sizin sıcaklık, dostluk saçan havanız içindeki duygularımın ateşi kadar, parlaklığı kadar heyecanlı olmasa da anladığınızı sanırım. Bunlar, -duyurduğum derecede- benim kalbimin ifadesidir.
Huzurunuzda konuştuğum Balkanlılar, Bulgarlar, Helenler, Romanyalılar, Türkler, Yugoslavyalılar! Siz hepiniz ne kadar birbirinizden ayırt edilmez insanlar olduğunuzu, birbirine girmiş candan arkadaşlık ve samimi yaşayışınızla bir defa daha göstermiş, ispat etmiş bulunuyorsunuz.
Biz Türklerin bu temiz insanlık camiasiyle beraber oluşu, beraber olduğumuzu göstermeye yarayan her vaziyetten ne kadar büyük saadet duyduğumuzu söylemeye hacet yoktur.
Beşeriyette saadet, işte böyle insanoğullarının birbirlerine yaklaşması, insanların birbirini sevmesi, hepsinin temiz his ve düşüncelerini birleştirmesiyle olacaktır.
Bu geceki birleşik vaziyetimiz bu idealin yüksek sevincidir. İşte bunun için ev sahibi olarak bütün kıymetli misafirlerimize derin sevinçlerimi beyan ederim.
Türk kardeşlerim! Sizleri Türkiye Cumhuriyetinin Yirminci Asır dünyasına doğduğu insanlar olarak selamlarım.
Siz :Balkanlı kardeşlerim!
Memleketime, onu kendi evleri gibi bilerek gelmiş olmanızdan ne kadar çok bahtiyarım. Ben Türk çocuğu siz Balkanlıları seviyorum. Siz de beni seviyorsunuz değil mi? Ben işte kollarımı açıyorum size. Siz de bana göğsünüzü açık bulundurunuz. Biz biriz. Bunu bu temiz jestlerimizle evvela birbirimize, sonra bütün dünyaya gösterelim.
Bayanlar, baylar, dans ediyorsunuz; müzik dinliyorsunuz. Bu oyunlardan ve müzikten hoşlandığınız besbelli. Fakat ne oyunun, ne de musikinin nereden geldiğini, insanlar için ne kadar çok eski ve esasi ehemmiyeti olduğunu bilmem ki düşünmek için bir an zihninizi yormak zahmetinde bulundunuz mu? Ben bu hususta sadece dikkat nazarınızı insanlığın bu büyük hakikati üzerine çekmek istiyorum:
a) Hareket, faaliyet, b) İnsanların egosunu yumuşatan, incelten, tanrılara, tanrıçalara unvan olan müzik ... İşte bu iki şey insanlığın medeni hayatında çok büyük amildirler. Başında dans ve. müzik olduğunu inkar etmek mümkün değildir. Dans ve bunu da tahrik eden musiki işte bu medeni insanlığın en büyük damgası.
Bir millet çok şeyde inkılap yapabilir. Fakat musiki inkılabı, milletlerin yüksek tekamülünün beratıdır.
Beylerbeyi sarayında yapılan ve Atatürkün halk danslarına eşlik ettiği balo onun son defa katıldığı ve dans ettiği balo değildir. Ölümünden sekiz ay önce, Bursa'yı son ziyaretinde onuruna düzenlenen baloda yapılan valsi yarıda keserek, zeybek oynamıştır. Hatta bu konuda son yıllarda bır dokümanter filim çekilmiş ve burada smokin giymiş Atatürk davetlilerin önünde zeybek oynarken gösterilmiştir.
Beylerbeyı balosu ile ilgili olmasada biz burada Atatürkün Zeybek i çağdaşlıştırılıp milli dansımızı olarak sunulması ve Türk kadınlarının eşleri ile birlikte dans etmeleri konusundaki çabasını aşağıdaki alıntı ile göstermeyi uygun gördük.
ATATÜRK VE ZEYBEK OYUNU*
Atatürk , zeybek oyunlarının kreasyonları üzerinde çalışarak, bir salon zeybek oyunu meydana getiren Selim Sırrı Tarcan'ın çalışmalarını da takdirle karşılamış, şu sözleri söylemiştir:
"Selim Sırrı bey zeybek oyunlarına medenî bir şekil vermiştir. Bu eser hepimiz tarafından kabul edilerek, milli ve sosyal hayatımızda yer tutacak kadar tekemmül etmiş ve bedii bir şekil almıştır. Artık Avrupalılara "Bizim de mükemmel raksımız var, diyebiliriz ve bu oyunu salonlarımızda müsamerelerimizde oynayabiliriz.
Zeybek dansı her sosyal salonda, kadınla beraber oynanabilir ve oynanılmalıdır." - İnceleme ve araştırmalarımıza zemin olarak çoğu kez kendi yurdumuzu, kendi tarihimizi, kendi geleneklerimizi, kendi özelliklerimizi ve ihtiyaçlarımızı almalıyız. Bunu başarmak için de ülkemizde; yönetimin hangi kademesinde olursa olsun, her bireyin kendi kültür değerlerini yakından bilmesi ve tanıması gerekir.
Atatürk, Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu gibi yapılanmalarla birlikte Halkevlerini kurarak ülkedeki binlerce halk dansı figürünün derlenmesini de önermişti.
O dönemin ünlü sporcu ve halk bilimcilerinden Selim Sırrı Tarcana uluslararası etkinliklerde dans etmesi için koreografi siparişi bile verilmişti. Atatürk, Tarcandan Milli hususlarımızı gösteren bir dans dizayn ederek günlük kostümlerle dans etmesini istemiş; Tarcan da, buna karşılık ünlü Sarı Zeybek ve Tarcan Zeybeği danslarını yaratmıştır.
Selim Sırrı, Pariste 1924te yapılan Olimpiyat Oyunlarında zeybek oynadı, daha sonra bu dansı geliştirerek Atatürkün istediği forma soktu. Ardından, zeybek danslarından esinlenerek yaptığı koreografiyi, İzmir Kız Muallim Mektebinin konferans salonunda okulun öğretmenlerinden Mualla Hanım ile birlikte Atatürkün huzurunda sergiledi.
Atatürk, gösteri bittiğinde yaptığı konuşmada şöyle demişti: Hanımefendiler, Beyler! Selim Sırrı Bey raksını ihya ederken ona bir şekl-i medeni vermiştir. Bu sanatkar üstadın eseri hepimiz tarafından seve seve kabul edilerek milli ve içtimai hayatımızda yer tutacak kadar tekemmül etmiş, bedii bir şekil almıştır. Artık Avrupalılara, bizimde mükemmel bir raksımız var, diye biliriz ve bu oyunu salonlarımızda, müsamerelerimizde oynayabiliriz. Zeybek dansı bu yeni şekli ile her içtimai salonda kadınlarla beraber oynanabilir ve oynanmalıdır.
Ataturk zeybek oynuyor
Yukardaki alıntılardan da görüleceği gibi Atatürk halkını ve aslında bütün insanları çok seven bir kişi. Bana gönderilen resimde Atatürk'ün yüzünü göremiyoruz ama, onu dinleyen efelerin yüzüne bakınca adeta Atatürk'ün yüz ifadesi onların yüzüne bir ayna ile yansıtılmış. Bu ifadedede, Cumhurbaskanı olduğu için kendini yüksek gören ve insanlara tepeden bakan ve hitap eden bir görüntü hiç yok . Tam aksine kendisini dinleyenlere onları rahatlatan, " bende sizden biriyim" diyen, babacan, sevecen, insancıl bir ifade var. Ayni zamanda bir ,öğretmen gibi vatandaşlarına onların bilmedikleri şeyleri gösteren, yeniliklere açık, sanatı, dansı ve müziği seven ve sevdiren, insanların bu konulardaki tercih ve geçmişlerine ayrıcalık yapmadan saygi gösteren ama milli değerlerimizi hep en önde tutan bir kişiligin yansımasını efelerin gözlerinde okumak mümkün.
Atatürk'ü büyük yapan en büyük özelliğide onun insan'a olan sevgi ve saygısı degilmi?
Cem Özmeral
28 Şubat 2011
Dublin, Ohio
* http://www.tufak.org.tr/ataturkhalkbilimi.html
**Resimde Atatürk'e eşlik eden arkası dönük beyaz gömlekli kişiyi tanıyamadım, ama Atatürk'un hemen arkasında oturan kişinin arşiv ve kitaplarımdan çıkardığım kadarı ile Kazım Dirik olduğunu zannediyorum.