Bazen arkadaşlardan gelir, bazen internetdeki gazetelerde görürsünüz, kimi zamanda Facebook’da. Eski İstanbul resimleri: bundan elli, altmış, yüz yıl öncesinin resimleri. Şık giyinmiş İstanbullular, bazen Beyoğlunda yürürler, bazen püfür püfür esen rüzgarda uçan saçları ile bir vapurun üst güvertesinde otururlar. Beylerde Panama şapkalar, hanımlarda güzel tayyörler. Manzara resimleri de böyle güzeldir: sararmış siyah beyaz fotoğraflar renklendirilince, yerdeki arnavut kaldırımı, köşebaşındaki çeşme, baştaki fes, mezarlıktaki servi ağacı bir daha renkli ve bir daha güzel gelir bize.
Derin bir “aah” çekeriz, “aah eskiden İstanbul ne güzeldi, insanlar ne kibar ve şık giyimliydi” diye. İşin gerçeği öylemidir acaba? İstanbul o zamanda güzel olmasına güzeldir ama, sokaklar muntazam, insanlar hep şık giyimli ve kibarmıydı acaba? Geçenlerde bana gelen bir iletide bu yüzyıl başında Weil isimli bir psikologun insanları ayırdığı sınıflardan bahsediliyor. Birinci sınıf insanlar birinci sınıf insanlarla, ikinci sınıf insanlarda üçüncü sınıf insanlarla görüşüp arkadaşlık ederlermiş. Bana bunu ileten arkadaşta zannederim beni birinci sınıf insanlar kategorisine koyduğundan bu iletiyi yapmış olmalı. “ Merci beaucup”, ama ben bu sınıf ayırımına pek değer vermiyorum.
İnsanları sınıflara ayırmak 1960 lardan itibaren tedavülden kalktı. Amerikada zenciler beyazların otobüslerine binemezdi o tarihlere kadar. Hiç unutmam; 1980 de New Orleansın ünlü Canal Streetdeki Mason Blanche Mağazısında gördüğüm, tarihi değerinden dolayı antika gibi saklanan, “negros” ve “whites” diye zenci ve beyazları ayıran mermer W.C.levhalarını. Bizim çocukluğumuzdaki İstanbulda’da toplu taşıma araçlarında sınıflara göre bir ayırım vardı. Bu ayırımın nedeni cildin rengi değil, cebindeki paranın miktarı ile igili idi. Banliyö trenlerinde ikinci sınıf koyu yeşil deri koltuklu vagonlardan, üçüncü sınıf da tahta sıralı koltuklu vagonlardan oluşurdu. Mukava kalınlığındaki biletlerde mevkiye göre yeşil yada sarı renkli olurdu. Şehir hatları vapurları da aynı şekilde, ikinci ve üçüncü sınıf diye ikiye ayrılmıştı. Nedense birinci sınıf yoktu! Ama vapurun üst kattaki kıç güvertesine girebilmek için, ikinci sınıf bileti almanızın yanında, birde bu camsız açık hava salonunu dolaşan biletçiden ilave bir bilet almanız gerekirdi. İşte bizim eski resimlerde gördüğümüz Panama şapkalı beyler ve saçları rüzgarda uçuşan şık giyimli hanımlar çoğunlukla burada otururdu, yani birinci sınıfda.
Eskiden insanlar günümüze göre daha derli toplu giyinirdi. Erkeklerde frenk gömleği, ceket pantolon, hanımlarda etek, bluz, tayyör.Bu giyim tarzı İstanbul’a inilirken hatta mesireye gidilirken bile olağan giyimdi. Futbol maçlarında bile kravatlı beylere rastlamak mümkündü, ama o zamanlar Londra’nın ünlü Wembley stadyomunda porselan fincanlarla çay servisi yapıldığı zamanlardı. Şimdi öylemi, Amerikada bazı büyük şirketler kravatı tamamen kaldırdı. Siz Steve Jobs’un hiç kravatlı resmini gördünüzmü? Şimdi parası olanlar designer elbiseleri giyiyor, ama olmayanda çatmasını alıyor. Sonuçta ortaya tek tip bir görüntü çıkıyor. Kapalı giyime gelince, benim çocukluğumda, şimdi türban denilen baş örtüsü türü çok nadirdi. Babaannemin başı hep kapalıydı: evde saçlarını kısmen açık bırakan yemeni, namaz kılarken beyaz, sokakta ise siyah baş örtüsü kullanırdı. Anneannemin uzun saçları yaşamı boyunca hep açıktı. Semtine göre: örneğin Üsküdarda, Fatihte çarşıya, pazara giden kadınlarda baş örtüsü ve manto, Eyüp Sultan’da carşaflı kadınlar çogunluktu. Beyoğlunda, Nişantaşında, Moda’da ise tayyörlü, kürklü, şapkalı ve uzun topuklu pabuçlu hanımlar olağan, diğerleri istisna idi. Ama o zamanlar ne aşırı açık giysiler ne de designer tipi kapalı giysiler vardı. Her şey sanki daha bir kıvamındaydı. Bugün kapalı giysilerin çoğalmasından şikayet eden çogu kişi, kadınların en büyük gazetelerde devamlı bir şekilde istismar edilmesine hiç bir şey demiyor. Deniz mevsimi başlayınca paparaziler ünlülerin denizden çıkarken selilüt avına çıkmasına ve ana sayfaları çıplak kadın resimleri ve sex konulu tabloitları ile doldurmasına hiç bir şey demiyorlar. Ama devir böyle, devran dönüyor, herkes kanıksamış, en saygın yazarlar bile mecburen bu resimlerin yanında köşe yazılarını yazıyorlar. Eskiden öylemiydi, gazetelerin haberleri ve resimleri ayrı, şimdi isimlerini unuttuğum ve her genç gibi benimde merakla okuyup resimlerine baktığım Ses gibi, Yelpaze gibi birçok tabloit mecmuaların yeri ayrıydı. Tabii sözümüz çizgisini hep koruyan Cumhuriyet gazetesinin haricinde.
ARA'NIN ANLATTIGI MAGIRUS
BIZIM OKULUN SOKAGI
ANKARA'DA MAC SEYIRCISI
İstanbulun eskiden güzel ve romantik olduğu kadar, büyük bölümünün ne kadar gerçek ve ne kadar fakir olduğunu ancak Ara Gülerin siyah beyaz fotoğraflarınan anlarsınız. Çarpuk çurpuk sokaklardaki at arabaları, hamallar, çıplak ayaklı çocuklar, evden eve asılan çamaşırlar. Ben lise yıllarımda Haliçte hiç vapurla gezmemiştim. O zamanlar Haliç çamur renginde idi ve çok pis kokardı.Kadıköy tarafında oturanlar Kurbağalı Derenin kokusunu herhalde hatırlarlar. Çocukluğumdan hatırlarım, İstanbul valisi Mümtaz Tarhan sokağa tükürenlerden 1 TL ceza keserek, çevreye duyarsız vatandaşları terbiye etmeye kalkmış ama başaralı olamamıştı. Bir başka Ara, Parisli dostum Ara Kebabçıoglu bakın o günlerdeki otobüsleri iki ayri yazıda nasıl anlatmış:
Biz o zamanlar (1955-1971) Feriköy'de otururduk, ve konservatuvara gitmem ve bilhassa dönüşler çok zahmetli olurdu. Bazı otobüslerde egzost gazlarının yarısı kabine girerdi. Şoförün yanında kocaman kek şeklinde motorun mekanı olurdu, oturacak yer bulamayan biz çocuklar da o sıcak saça ilişirdik.
I used to go from St. Michel (Osmanbey) or later from St. Benoit (Karaköy) to the Conservatory that was in Cemberlitaş in those years; Torture, it was. The bus was full like a "can of sardines" as your brother puts it, and half of the axhaust gases came into the cabin. I would sometimes sit on the engine's hood just next to the driver, but sometimes, I was squeezed between lahmacun-smelling passengers. I can tell you about so many details in the bus, the view through the windows, rain, mud and cold outside. .................Those were the days...
Bütün bunları neden yazıyorum? Ben nostalji meraklısı bir insanım. Acaba bende çoğu kişi gibi eskiyi, eski İstanbulu fazlamı abartıyorum yazılarımda? Eskiden Kocamustafapaşadaki ramazan pidesinin kokusu, yüksek kaldırımdaki turşu suyunun tadı, Kısıklıdaki muhalebicideki keşkülün lezzeti, kara trenin gözüme kaçan dumanın isi, dolmuşların içi, tramvayın rutubet kokan sahanlığı, Şeref stadının çamuru, sokaktaki at pisliklerinin kokusu, köprü altında gazete kağıdına sarılan balık ekmeğin lezzeti, ceşmeden akan suyun tadı, vapurların bodrum katı, o kadar da mı güzeldi? Acaba ben onlarımı özlüyorum, yoksa geçip giden günlerimimi? Kimbilir!... O zamanlar ne televizyon var, nede internet. İstanbullu’nun en büyük eğlencesi hafta sonları, otobüse, trene ve vapura atlayıp mesire’ye gitmek. Beykoz çayırında mısır yemek, Emirganda çay içmek, Kanlıca da yoğurt kaşıklamak, Çamlıca tepesinden mehtabı seyretmek, Hünkar suyunda salıncak kurmak, akşamada uzun bir yolculuktan sonra yorgun argın eve kapağı atmak.
Şimdi İstanbulun sokakları tertemiz ama, köprülerde trafik bir facia, yolların bir bölümündede devamlı inşaat ve yeniden yapılanma var. Eskiden yokmuydu sanki ? 1950 lerden itibaren bir istimlak furyasıve çarpık bir şehirleşme başladı. O etrafında tramvayların döndüğü fıskıyeli havuzlu Beyazıt Meydanı tam dört defa köstebek yuvası gibi kazıldı ve tekrardan yapıldı. Aksarayın altından üstünden yollar geçti, “Haşim İşçan geçiti” dendi yerin dibine inildi. Karaköy meydanınında dibine girilip tarihi Tahta Camii dahil birçok eski eser katledildi. Anlayacağınız bugün İstanbullunun çektiği çile eskidende fazlası ile vardı. Barikatların üzerinde cambazlık yaparak yağmur altında, çamur içinde Karaköy meydanından Bankalar caddesine yürüdüğümü hep hatırlarım. Sonra E-5 ler çevre yolları, Boğaz köprüleri falan, filan. 1985 de on yıllık bir aradan sonra İstanbul’a ilk defa geldiğimde hayretler içinde taksi ile geçtiğimiz yerleri tanımaya çalışmıştım: “ aaa bu yolun altında kalan Aksaray Valide Camiimi ? aa yol Ali Sami Yen stadının neredeyse üzerinden geçiyor” diye.’
BALIK EKMEK DÜN
BALIK EKMEK BUGÜN
Günümüzün İstanbul’u koskaca bir metropol. Anadolunun insanı köylüsüyle, esnafı ile,fakiri ile zengini ile gelmiş İstanbul’a yerleşmiş. Gelirken de adetlerini,renklerini, yemeğini, yaratıcılığını beraberinde getirmiş. Herkes kendine bir iş tutturmuş, su satıcılığından, kebab lokantasına, simit satıcılığından, taksi şöförlüğüne. Anadolunun uyanık esnafıda zamanla palazlanmış, büyümüş, İstanbul dükalığının hakimiyetine son vermiş. Ticareti, borsayı, ithalatı, ihracatı artık onlar yönetiyor. Türkiyenin beşte bir nüfusu İstanbul da yaşıyor. Belediyelerin yükü ağır, sosyal hizmetler, ulaşım, sağlık hizmetleri, temizlik. İnsanlar bir taraftan, Marmaray tüp geçit ve üçüncü köprüye itiraz ediyorlar, bir taraftanda trafiğin o inanılmaz çilesini çekiyorlar. Acaba dünyanın hiçbir Metropolünde İstanbuldaki kadar taksi varmıdır? Halbuki bizim gibi dışarıdan gelip toplu ulaşım araçlarını kullananlar bilir, İstanbulun mükemmel bir toplu taşıma sistemi var. Deniz otobüsünde, metrobüse, vapurundan, trenine, hepsi eskisine oranla çok daha modern, çok daha temiz. İstanbulda bence öyle bir gün gelecekki şehir içine girmek özel otomobillere ya yasak olacak yada o kadar pahalı olacakki çok az kişi buna cesaret edecek.
Ben bir türlü karar veremiyorum eski İstanbuldamı yaşamak güzeldi yoksa şimdiki İstanbulda’mı diye. Galiba eski İstanbul‘da yaşam daha güzeldi, ahşap evleri, tramvayları, boğazdaki yalıları, yeşillik alanları, kırları, köprüsüz ve trafiksiz Boğazi ve deniz üstündeki tek ulaşım aracı vapurları ile. Ama yaşam dahamı kolaydı, yaşam kavgası dahamı azdı, sokaklar dahamı temizdi, sağlık ve ulaşım hizmetleri dahamı iyiydi, sınıflar arasındaki ayırım dahamı azdı derseniz size aynı cevabı veremem. Bana öyle geliyorki biz “ Eski istanbullu”diye kendimize paye verirken aslında bilmeden gençliğimizi arıyoruz ve o günleri şimdiki gençlere anlatırken kendi yaşadıklarımızı hep pembe gözlüklerle sunuyoruz . Kısacası gençliğimizde geçen günleri özlüyor birazda bu nedenle eski İstanbulda geçen ve olan herşeyi şimdikinden daha güzel görüyoruz. Eminim şimdiki nesillerde kendi çocuklarına ve torunlarına ileride zamanlarının İstanbulunu aynı şekilde anlatıp ikibinli yılların İstanbulunun ne kadar kusursuz ve güzel olduğunu söyleyeceklerdir.
Cem Özmeral 13 Temmuz, 2012 Dublin, Ohio
Bodrumdan Istanbullite'a devamlı katkı yapan arkadaşımız Dr. Ertan Telhan paylaşmış
Yıl 1964, lise üçüncü sınıftayım. Arkadaşımızın yolladığı video beni o yıllara götürdü. Marc Aryan'ın parçası da çok nostaljik. Fransız ekolünden Sylvie Vartan, Charles Aznavur, Enrico Macias, Adamo, Dario Moreno ile yatıp kalktığımız yıllar. İstanbul'un tarihi yerleri, tabii güzelliği hep yazılır çizilir de, onun insanı, onun İstanbullusu bu kadar mı güzel anlatılır? Videoda biraz Ara Güler havası var ve sanki ve benim geçenlerde yazdığım Özlenen Eski Istanbulmu yazısına da cuk oturmuş gibi.
MAURICE PIALAT'IN 1964 YAPIMI ISTANBUL FILMINDEN ALINTIDIR