Ekim sonunda bir akşam üstü Altıyoldan Bahariye’ye doğru yürüyorum. Bir saat sonra Kuşdilinde ofisi olan liseden arkadaşım Hüseyin ile buluşacağız, amacım Moda’ya kadar giderek biraz vakit öldürmek. Eski Opera sinemasının bulunduğu pasajın önünden geçiyorum içim burkularak. Aslında buranın alış veriş merkezine dönüşümü benim Amerikaya ilk geldiğim yetmişli yılların başlarında olmuş. Nasıl unuturum bu sinemayı. En fazla beş yaşındaydım, Anneannem ve Dedem beni elimden tuttular ve Küçükyalı’dan trene binerek Haydarpaşaya geldik. Herhalde oradanda bir fayton ile Kadıköye. İnsanların şık giyindiği yıllar ; takım elbiseler, fötür şapkalar, tayyörler. Benim üzerimde lacivert bir denizci elbisesi var, kısa pantolon, altın renkli düğmeli lacivert ceket, beyaz gömlek, rugan beyaz iskarpinler. Nasılmı hatırlıyorum? Dönüşte ceketimi trende unutacağız ve onu kaybettiğime günlerce üzüleceğim ve bu olay belleğimden hiç çıkmayacakda, ondan.
Bugün hayatımda ilk defa sinemaya gidiyorum. Opera sineması bu yakanın hatta Türkiyenin en lüks sineması. 1938 yılında Abdülhamitten kalma bahçeli bir konağın yerine yapılmış ve kısa zamanda getirdiği Amerikan filimleri ile ün yapmış. Rita Hayworthlı, Gary Cooperli, Spencer Tracey’li yıllar. Tabii beş yaşında bir çocuğun bunlardan haberi yok. Bütün bildiği ilk defa bir sinema filmi göreceği.
Sanki bir film şeriti gibi hala aklımda. Dedem cam pencerenin arkasındaki çalışana: “iki büyük, bir çocuk” diyor ve zincirli cep saatinin altındaki cepten para çıkarıyor. Gişedeki memur çocuğun kaç yaşında olduğunu soruyor. Dedem “altı” deyince, adam paso’mu istiyor. Tabii ben ne altı yaşındayım ne de daha okula gidiyorum. Böyle lülks sinemalara altı yaşından küçük çocukları almıyorlar. Çaresiz üzülerek oradan ayrılıyoruz, sonra ne yapıyoruz, hiç hatırlamıyorum.
Opera-Onur Çarşısından yukarıya Bahariyeye doğru yürüyorum. Yukardan aşağıya yanımdan kırmızı bir tramvay geçiyor. Üstündeki boynuzları ve rengi hariç hiçde eski tramvaylara benzemiyor, önünde kocaman bir yazı var: AVEA. Yolun her iki tarafında butikler, mağazalar ve pastaneler var. Mağazalardan çok, iştahımı kabartan pastane vitrinlerine bakıyorum. Bir saat sonra arkadaşlarla buluşup yemek yiyeceğiz ama acaba küçük bir pasta yesem mi? Sol tarafımda kaldırımda taştan tarihi bir kemer kalıntısı dikkatimi çekiyor, hemen arkasında camekanlar içinde modern bir bayan giyim mağazası var. Mağazanın önünden Süreyya Sinemasına doğru genç bir kadın yürüyor: kırmızı pantolan, gri bir ceket, ceketin içinden beyaz fanila dışarı sarkmış, kolunda bej rengi büyük bir deri çanta, yukarıda sarı saçlar topuz yapılmış, üstünde cambaz mahareti ile yürüdüğü apartman ayakabılar gök kuşağı gibi rengarenk desenli.
Süreyya Sinemasının önünde karşı kaldırıma geçerek şimdi Devlet Operası olarak hizmet veren bu Art-Deco tipi güzel binanın birkaç resmini çekiyorum. Aslında bu bina Opera sinemasından da önce ,1927 de yapılmış. Süreyya İlmen Paşa Champs Elysee de ki Paris Tiyatrosu’ndan çok etkilenmiş ve bir benzerini Operet binası olarak hizmet vermek üzere inşaa ettirmiş. Ne varki sahne ve müzik düzeni tam olarak operet oynamaya uygun olmadığından burada önceleri tiyatro oyunları sergilenmiş. Sonra da müzik düzeni sinemaya uygun hale getirilip Süreyya Sineması olarak uzun yıllar hizmet vermiş. Hatta Nazım Hikmet’in babası Hikmet Bey de sinemanın ilk menejeri imiş. Bizim lise ve üniversite yıllarındaki bu bina ile olan aşinalığımız da binanın bu sinema yıllarından geliyor. İçi hala gözlerimin önündedir. Giriş katında bronz bir kadın büstü vardır. Mermer salondan kırmızı halılarla ikinci kata çıkılır. Sinemanın içinde kırmızı ve altın renkleri hakimdir. Salonun üç duvarıda boydan boya localarla çevrilidir. Kristal avizeleri ve tavanın üzerindeki, at arabaları ve melek resimlerini ve çiçek desenlerini hatırlıyorum. Süreyya Bey güzel sanatlara meraklıdır, Kadıköy yakasında yaşamış olanlar hatırlarlar, Süreyya plajınin duvarlarında mayolu kadın kabartmaları ve plajin önünde yüzme mesafesinde Batıda örneklerine rastlayacağınız bir bakireler tapınağı vardı. Süreyya sinemasının cephesinde de pencereler arasında dört kadın heykeli ve çatı kısmında simetrik iki melek ve üzerlerindede dört aslan büstü vardır.
Süreyya sinemasına lise yıllarında defalarca gitmişimdir. Ama bu sinemanın unutamadığım anısı Üniversite yıllarıma rastlar. Yaz aylarında babamın çalıştığı şirketin Gebzede ki kampında genç bir kızla tanışırım. Kızın omuzlarına düşen kestane rengi saçları, bembeyaz dişleri ile hep gülümseyen yüzü ve hafif şehla bakan kahverengi gözleri vardır. Kız benden dört yaş büyüktür ama içime bir ateş düşer. Bu ateş bana cesaret vermiş olmalı ki onu bir kamp gecesi dans'a kaldırırım ve kendisine Kadiköyde beraber sinemaya gitmeyi teklif ederim. Naylan teklifimi olumlu karşılar, ertesi günü atladığımız gibi banliyö trenine Kadıköye ineriz. Onun üzerinde lacivert bir etek, eflatun renkli uzun kollu bir bluz ve siyah beyaz alçak topuklu ayakabılar vardır. Nasıl hatırlarsın dersenız hatırlarım işte, o mor ve eflatun renkleri sever.
Süreyya sinemasında İkinci dünya savaşını konu alan “En Uzun Gün” filmi oynamaktadır. Film ismi gibi uzundur. Ama ben hayatımdan hoşnutumdur. Bu platonik ilişkide ne bir el tutma nede daha başka bir şey vardır. Onu yanımda hissetmektir asıl olan. Bu opera binası olarak yapılan binada o gün opera seyretmemişizdir, ama o kış Ankarada iki kere operaya gideriz beraber. Sonra benim doğum günü partime gelişinin ertesi günü bir telefon gelir. Naylan bana yakında nişanlanacağını söyler. O yaz evlenmeden önce Gebze kampında son bir kere daha görüşürüz ve bu yaz aşkı da kalbimde küllerini bırakarak noktalanır.
Bahariye’yi geçtim Modaya doğru Asım Gündüz Caddesinden yürümeye devam ediyorum. Sağ tarafımda çok güzel eski bir kilise var. Rum ortodoks kilisesi olduğunu tahmin ettiğim binanın fotoğrafını çekmek istiyorum ama kilisenin bahçesindeki ağaçlar o kadar yüksek ki, binayı bir türlü soyutlayamıyorum. Hava yavaştan kararmaya başladı, bu defa yanımdan gri renkli bir AVEA tramvayı geçiyor. Modaya doğru yürüdükçe , sanki insanların kıyafetleri bile giderek değişime uğruyor. Sokak lambasının altında yüksek topuklu ayakabılı, blucinli bir kadın elinde küçücük beyaz köpeğinin zinciri, bir arkadaşı ile konuşuyor. Kadının diğer elinde içi boş plastik bir poşet var. Dr. Esat Işık Caddesi’nden sola dönüp aşağıya doğru yürüyorum. St. Joseph lisesinin demir parmaklıklı kapısına gelince ister istemez aklıma eşim Sitarenin genç yaşta kaybettiğimiz sevgili kuzenleri Tahir ve Leyla geliyor. Tahir St Joseph mezunuydu, Moda da Deniz kulubünde ne güzel anılarımız vardı onlarla . Aşağıya kadar insem, Moda caddesi’nden iskeleye kadar gitsemmi acaba? Ama vakit dar, hele köşedeki Eyfel pastanesinde kendime bir ”treat” vermek istiyorsam?
Eyfel pastanesi köşebaşında butik bir pastane. Camdan içeri bakınca, camekanlı teşhir dolabı içindeki çukalatalı pastalar, çilekli kekler, kremalı turtalar, kurabiyeler, poçalar adeta “gel ve beni ye” diyor. Dayanamayıp içeri giriyorum. Öğrenci olduğunu tahmin ettiğim genç bir kız beni güleryüzle karşılıyor ve pek de alışık olmadığım bir öz güven ve servis anlayışı ile ürünler hakkında bilgi veriyor. Bir piramit pasta ve çay alarak küçücük salondaki duvar dibi masalardan birine oturuyorum. Cam kenarında genç bir çocuk önündeki diz üstü bilgisayarda bir şeyler yazıyor.
Çayımı içerken cep defterime notlar alıyorum. Belki’de eski sinemalarla ilgili bir yazı yazarım diyorum kendi kendime. Orta okulda leyli okurken hafta sonları dayımların ve anneanemin yanında Küçükyalıda geçirdiğim günler aklıma geliyor. Bostancıda ismini unuttğum bir sinemada Türk filimleri seyretmeye giderdik. Sonra defalarca gittiğim ve 1959 yılında Küçükyalıda aniden çöken Neşe sineması aklıma geliyor. O kahredici gün sinema’da Marlon Brando nun "The Tea House of the August Moon"filmi oynuyor ve insanlar film seyrederken bir anda tavan üzerlerine çöküyor. Kırka yakın talihsiz kişi ölüyor. Bu kadar insanı alacak bir mezarlık aranıyor yakında. Küçükyalıda Ankara asfaltı civarında bir tepede karar kılınıyor. Cenazalerin banliyölarda at arabaları ile taşındığı yıllar. Bugün bir şehir gibi olan Küçükyalı mezarlığının başlangıcı da böyle işte.
Sonra 1963 yılında Küçükyalıda modern 63 sineması yapılıyor. Hiç unutamam, bekleme salonunun duvarında Üsküdardan Anadolu Kavağına kadar Boğaziçinin tablosu resmedilmişti. Bugün o sinema kalmadı ama, sinemanın bulunduğu semte 63 deniyor. O kadar çok gittiğim sinemalar vardıki o yıllarda, hangi birini yazsam ? Beyoğlu sinemaları, yazlık sinemalar, Ankara’daki sinemalar, hepsinin ayrı anıları ve filmleri var. Bütün bunları düşünürken saat almış yürümüş, randevüme on beş dakika var. Hesabı ödedim ve bu güzel pastaneden dışarıya çıktım. Hızlı adımlarla gerisin geriye Altıyola, oradan da sağa saparak Kuşdilindeki Toraman Han’a doğru yola çıktım.
Cem Özmeral 19 Nisan 2012 (Taylor’un Doğum günü) Dublin, Ohio