A story in Turkish with foreword and picture titles in English
EN UZUN YOLCULUK ADANA -NATAL-BOSTON
Babam Hamza Özmeralin 1942 Aralık ayının ilk günlerinde Adana başlayan ve yaklaşık üç ay sonra Amerikanın Massachusetts Eyaletinin Boston şehrinde nihayetlenen uzun seyahatinin hikayesini yazdığım Özlediğim İstanbul kiatabında asağıdaki şekilde özetlemiştim.
Babam Heybeliada Deniz Lisesini bitirdikten sonra 1937 yılında Almanyanın Bremen kentine gitmiş. Burada tersanelerde Gemi İnşa ile ilgili staj yapmış ve sonra Humbolt Üniversitesinde Yüksek öğrenime başlamış. Bu sırada 1939 yılında İkinci Dünya Savaşı çıkıyor.Bunun üzerine İnönü hükümeti Almanya daki öğrencileri Türkiye ye geri çağırıp iki yıllığına Robert Koleje yolluyor. Burada babam hem İngilizce öğreniyor, hemde mühendislik öğretimine devam ediyor. Mezuniyetten sonrada hükümet bu öğrencileri Amerika ya, Bostondaki M.I.T. Üniversitesine Master yapmaya yolluyor. Babamın anlattığına göre Amerika macerası bu şekilde başlıyor.
O günlerde Alman denizaltıları Atlantik in kuzey kısmında oldukça yoğun bir şekilde asker sivil ayırt etmeksizin bütün gemilere saldırıyorlar. Bu nedenle askeri öğrencilerimizin Amerika ya yolculuk rotası Afrikanın batısından Güney Atlantik üzerinden seçiliyor. 1942 nin soğuk bir Kasım günü Ankara dan Adana ya oradanda trenle Musul a doğru başlıyor. O zamanlar İsrail yok. Otobüsle devam eden yolculuk , Lübnan ve Filistin üzerinden Kahire ye varıyor. Kahire de piramitler geziliyor, develerle resim çektiriliyor. Bulaşıcı hastalıklar nedeniyle bütün aşılar yaptırılıp yırmi gün burada konaklanıyor.Sonunda Amerikan askeri uçakları ile Hartuma doğru hareket ediliyor. Hartumda bir gece kalındıktan sonra, Kongo ormanlarına, oradan da Altın Sahillerine varılıyor. Buradanda çok uzun ve yorucu bir yolculuk başlıyor.
Uçaklar Amerikan nakliye uçakları. Oturulacak yerler madeni ve son derece rahatsız. Uçak deniz seviyesinden dört yüz, beş yüz metre yükseklikte uçuyor. Bazı öğrenciler diploma törenlerinde olduğu gibi şevke gelip şapkalarını Atlantik e atıyorlar. Sonunda on saati aşan bir yolculuktan sonra Brezilyanın en doğu noktası olan Natal a varılıyor. Natal dan bu defa Brezilya ormanlarındaki bir askeri üsse varılıyor. Burası tam bir cehennemdir, sivri sinek, böcek vahşi hayvanlar. Cibinlikler içinde geçirilen korkulu bir gece.
Ertesi gün Tirinidad adalarına doğru yola çıkılıyor.Buraya varılınca da herkes derin bir oh çekiyor. Çünkü burası adeta bir cennettir. Burada bir gün dinlenildikten sonra Miami ye hareket ediliyor.Yolculuk Boston da noktalandığında aylardan Şubat ve yıllardan 1943 dir. Ankarada başlayan yolculuk üç ay sürmüştür. Benim bu tarihten beş yıl sonra başlayan hayatımın Amerika kıtasına kaymasında , belki de bu yolculuğun etkisi vardır.
Cem Özmeral 14 Mart 2002 Columbus, Ohio
ADANA -NATAL-BOSTON THE LONG JOURNEY
My Father, a Naval Cadet in the Turkish Army was studying Naval Engineering at the Humbolt University in Berlin and was doing his internship during the summer in the shipyards of Bremen when theWorld War II broke in 1939. The Turkish Government called him back and placed him at the Roberts College in Istanbul where he was first to learn English and then complete his B.S. degree.
The following is a direct quote from my brother Mustafa Ozmerals Biography about our Father , explaining the long trip he had to make after graduating in 1942 and winning a scholar ship for a Masters degree at the Massachusetts Institute of Technology in Boston:
My father studied at Robert College in Istanbul from 1939 through 1942. RobertCollege is a very historic institution, being the oldest American school established abroad(founded in 1863).
In 1942, he won a naval scholarship to study at the Massachusetts Institute of Technology in Boston (the worlds premier engineering school) and set out for the United States. He has told me of his long trip from Istanbul to Boston while World War II was in full steam, which is a fascinating story. First, they set out by train from Istanbul to Mosul (in todays northern Iraq). From Mosul, they went by bus to Palestine (this wasbefore the state of Israel was created in the British territory of Palestine containingtodays Israel, Jordan and the West Bank). From Palestine by ship, they continued on toCairo, Egypt. From there by land transport again to Accra, which is the capital of Ghanain Western Africa. From Accra, they flew to Natal in northern Brazil, crossing theSouthern Atlantic (they had to avoid the Northern Atlantic because it was completelycontrolled by German U-boats, which sunk all non-friendly commercial transports). Myfather mentioned to me that their aircraft flew across the Atlantic at an altitude of about1500 ft, and that their windows were open, and the cabin was not pressurized. In fact,one of his friends threw his hat out the window to the Atlantic as a souvenir! Theycrossed the Atlantic in this manner in about 12 hours during the day. From Natal-Brazil, they crossed the Amazon jungle to arrive at the port of Belem.They continued from Belem-Brazil to the British Guyana, from there by ship to the island of Trinidad and Tobago. And from Trinidad and Tobago, they sailed to Miami, finally arriving in the United States after several weeks of travel.
Mustafa Ozmeral
LIFE AND TIMES OF MY FATHER
HAMZA OZMERAL
A Life of Twentieth Century
ADANA
CHURCHILL AND INONU ,DEC 1,1942
ADANA CENTRAL TRAIN STATION
VARDA BRIDGE ON BAGDAT RAILDOAD
Ankaradan başlayan tren yolculuğumuz on sekiz saat sonra Adana’ya yakın Yenice İstasyonunda bir kere daha mola verdi. Beraber yolculuk yaptığım üç teğmen arkadaşla trenden inerek istasyona doğru yürüdük. Hepimizin üzerinde sivil kıyafetler var, rayların üzerinden istasyon binası tarafına geçtik. İstasyonun her tarafında askerler var, binanın yanındaki bölgeyi kordona almışlar, mecburen yolumuzu değiştirerek İstasyon caddesine çıktık ve yiyecek bir şeyler aramaya koyulduk. Yarım saatlik moladan sonra tekrar trene binerek Adana’ya doğru yola çıktık. Yaklaşık iki saat sonra Adana garına geldik. Trenden inip bir Faytona binerek Abidin Paşa caddesindeki otelimize doğru yola çıktık. Faytoncu konuşkan bir adam, bize Yenice istasyondaki askerlerin sebebini izah etti. İsmet Paşa gelmiş, İngiltere başbakanı Churchill ile bir vagonda iki gündür konuşuyorlarmış. Herhalde bizi harbe sokmak için uğraşıyorlar, inşallah İnönü kabul etmez.
Akşam üstü otele Deniz kuvvetlerinden bir binbaşı geldi. Bize kısa bir briefing verdi. Yolculukla ilgili bilgiler, yolda nasil davranacağımız, yediğimize, içtiğimize dikkat etmemiz falan, filan. Adana’dan başlayıp Amerikanın Boston Masachusets eyaletine uzun bir yolculuğumuz olacak. Alman uçakları ve denizaltıları Akdeniz de ve Atlas okyanusun da cirit atıyor. Bu nedenle seyahatimiz Suriye, Filistin, Mısır, Altın Sahili ve oradan Brezilya’ya oradan da Amerikanın güneyindeki Miami güzergahı şeklinde tecelli edecek. Kulağını arkadan göstermek diye buna denir. Binbaşı bizlere hayırlı yolculuklar diledikten sonra, zarf içinde harcırahlarımızı da verdi. Adam başı yüzer dollar. Yanımda doksan lirada Türk parası var, herhalde Kahire’ye kadar yetecek. Orada, Türk Sefaretinden gelecek ayın maaşını alacakmışız.
Aksam üzeri şehirde yürüyüşe çıktık. Ziya Paşa Bulvarında ve Ulus parkında dolaştık. Kasım ayı olmasına rağmen hava hala güzel. Yolda zaman zaman otomobillerin yanısıra üçer dörder deveden ibaret kervanlara da rastladık. Akşam yemeğini bir lokantada yedik. Acılı yemeklerle pek başım hoş değildir, Adana kebabını birazda çekinerek yedim. Kebabın yanında bolca yeşillik veriyorlar ve şıra içiyorsunuz. Bu lokanta Adananın en ünlü kebabcısı imiş. Kasanın hemen yanında Bluepunkt marka bir radyo var, herkes başına üşüşmüş kısa dalgadan Alman Devlet radyosunu ve BBC yi dinliyor. Alman ordusu Stalingrad’a yürüyormuş.
Bol bol şıra içiyoruz, ilk defa içtiğim bu meşrubat çok hoşuma gitti, mayhoş bir tadı var. Lokanta sahibi yaşlı bir adam. Bizim deniz teğmeni olduğumuzu duyunca çok ilgilenerek masamıza oturdu, sohbet ettik. Dükkan ona baba yadigarı imiş. Her sabah pazara çıkar günlük alışverişi yapar ve Adananın meşhur çıracısından bir güğüm çıra alırmış. Ona çıracının anlattığına göre dün istasyonda bir vagonda görüşmeler yapan Inönü ve Churchill' e öğle yemeğinde çıra götürmüşler. Churchill, çıraya bayılmış, bardak bardak içmiş. Çıranın nasıl yapıldığını sormuş, adam da anlatmış ama babasına yemin ettiği için işin sırrını tam olarak vermemiş. Churchill tuturmuş verseniz ne olur diye. Hatta İngiltere sefiri bile israr etmiş. Sonunda İsmet Pasa araya girerek, biz Türkler bir kere söz verdikmi, sözümüzden dönmeyiz, diyerek konuyu tekrar Türkiye İngiltere münasebetlerine getirmiş.
Adana’da biri gece kaldıktan sonra bize İzmir yoluyla gelen üç arkadaşla birlikte altı teğmen Musula istikametine trenle hareket ettik.
3 Aralik 1942.
ALEPPO(HALEP)
Aleppo Pictures H. Özmeral Archives
THE CLOCK TOWER, ALEPPO 1942
MINARETE OF UMAYYED MOSQUE ON RIGHT.
VIEW FROM THE CITADEL
TCDD lOCOMOTIVE, ALEPPO 1943 (Court.KRM Cameron )
ALEPPO (HALEP)
Bu akşam üzeri Adana’dan yola çıktık, yolculuğumuzun ilk bölümu Halep üzerinden Musul’a kadar tren yolu ile devam edecek. Tren buradan Bağdat’a kadar gidiyor, ama bizim rotamız Musuldan otobüsle Beyrut’a doğru olacak.
Adana da bavullarımızın büyük bölümünü yiyecekle doldurduk, sucuk, kaşar peyniri, zeytin, ekmek, konserve sardalye, üzüm v.s. Yolda neyle karşılaşacağımız, ne yiyeceğimiz belli değil. Ama trene bindikten sonra, vagonlardan birinin yemekli vagon olduğunu sevinerek gördük. Cumhuriyetten önce bu vagon, harem vagonu olarak hanımlara ayrılırmış. Daha sonra ise kompartımanları kaldırıp kanepe ve masalar koymuşlar. Etrafta güzel çiçek resimli antika vitreyler var. Sabah kahvaltısını vagonda, getirdiğimiz navaleden yaptık, ama akşama lokantada sıcak tarhana çorbası, etli pilav ve üzüm hoşafı güzel gitti.
Pencereden dışarısını seyrediyor ve İstanbulda bıraktığım anneciğimi ve kardeşlerimi düşünüyorum. Biraderim Mustafa’nın ensesinde devamlı ağrıları vardı, gözüm birazda arkada kaldı. Iki sene süreyle bana ızdıraptan başka birşey vermeyen Mualla ile olan evliliğimi bitirmek icin açtığım boşanma davası acaba ne zaman sonuçlanacak? Mualla ile ayrıldıktan sonra gönlümü kaptırdığım Semine ile ilişkimiz acaba ne olacak? Çamlıca tepesindeki son buluşmamızda ayrılırken o siyah gözlerindeki gizleyemediği hüzünü ve genede o güzel gülüşü ile birbirimize veda edişimiz... hepsi tek tek gözümün önünden geçiyor.
İlk günümüz hep dağlar içinde tünellerden geçerek geçti. Adana'ya gelirken Gülek boğazından ve Torosların güzelikleri içinden geçmiştik, şimdi ise Gavur dağları içinde seyrediyoruz. Almanların yaptığı koca Varda Köprüsü, üzerinde vagonun rayların üzerinde çıkardığı sesler sanki giderek daha da bir arttı. Insan asağıya uçuruma bakmaya ürküyor. Akşamüstü trendeki lokantaya gittik. Tekel birası içip sohbet ettik yanındada bol bol Şam fistığı yedik. Gece olunca kuşetlerimizi açtık, ben orta bölümde yattım, hemen uyumuşum. Ertesi gün öğlen’e doğru Halep’in civarındaki köyler göründü.
Halepte on iki saatlik bir molamız var. Saat onda şehri gezmeye çıktık, en geç sekizde trende olmamız istendi. Şehir çok büyük ve zengin ama tam bir arap ruhunu hissediyorsunuz. İspanyada katliamdan kaçan yahudiler Osmanlılar zamanında yüzyıllar önce buraya yerleşmişler. Şehir içinde gittiğimiz dükkanların coğunda çat, pat Türkçe konuşan yahudi esnafla karşılaştık..
Şehrin tam ortasında bir karınca yuvasına yada bir sininin kapağına benzeyen, üst kısmı düz muazzam bir tepe var. Tepenin üzerinde on üçüncü yuzyıdan kalan bir kale. Kalenin en üst burçlarına tırmandik ve buradan bir müddet şehri seyrettik.
Aşağıda toprak renkli iki katli binalarla kaplı muntazam bir görüntü var. Ama şehrin içinden dışarılara çıktıkça tam bir pejmudelik hakim. Toprak sokakların içinde yerlere çömelmiş uzun siyah entariler içinde Araplar, sokaktan geçen develer, kuyu başında iki öküzün döndürdüğü su dolapları..
Şehrin merkezinde caddelerin kesiştiği yerde Osmanlılardan kalan güzel bir saat kulesi var. Onun önünde şehrin yerlileri ile resim çekdirdik, sonra gene buranın tarihi eserlerinden Umayed camiini gezdik ve avlusunda oturup dinlendik. Akşam üstü , bir yahudinin dükkanından tulum peyniri, pide, hurma gibi birkaç erzak olarak trenimize geri döndük.
Halepte vagonumuz aynı kaldı ama trenin lokomotifi değişti. Çok modern ve kuvvetli bir lokomotif, İngiliz yapımı P.C. sınıfındanmış. Irak hükümeti bunlardan dört adet sipariş vermiş, ama harp çıkınca Almanlar bunların naklini engellemişler. Bir yıl öncede İngilizler Irak’ı işgal edip Prens Abdullah’ı başa geçirdikten sonra lokomotifleri Bağdat’a getirmişler. Bizim lokomotif’in adı da Musul. Tren’e iki tanede yataklı vagonu ilave edildi, bu vagonlar Musul’a kadar boş gidiyor, orada rezervasyonlar varmış, oradan Bağdat’a kadar dolu gidecekmiş. Arap kondoktör’e biraz para teklif ettik, Musul’a kadar bizi yataklı vagonlara alması için.Önce hık, mık etti ama sonra, pasaport kontrolünü bekleyin dedi. Saat yedibuçukta bir İngiliz subayı ve Iraklı bir gümrük memuru tek tek vagonları gezip pasaport kontrolü yaptılar. Saat sekizde tren kalktıktan sonra kondoktöre adam başına beşer Türk Lirası verdik, oda bize iki kompartıman ayarladı. Yalnız çarşaflar sayılı olduğundan çarşaf vermedi. Her kompartımanda biri büyük, diğeri küçük iki yatak ve duşlu bir kabin var. Altı arkadaş iki kabini paylaştık. Su kısıtlı olduğundan çok çabuk bir duş aldık, sonrada kabinlerden birinde buluştuk. Halepten aldığımız Arak rakısını açtık, yanında da salatalık, peynir ve karpuzdan oluşan bir çilingir sofrası kurduk. Yemekten sonra dört arkadaş hemen bir briç masası kurdular, bende yatağa uzandım, Halepten aldığım posta kartlarını yazmaya koyuldum.
Sabah altıya doğru kondöktor yataklı vagonun kapısına vurarak hepimizi uyandırdı ve tekrardan vagonumuza dönmemizi istedi. Saat yediye doğruda tren Telköçek denilen Suriye Irak sınırındaki istasyonda durdu. Burada Iraklı gümrük memurları İngilız subayları ile birlikte vagonları dolaşarak pasaportlarımızı kontrol ettiler ve damgaladıktan sonra tren Musul’ a doğru tekrar yola çıktı. Tren yolu boyunca petrol kulelerini çokluğunu gördükçe insan ister istemez bu bölgeyi elimizde tutamadığımıza üzülüyor.
Öğle’ye doğru Dicle nehrinin batı kıyısında önce bir iki antik manastır kalıntısı ve sonrada köyler göründü. Çeşme başında toplanan kızların kıyafetlerine bakarak bunların çoğunun Türkmen köyleri bir bölümününde Kürt köyleri olduğunu tahmin ettik. Şehre yaklaştıkça ikişer üçer katlı toprak renkli yapılar, cami minareleri ve uzun entarili Araplar çoğaldı. Tren giderek yavaşladı , pijama gibi çizgili entarili küçük Arap çocukları yalın ayak trenin yanında kusuyorlar. Tam öğle üzeri Musul Tren İstasyonuna vardık.
Burası tam bir keşme keş. Simitçiler, şerbetçiler bir anda etrafimızı sardı , hatta mangal kurup çay servisi yapanlar bile var. Hemen iki hamal tuttuk, bavulları onlara vererek İstasyonun cadde tarafına geçtik. Beyrut’a otobüsümüz tam saat ikide kalkacak, onun için acele ile altımız birden alt alta, üst üste bir taksiye doluştuk. Araba 1940 modeli bir Chevrolet, bizi Hayfa’ya kadar götürecek Niarn Otobüs şirketinin islettiği bir taksi. Bavulların büyük olanları bagajda, küçükleri kucağımızda şehir ortasındaki otobüs durağına doğru yola çıktık.
Ana cadde oldukça geniş. Yolun iki tarafında iki katlı binaların altında dükkanlar, üst katlarındaki düz damlı teraslarda koltuklar ve masalar görülüyor. Caddeden her türlü vasıtalar geçiyor; at arabaları, iki atın çektiği iki katlı tramvaylar, tek tük otomobiller, yayalar, ve Dicle nehrinin üzerinde sayısız kayıklar, karşıdan karşıya hayvan taşıyan sallar. Sonunda Dicle nehrinin üzerndeki uzun köprüden geçerek şehrin doğu yakasına vardık. Burada antik Nineveh kent harabeleri içinden geçerek sonunda Nairn otobüslerinin kalkacağı meydana vardık.
On The Bus
NAIRN BUS BAGGAGE CLAIM TICKET
Otobüs saat tam ikide kalktı. Bu kadar dakiklik şaşırtıcı ama meğer Nairin şirketi Yeni Zellandalı iki kardeş tarafından işletiliyormuş. Buraya Birinci Dünya Savaşı yıllarında gelmişler ve harpten sonra önceleri bir otomobil bayiliği açıp Amerikan arabaları satmaya başlamışlar. Ama işler umdukları gibi gitmeyince getirdikleri arabaları Beyrut, Hayfa ve Filistin arasında taksi olarak çalıştırmaya başlamışlar. Bu iş tutunca da otobüs ile Hayfa’dan Beyrut’a oradan da çölü geçerek Şam ve Bağdat’a hem yolcu hemde posta taşıma işine girişmişler. Zaten otobüsün üzerindeki armada Nairin isminin altında Kara Yolu Posta Servisi yazıyor. Marmon Harrington markalı Otobüsümüzü yüz elli beygir gücünde bir kamyon çekiyor. Otobüs son derece konforlu; yüksek arkalıklı koltuklar, yaz ve kış için havalandırma ve ısıtma sistemi, tuvalet, paket içinde yemek servisi bugüne kadar bizim otobüslerde görmediğimiz yenilikler.
Otobüsün boyu 21 metre, arkasındaki tuvaletin yanında, sigara, sakız, gazete, gripin gibi şeylerin satıldığı küçük bir büfesi var. Hemen onun önünde otobüsün iki şöföründen birinin uyuması için ayrılmış üstü kapalı kauçuk bir yatak bulunuyor.Otobüsün koltukları numaralı, bize arkalardaki koltuklar düştü. Yanımda, pencere kenarında arkadaşım Galip Gültekin oturuyor, koridorun yanındaki koltukta da bizim yaşlarda Beyrut Üniversitesinde okuyan bir Arap talebe. Diğer dört arkadaşımız hemen arkamızdalar. Ön taraftaki koltukları kadınlara ayırmışlar, bir nevi haremlik selamlık yapılmış.
Cemal adlı arap talebe bu yolculuğu yılda en az iki üç kere yaparmış. Annesi , babası ve kardeşleri Musul’da yaşıyorlar, babası burada havlu ticareti ile uğraşıyormuş. Biz bunları konuşurken yedek şöför kumanyalarımızı dağıttı. Kıvrılmış pide ekmeği içinde yeşil biber, domates ve beyaz peynir, yanında siyah zeytın, üç adet hurma. İçecek olarak da sürahi ile su verdiler ama ben itimat edemediğimden büfeden şişe suyu aldım. Yemek bitince de çay servisi yaptı muavin, herkes sigaralarını yaktı etraf duman olunca şöför havalandırmayı çalıştırdı.
Galip yanımda büfeden aldığı Times gazetesini okuyor. Gazete Musul’a haftada üç kere geliyormuş. Gazetenin bir bölümünüde bana verdi. 7 Aralık 1942 tarihli gazetede haberlere göz gezdirdim. Japon uçakları ilk defa olarak Kalküta’yı bombalamış. Almanlar Stalingrada taaruzu artırmışlar, Rus tank ve topçu birlikleri Almanlara karşı şehri müdafaa ediyorlarmış. Bu arada Hitler V-2 roketinin silah olarak kullanılması için yazılı olarak bir talimat çıkartmış. Yalnız Aralık ayında batırılan denizaltı sayısı altmışı geçmiş. Amerika’da benzin, Hollanda’da patates karneye bağlanmış. Bakalım bu harbin sonu ne olacak, hayırlısı ile bir kazaya uğramadan Amerika kıtasına varabilecekmiyiz acaba ?
Ben gazeteyi okurken yanımıza arkada oturan gençten bir Arap geldi ve bizim yanımızdaki talebeye bağırıp çağırmaya başladı. Ne olduğunu anlamadım ama aralarına girdim olayın büyümesine önledim. Muavin şöför de geldi her iki tarafı yatıştırdı, olayı sonradan bana anlattı. Arkada oturan gencin kızkardeşi bizim hemen önümüzde bir hanımın yanında oturuyor. Bizim Beyrutlu genç devamlı bu genç kıza bakıyormuş, o kız’a bakarken arkadaki kızın kardeşide bizimkini dikizlermiş. Sonunda dayanamamış: “ Kız kardeşime ne bakıyorsun” diyerek olay çıkarmış. Şöför pencere kenarındaki hanımla konuştu ve genç kızla yer değiştirdiler , böylece kız bizim delikanlının görüş zaviyesinden çıktı. Birazdan herkese battaniye dağıttılar ve ışıklar söndürüldü bende biraz cebelliştikten sonra uyumuşum.
10 Aralık, 1942
BEIRUT(BEYRUT)
Beirut Pictures H.Özmeral Archives.
BEIRUT 1942
OTTOMON CLOCK TOWER,1942
BEIRUT OUTSKIRTS 1942
Sabah perdelerin aralıklarından otobüsün içine sızan güneşle birlikte uyandık. Muavin şöför arkada ispirto ocağında çay yapmış getirdi, yanında peynirli pide servisi yaptı. Pencereden dışarıya bakıyorum, yol kenarında palmiye ağaçları çoğalmaya başladı sonra tepelerin arkasından aniden Akdenizin o masmavi arşipeli göründü. Bir tarafımızda dağlar öbür tarafta deniz kıyısı, yol üzerinde develeri güden Arap kadınları. Şehrin dış eteklerindeki evlerin çoğu beton ve tuğladan yapılmış ama izbe bir görüntüleri var. Otobüs şehrin merkezi Martyr’s (Şehitler) Meydanında durdu. Saat üç’e kadar buradayız, üçer kişilik iki guruba ayrıldık ve hemen şehri gezmeye başladık.
Şehitler Meydanı şehrin tam ortasında, iki tarafı Beyoğlundaki evler gibi dört, beş katlı neo- klasik tipte binalar ile çevrilmiş. Ortasında da boydan boya palmiye ağaçları ile donanmış yemyeşil çim bir park var. Dik dörtgen şeklindeki parkın etrafındaki bulvar çok geniş, yan yana iki otomobil ve bir tramvay geçebiliyor. Tramvaylar bizim Kısıklı tramvayı gibi nefti yeşili renkte ve iki vagonlu. İstanbul da bile bu kadar taksi görmedim, hepsi koca koca siyah renkli Fordlar. Dik dörtgen şeklindeki meydanın tabanında boydan boya, bizim eski Harbiye nezaretini andıran bir bina var. Üzerindeki Arapça kitabenin altında Palace de Canon yazıyor. Binanın önünden geçerken burada yapılan bir merasime şahit olduk. Kürsüden bir Fransız Paşası halka hitaben konuşma yapıyordu. Sonra binanın avlusundan çıkan birer tabur Fransız ve Lübnan askeri kısa bir resmi geçit yapıp binaya Lübnan ve Fransız bayrağını çektiler. Halkın içinde Türkçe bilenler vardı, bize dilleri döndüğünce Lübnanın Fransız mandası altına girdiğini anlattılar. Lübnanlılar kendi askerlerine Sipahi diyorlar.
Merasimi izledikten sonra meydanın dört bir tarafında dolaştık; binaların çoğu otel, mağaza ve sinema olarak kullanılıyor. Daha sonra bir faytoncu ile pazarlık edip bizi iki saat gezdirmesi için anlaştık. Şehitler Meydanınından ara sokaklara girince o muntazam görüntü bir anda kaybodu, daracık sokaklar tepelere doğru yerini sıvası bile olmayan tuğla evlere bıraktı. Faytoncu bizi önce Limana götürdü. Burası çok canlı bir yer; koca koca silolar ve doklarla dolu. Kıyının biraz uzağına demirlemiş gemirlere takalarla mal götürüp yüklüyorlar. Limanın biraz açığında üç bacalı bir yolcu şilebi demirlemişti. Üzerinde "Marietta Pacha" yazan bu şilep belliki Akdenizde harpten önce yolcu taşımak için kullanılırken şimdi Fransız Bayrağı altında askeri nakliyat için kullanılıyordu. Limanın ara sokaklara açıldıgı küçük bir meydanda, deniz gören birkaç balıkçı lokantası var. Bunlardan birinde oturup tavada kızarmış karides yedik, yanında da birer kadeh Arak rakısı güzel gitti. Daha sonra Faytoncu bizi buradan Nejmeh Meydanı denilen Beyrut’un ikinci büyük meydanına götürdü. Burası Şehitler meydanının aksine Taksim meydanına benzeyen yuvarlak bir meydan. Tam ortasında koca bir saat kulesi var, kulenin altında resimimizi çeken yerliler bu kulenin çok eskiden Osmanlılar tarafından yapıldığını söylediler. Meydanın üstündeki en büyük ve güzel yuvarlak cepheli bina Lübnan Posta Telefon servisine ait. Alt katında ki postahaneden İstanbuldaki anneme ve kardeşlerime birer posta kartı attım. İkinci katta telefon şirketinin büroları var, buradan şehirlerarası santrallar aracılığı ile istediğiniz yere telefon edebiliyorsunuz. Ama ne benim ne de arkadaşlarımın evinde telefon var. Bir müddet evlerine telefon eden Fransız askerlerini izledikten sonra aşağıya indik ve Faytoncuya bizi tekrar aldığı yere geri götürmesini söyledik. Şama gidecek otobüsümüz saat üçte kalkacaktı ve Nairin otobüsüne geç kalmaya gelmezdi.
Diğer şehirlerde olduğu gibi Beyrut’da yolcuların çoğu inmiş, yerine yenileri alınmıştı. Burada otobüse birçok kadın yolcu bindiğinden bizimde iznimizi alarak yeni bir oturma düzenlemesi yapıldı. Ben en önde, Otobüse yeni binen yirmi beş yaşlarında bir Arap’ın yanında oturuyorum. Adamın kırık dökük İngilizcesi var, birde Türkçedeki Arapça kelimeleri kullanarak konuşmaya çalışıyoruz. Suriye’de babasının bir üzüm bağı varmış senede birkaç kere yaptıkları şarapları sandıklayarak Beyrut’a getirir buradaki lokantalara satarmış. Adamı pek gözüm tutmadı, ikide birde üstünü başını elliyor, devamlı arkasına dönüp bakıyor.
Beyrut Şam arası üç saatlik bir yol. Yarı yolda Otobüs Şamat denilen yerde Pasaport kontrolü için durdu. Otobüsden indik, dışarıda iki tane sarı toprak renginde bina var. Birincisi deve süvarilerinin karargahı olmalı, arka taraftaki açık hava ahırında yan yana yere çökmüş develer geviş getiriyor. İkinci bina ise pasaport kontrol memurlarının bulunduğu bina. Biz altı arkadaş bir araya toplanarak diğer otobüs yolcuları ile sıraya girdik. Benim yanımda oturan Arap’ta hemen arkamıza geçti. Tahta bir gişenin arkasında oturan Bedevi Pasaport memuru, hepimize aynı soruyu soruyor: nereye gidiyorsunuz, bavullarınızda ne var ?”. Biz Türk arkadaşlar kolayca geçtik, ama bazı erkek yolcuların hemen orada duvar kenarında üstlerini aradılar. Pasaport memurları benim yanımda oturan yolcudan şüphelendiler, ona üzerlerindekileri çıkarmasını söylediler. Adamın üzerinden neler çıktı neler: üç ipek gömlek, iki kazak, iki yelek, iki pantolon, üç inci gerdanlık ve dört adet kol saati. Belinde kılıç, sırtında tüfekli bir asker bizim genci aldı ve yan taraftaki diğer binaya götürdü. Biz Pasaport binasının bahçesindeki külüstür çay ocağından birer çay aldık ve sandalyelere oturarak olacakları bekliyoruz. Şöförler otobüsün arkasındaki bagaj kısmını açtı ve bavulları dışarı çıkarttılar. Sonrada yolcular teker teker kendi bavullarını açarak kontrolden geçerek otobüsteki yerlerini aldılar. Bizim Türklerin bavullarına biri hariç bakmadılar bile, “Eyvallah, Eyvallah” deyip geç işareti yaptılar. Biraz gecikmeyle de olsa otobüs sonunda kalktı. Bizim genci herhalde tutukladılar, kimbilir ona ne oldu?
Şam’a yaklaşırken toz toprak bitti asfalt bir yol başladı. Etrafımızdaki arazi yapısıda değişti, mümbit tarlalar , bağlar, bahçeler içine toprak evler göründü. Biraz sonrada Duma şehrinden geçtik ve ve Şama girdik. Yol kenarında gürdüğümüz eşekler ve develerin yerini bisikletler, motorsikletler, taksiler ve atla çekilen tramvaylar aldı. Sonunda hava kararırken otobüsümüz Yedi Pınarlar caddesinden geçerek önünde boş bir alana olan otobüs garajına vardı.
DAMASCUS(ŞAM)
OMMAYED MOSQUE, DAMASCUS
OMMAYED MOSQUE, DAMASCUS
Damascus pictures H. Özmeral Archives
Şam'a geldikten sonra, elimizde bavullar Otobüs şöförü’nün tavsiyesi üzerine garajının hemen arka sokağındaki Elhamra oteline gittik. Bu otel daha çok buradan geçen yabancı askerlerin kullandığı bir konaklama yeri imiş. Otelin bir ana binası, bahçesinde de arka arkaya tam yedi tane tek bina var. Bunlar sekiz kişi alan ranzalı odalar ve iki kişilik odalara oranla çok daha ucuzlar. Tabii işimize geldi , zaten bir gece kalacağız, bunlardan birini tuttuk. Oda'da dört adet ranzalı yatak, bir masa, eşyaları asmak için kapaksız bir gardrop, bir odun sobası ve ve iki adet gaz lambası var. Ana binada elektrik var, ama buraya bağlamamışlar. Tuvaletlerde müşterek, binaların gerisinde ayrı bir binanın içinde. Helaların karşısında üç tane duş yapılacak kabin var. Kapıda bekleyen Arap’a birkaç lira veriyorsunuz, size sıcak su ısıtıp, kabinin üzerindeki su rezervuarına sıcak suyu koyuyor. Artık su bitine kadar ne kadar yıkanabilirseniz yıkanıyorsunuz. Bizde öyle yaptık altı arkadaş sırayla önce bir aklanıp paklandık. Daha sonrada ana binadaki lokanta ve bar bölümüne geçtik.
Yemek yedikten sonra akşamın geç saatlerine kadar barda oturup içki içip sohbet ettik. Benden başka herkes Avusturalya birası içiyor, litrelik şişelerde siyah zift gibi bir bira. Benim fermantasyonlu içeceklerle aram iyi değil, birkaç kadeh “Arak” içtim, ama nerede bizim Kulüp rakısı. Barda bizden başka Fransız, Avusturalyalı ve yeni Zelandalı askerleri vardı onlarla ahbaplık ettik biraz. Aksanları çok değişik, bizim Robert Kollejde öğrendiğimiz Amerikan İngilizcesine hiç benzemiyor. Benim yanımda Victor isminde Avusturalyalı bir cavuş oturuyor. Babası Alman asıllı imiş güzel Almanca biliyor. Bana hikayesini anlattı:
1941 yılının başında Fransa Almanya’ya teslim olunca Suriye ve Lübnan Fransızların Alman yanlısı Vichy Hükümetinin idaresine geçiyor. Tabii bu durumdan İngilizler çok rahatsız, Almanların Mısıra hücum etmesinden ve Iraktaki petrol hattını ele geçirmesinden korkuyorlar. Bu tehlikeyi engellemek için İngilizler, Avusturalya, Yeni Zelanda, Hint askerlerinin ve Franız Kurtuluş Birliklerinin de katılımı ile Haziran ayında Kuzey Filistin’den bir cephe açarak Suriye ve Lübnanı işgal ediyorlar. Bu sırada Lübnan kıyılarında demirlemiş olan Avusturalya ve İngiliz zırhlıları’da denizden destek veriyorlar.
Bu durum bana bizim Çanakkale savaşlarını hatırlattı, Victor’a Anzacların Çanakkalede nasıl geri püskürtüğümüz den bahsedince gözlerinde hüzünle karışık bir ışıldama ve dudaklarında bir tebessüm belirdi.
Dayım, Çanakkale’de Türklere karşı savaşmış, hatta karnından yaralanmış. Bana hep Türklerin ne kadar cesur savaşçılar ve aynı zamanda ne kadar iyi insanlar olduğundan ve bu savaşta gereksiz bir şekilde on binlerce insanın öldüğünden bahsetmiştir. Ama Alman taraftarı Vichi’ye karşı açtığımız Anzac cephesinde durum başka .
Bende bu savaşta Lübnan’da Basın ve Yayın Karargahında çavuş olarak görev yapıyordum. Şam şehri Haziranın 21 inde bizim birliklerin eline geçti, ama kıyıdaki Damour şehrinde ve Cezine dağlarında çarpışmalar devam ediyordu. Bu çarpışmalar sırasında Vinchy kuvvetlerine karşı Cezine dağlarında bir gece baskını düzenlendi. Bu baskına en yakın iki arkadaşım Ken ve Christopher de katılmışlardı. Ama ertesi gün baskın ekibinden yalnız bir kişi canlı olarak geri döndü. Bize arkadaşlarımın izlerini kaybettiğini, yaralı olarak Fransız birliklerine esir düşmüş olabileceğini söyledi. Hemen ertesi gün birliğimden aldığım özel izinle bölgeye gidip arkadaşlarımı aramaya gittim. Ama keskin nişancıların ateşi yüzünden hiç bir ilerleme kaydedemedim. Birkaç gün sonra dağlara tırmanan arama birlikleri altı cesetle birlikte geri döndüler. Gelen ölüler arasında arkadaşlarım yoktu. Temmuz ayında Vinchy kuvvetleri tamamen teslim oldular ve Suriyenin idaresi Hür Fransız ordusuna geçti. 1941’in Kasım ayı sonunda arkadaşlarımın harp’te öldüğü ailelerine bildirildi. Ama ölüleri hiç bir zaman bulunamadı. Onlar benim en iyi arkadaşlarımdı, onların öldüğüne inanmıyorum ve sonuna kadar onları aramaya devam edeceğim. Elimden ne gelirse yapacağım. Bu nedenle şimdi buradayım, Fransız askerleri ile konuşup bilgi toplamaya çalışıyorum.
Gece saat ikiyi geçiyordu, bıraksam Victor anlatmaya devam edecekti. Arkadaşlarımın çoğu zaten odaya çekilmişlerdi bende Avusturalyalı dostuma iyi şanslar dileyip odama gittim. Galip ranzanın üst yatağına çıkmış, bende alta uzandım, hemen uyumuşum.
14 Aralık 1942
HAIFA(HAYFA)
Haifa pictures H.Özmeral Archives.
HAIFA, HADAR HACARMEL
TELAVIV, ALLENBY ROAD BY MOYAL CIRCLE, 1942
HEBREW TECHNICUM, HAIFA
HAYFA
Sabah kalktığımda saat sekiz olmuş. Arkadaşların çoğu erken çıkıp biraz şehri dolaşmaya çıkmışlar.Lokantaya kahvaltı etmeye gittim, birazdan hepsi göründüler. El Musa yed Camiini gezmişler, Müslümanların bu dördüncü kutsal mabedinin ihtişamını anlata anlata bitiremediler. Benim posta kart meraklısı olduğumu biliyorlar bana da birkaç kart getirmişler.
Şam'dan Hayfa’ya kısa bir tren yolculuğumuz olacak. Otelin önünde bekleyen taksilerden koca bir Chrysleri tuttuk bavulları bagaja yükledik ve şoför’e Hicaz tren istasyonuna çekmesini söyledik. İki saatlik bir tren yolculuğundan sonra Hayfa’ya vardık.
Bizi istasyonda Thomas adlı Yahudi bir Profesör karşıladı. Thomas, Robert Kolejdeki Tasarı Geometri hocamız Profesör Moyal’in çocukluk arkadaşı. Almanya’dan kaçan Moyal ve Thomas, İnönü hükümetinin izniyle İstanbul’a gelmişler, Moyal Robert Kolejde hocalığa başlamış, can dostu Thomas ise İstanbul’dan ayrılıp Filistine iltica etmiş. Bizim Hayfa’dan geçeceğimizi bilen hocamız bize Thomasın adresini ve öğretim görevlisi olduğu Technikum Üniverstesindeki telefon numarasını ve kendisine verilmek üzere biraz para verdi. Bir gün önce Beyrut’dan kendisini telefonla aramış ve trenimizin geliş saatini kendisine bildirmiştik. Thomas bizi otele yerleştirdikten sonra öğle üzeri bizi gelip alacağını ve şehri gezdireceğini söyledi.
Hayfa çok güzel bir şehir. Rehberimiz Profesör Thomas otelin önünde kutu gibi, içine sekiz kişi alan bir taksi için pazarlık yaptı, hepimizden ikişer dolar aldı, şehri bütün gün dolaşmak üzere anlaştık. Önce Mt. Carmel dağının eteklerinde yapımına devam edilen Bahai bahçelerine çıktık. Dağın eteklerine basamak, basamak teraslarla çıkıyorsunuz. Bahçelerin her iki tarafına çam ve palmiye ağaçları dikilmiş, düzlüklere ise çiçek bahçeleri yapılmış. O kadar güzel bir manzara var’ki kendinizi sanki Babil bahçelerinde zannediyorsunuz. Arkanızda Galilee dağlarının dumanlı tepeleri, aşağınızda Akdenizin masmavi suları. Beyaz köpüklü dalgalar durmaksızın sahile vuruyorlar. Parkın başladığı en alt noktada, buradaki binalara benzemeyen taş bir bina var. Thomas’a bu binayı sordum, bana hikayesini anlattı. Bu binada parka adını veren Bahai dinin kurucusu Bahaullah’ın mezarı varmış. On dokuzuncu yüzyılda İran’da yaşayan Bahaullah’ın öncülüğünü yaptığı bu din, cihanşümul bir anlayışla aslında bütün dinlerin bir olduğunu, Hazreti Musa, Hazreti İsa ve Hazreti Muhammet’in değişik zamanlarda insanların değişen sosyal durumları nedeniyle Tanrı tarafından görevlendirildiği, ama aslında hepsinin amacının tek bir din olduğu inancında imiş. Bahullah önce İranlılar tarafından hapse atılıyor, sonra Edirne’ye ve Osmanlılar tarafından da Filistinde Akre’ye sürgüne yollanmış, öldükten sonrada oğluna vasiyet ettiği bu tepenin eteklerine gömülmüş.
Aşağıdaki limanda dikkati çeken bir başka şeyde kıyıya yakın bir yerde kapkara bir gemi batığı idi. Bu geminin ne gemisi olduğunu ve ne zaman battığını sorduk Thomas’a .
Çok acı bir hikayedir dedi. Biliyorsunuz Hayfa şehri ve limanı İngilizlerin mandası altında. Burada şu anda 66 000 Yahudi yaşıyor. Çoğuda Hadar Hacarmal bölgesinde. Birazdan gezince göreceksiniz, binaların çoğu Alman tipinde, kimi Rusya’dan kimi Almanya’dan kaçıp buraya gelmiş mülteciler yapmışlar bu evleri. Ama İngilizler bu şehre artık tek bir Yahudi mülteci sokmamak için kararlı. İki yıl önce Patria gemisi Nazi Almanyasından kaçan 1800 Yahudi mülteci ile Hayfa’ya geliyor. Tabii gemidekilerin şehre giriş izinleri yok. İngilizlerin niyeti gemiyi buradan alıp Afrikanın güneyindeki Mauritius adasına yollamak. Filistinde yer altında faaliyet yapan Yahudi organizasyonu Haganah geminin limandan ayrılmasını önlemek için elinden geleni yapıyor. Ama İngilizler gemiye her mülteci için neredeyse bir İngiliz askerini muhafız dikmiş. Bunun üzerine bizim Yahudi organizasyonu gemiye bir bomba yerleştiriyor. Maksat geminin makina dairesini tahrip edip yola çıkmasını önlemek. Ama yanlış bir hesap neticesi infilak istenilenden çok büyük oluyor ve gemi içindeki yolcularla birlikte batmaya başlıyor. Tabii hemen limandaki diğer gemilerden kurtarma ekipleri geliyor ama neticede 270 mülteci ölüyor. Harp kötü şey, kıyılarımıza gelmesin diye her gün dua ediyoruz. Ayda bir gidip yiyecek karnemizi alıyoruz. Çocuklara haftada bir yumurta yedirebilirsek ne mutlu bize.
Bıraksak Thomas anlatmayan devam edecekti,
“istersen artık buradan inelim de Technikum Universitesine gidelim”
diyerek araya girdim, altı arkadaş merdivenlerden aşağıya taksinin, Bahai mabedinin yanında bizi beklediği alana indik.
Technikum Üniversitesini gezme isteğimiz buranın 1912 yılında İstanbul dışında Osmanlı topraklarında açılan ilk Müspet Bilimler, Mühendislik ve Mimari eğitim veren üniversite olmasından geliyor. Mount Carmel dağının eteklerindeki Üniversite binasının muhteşem bir görünüşü var. Bina İslam mimarisi ama sanki pencereler size Avrupa’da bir binayı gördüğünüz izlenimini veriyor. Thomasın anlattığına göre burası İranın Firuz Abad sarayı örnek alınarak yapılmış. Merdivenlerden çıkıp kemerli girişten palmiye ağaçlarının olduğu bahçeye giriyorsunuz. Bu bahçeye ilk palmiye ağacını 1923yılında üniversiteyi ziyaret eden Albert Einstein dikmiş. Profesör Thomas kapıdaki İngiliz nöbetçilerle konuştu, bizim Boston’a MIT Üniversitesine gideceğimizi anlattı, pasaportlarımıza bakan subay yanımıza bir asker vererek içeriye girmemize izin verdi. Tahta trabzonlu mermer merdivenlerden çıkarak bir saat kadar binayı, laboratuvarları ve dershaneleri gezdik. Sonra tekrar taksimize binerek limana indik.
Öğleden sonra Limanı ve şehrin en büyük caddesi Allenbee’yi gezdik. Hava sanki bir bahar günü gibi günlük güneşlikti. İnsanlar harbin sıkıntılarına rağmen başlarında hasır şapkalar, ellerinde şemsiyeler caddelerde tur atıyorlardı. Yanımızdan bazen kısa pantolonlu İngiliz askerleri geçiyor ve bizi dikkatle süzüyorlardı. Faytonlar, palmiyeler bana sanki İzmirde Kordonboyunda olduğumuz izlenimini veriyordu. Bir Cafe de oturup hep beraber birer bira içtik. Yan masada mavi gözlü, kıvırcık kızıl saçlı, beyaz tenli iki kız bize bakıp gülücükler atıyorlardı. Keşke burada biraz daha vaktimiz olsa diye düşünürken Hayri gitti kızlarla konuşmaya başladı sonrada” siz beni bırakın ben otele gelirim”, diyerek yan masaya geçti. Akşam üstüne doğru Thomas’la vedalaştık, adresini alarak kendisine Amerika’dan muhakkak yazacağımızı söyleyerek beş arkadaş otelimize döndük.
To be continued
CAIRO(KAHIRE)
Cairo Pictures H.Özmeral Archives
BY THE GREAT PYRAMIDE GIZZE
HAMZA OZMERAL ON LEFT
OZMERAL AND FRIEND WITH A BEDOUIN
KHARTOUM(HARTUM)
CONGO(KONGO)
ACCRA(AKRA)
NATAL
BRASIL JUNGLE
TRINIDAD
MIAMI
BOSTON
THE JOURNEYMEN AT MIT,1944 WITH SLIDE RULES IN HAND
M.I.T. CLASS OF 1944 LOGO
1944 TURKISH NAVAL GRADUATES, H.OZMERAL: B. 3rd from R.
This article is dedicated to the memory of my Father HAMZA ÖZMERAL and the following Graduates of the 1944 Class: