1960 yılı ve ondan sonra gelen birkaç yıl benim hayatımda iz bırakan ve geriye dönüp bakınca hep hatırladığım yıllardır. 27 Mayıs 1960 da darbe olur ve Demokrat Parti iktidarı devrilerek Cemal Gürsel’in başkanlığında Milli Birlik komitesi başa geçer. O sabah uyandığımızda biraz da beklenen bu haberi radyodan Alparslan Türkeş’in gür sesinden dinlemişizdir. Gene aynı yıl Beşiktaş futbol takımının sezon başında tamamen genç oyunculardan oluşturduğu takım rakiplerini geride bırakır ve şampiyon olur. Bu yılki FEDA sezonun’a benzeyen ve Milli Lig in ilk senesinde gelen bu şampiyonluk genç Beşiktaş taraftarlarının ileride hiç unutmayacağı bir başarıdır. Bu yıldan sonra ki bir kaç sene içinde olacak aktüel ve sportif olaylar uzun yıllar unutulmayacaktır. Bunlar içinde sportif alanda; 1960 Roma Olimpiyatlarında Türkiyenin güreşte yedi altın madalya alması ve aynı olimpiyatlarda Cassius Clay adında on sekiz yaşında genç bir boksörün ağır sıklette altın madalya ya sahip olması sayılabilir. Bu genç sporcu Amerika’ya dönüşünde profesyonel olacak ve ünlü ağır sıklet şampiyonu Sonny Liston’u devirdikten sonra dünya şampiyonu olacak ve Muhhamad Ali adını alarak müslüman olacaktır. Aynı yıllar Londra da kaküllü uzun saçları ve müzikleri ile gençlerin sevgilisi olan Beatles müzik alanında yeni bir devrin başlangıcı olacaktır. Uluslararası alanda önce Türkiyenin de çok başını ağrıtan ve Başkan Kennedy ile Khruchev arasındaki atışmalar ve Domuz Körfezi krizi, sonra Kennedy’nin Dallas da vurularak suikasta kurban gitmesi, Vietnam Savaşının başlaması, gençlerin tarihte toplu olarak ilk defa bir savaşa karşı isyan etmeleri, hippilerin zuhuru, hep bu altmış sonrası üç beş yıla rastlar.
Bu yıllarda Türkiye de Televizyon yoktur, hatta TRT de yoktur. haberler İstanbul ve Ankara radyolarından dinlenir. İhtilal öncesi her akşam Vatan Cephesin’e katılan vatandaşların adlarını dinlemeye alışmışızdır. Şimdi ise akşam haberlerini hep “Sanıklar getirildiler, bağlı olmayarak yerlerini aldılar, Mahkeme Başkanı Salim Başol...”diye başlamaktadır. Radyo dışındaki en büyük medya organı gazetelerdir. Gazeteler de resimler renksizdir ve bugünkü gibi magazin haberleri ve çıplak kadın resimleri ile dolu değildir, o tip resimlerin mecmuaları ayrıdır.Gazetenin önü politik haberlere, ortası makale ve diğer haberlere , arka sayfası ise spor haberlerine ayrılmıştır. Spor sayfasında Metin Oktay’ın attığı gol, fotoğrafın üstünde çizgi çizgi krokilerle çizilerek, pasın kimden geldiği ve kaleye nasıl gittiği gösterilerek resim edilir. Ön sayfada genellikle siyasi bir karikatür vardır. Darbe öncesi Ali Ulvi Cumhuriyette “uçtu uçtu sabık uçtu” diye bir politikacının kanatlanan karikatürü ile kehanette bulunur, ihtilal sonrası yıllarda Milliyette Turhan Selçuk Çoban Sülü ve İsmet Paşa karikatürleri ile günün politikacılarını ti ye alır. Cumhuriyette de İlhan Selçuk, Milliyette Çetin Altan sol görüşü ve iktidara baş kaldıran yazıları ile ün yaparken, Tercüman da Kemal Ilıcak, Milliyette Refi Cevat Ulunay muhafazakar okuyuculara, Cumhuriyette Burhan Felek ise aktüel ve hafif yazı sevenlere hitap eder. Bugün magazin haberleri dediğimiz haberler Yelpaze, Ses ve Hayat mecmualarında, hiciv ve siyasi eleştiriler Akbaba mecmuasından izlenir. Yelpaze mecmuası daha çok Esat Mahmut Karakurt gibi yazarların genç kızlara hitap eden aşk hikayeleri, Ses sinema haberleri ve artist resimleri, Hayat ise ciddi aktüel olaylar ve dünyanın başka köşelerinden haber ve resimlerle doludur. Bu yıllarda benim tek abone olduğum mecmua ise Beşiktaş Kara Kartallar mecmuasıdır.
Radyo ve Gazete dışında haber alabileceğiniz bir kanal daha vardır ki o da beyaz perdedir. Sinemalara yabancı filimler genellikle en az bir yıl gecikme ile vizyona girer. Türk filmlerinde Ayhan Işıklı, Belgin Doruklu, Göksel Arsoy’lu, Türkan Şoray’lı yıllardır. Sinema’da filimden önce önce reklamlar, sonra haberler gösterilir. Yassıada duruşmalarında, mahkeme salonundan görüntüler ve duruşmadan haberler verilir, sonra Eşref Şefik’in anlattığı Cassius Clay’in bir boks maçı ya da Halit Kıvanç’ın sesinden Türk Milli takımının yaptığı maçtan enstantaneler izlenir. Ama hepsi bu, ne televizyon, ne digiturk, ne internet, ne twitter, bütün haber kaynakları yukarıda saydığımız gazete sayfaları, radyo ve sinema perdesinden ibarettir.
Bu yazıyı yazmakta ki amacım aslında o yıllarda İstanbul’da yaşayan ve halk’a mal olan şehrin değişik birkaç tip insanını anlatmak. Bu değişik tipleri anlatmadan önce o günün haber kaynaklarını ve görsel medyasını anlatarak başladım ki okuyucu çoğunu görmediğim ama hikayelerini işittiğim kişilerle ilgili bilgileri nereden öğrendiğim hakkında fikir sahibi olsun. İsterseniz bu kişilere Türkiye de ilk banka soygunun yapan Necdet Elmas ile başlayalım.
NECDET ELMAS BİR İSTANBUL ŞEHİR EFSANESİ
NECDET ELMAS BİR İSTANBUL ŞEHİR EFSANESİ
1961 yılının sıcak bir Temmuz günüydü. Türkiyenin birçok büyük şehrinde olduğu gibi İstanbul’da hala sıkı yönetim vardı. Çemberlitaş’ta Buğday Bankasının önünde yeşil renkli, uzun kanatlı, 59 modeli bir Chevrolet durdu. Şoför arabada beklerken, esmer uzunca boylu, siyah gözlüklü, Douglas bıyıklı bir adam elinde bir torba ile içeri girdi ve vezneye doğru yürüdü. Bir iki dakika sonra elinde para dolu torbası ile çıkacak, yardım için bağıra bağıra dışarıya kaçan banka müdürünün arkasından havaya bir el ateş edip kapıda bekleyen Chevrolet’ye binerek gözden kaybolacaktı. Kimdi bu esrarengiz banka soyguncusu, sıkı yönetiminin polisle iş birliği yaptığı şu günlerde bu ne cesaretti ?
Banka soyguncusu, Ayhan Işık kadar yakışıklı, zeki, okumuş genç bir adamdı. Parasızlık belini büktüğünden Hukuk Fakültesi ikinci sınıfından ayrılmak zorunda kalmıştı. Kuyruklu 59 modeli Chevrolet markalı arabalar onun en büyük tutkusu idi. Yoksulluktan nefret ediyor, polisleri hiç mi hiç sevmiyor, kolay yoldan zengin olmanın hayalleri içinde yaşıyordu. O gün Çemberlitaş’taki soygun sırasında bankada çalışan veznedar kızlar polise genç adamın ne kadar yakışıklı olduğunu anlatmışlar ama polis bu sten tabancalı adamın kim olduğunu bir türlü tespit edememişti. Birkaç gün sonra gangster bu defa Çatalca’da bir benzin istasyonunu soyacak ve sonradan kendisinden şüphelenen bir polisin kafasına vurarak gene havaya ateş ederek tarlalar içinde gözden kaybolacaktı.
İlk soygunundan bir ay sonra 18 Ağustos 1961 günü kendine “gangbuster of Istanbul” adını veren gangster bu defa İstanbul Kazlıçeşme’deki İş Bankasının önünde siyah 59 modeli bir Chevrolet ile durdu. Siyah renkli, kanatlı Chevrolet’in direksiyonunda kendisi gibi Necdet adlı arkadaşı vardı. Bankadan içeri giren soyguncu,” kıpırdamayın vururum” diye bağırdı. O sırada bir işçi vezneden maaşını çekmiş cebine koyuyordu. “Ben işçinin parasını almam, koy onu cebine” dedi. Birazdan elinde 168 000 lira dolu torbayla dışarı çıktı ve siyah 59 Chevrolet ile Sarıyer’den Istıranca tarafına doğru gözden kayboldu iki soyguncu. Burada siyah Chevrolet’yi bir dere ağzına yuvarladılar ve gök mavisi renkli 59 Chevrolet ile ortadan kayboldular. Siyah arabanın da teyplerini, radyosunu, aynalarını, jantlarını sökerek polise araba hırsız izlenimi vermeyi ve hedef şaşırtmayı da ihmal etmediler.
Polis ve askeri idare ile kedi fare gibi oynayan gangster onları çileden çıkarıyor ama yoksulları kollaması, yakışıklılığı ve esrarengizliliği ile bir halk kahramanı haline geliyordu. 26 Ağustos günü Polis sonunda soyguncunun kim olduğunu buldu. Adamın adı Necdet Elmas’dı. Araba hırsızlığından 11 yıl hüküm giymiş, hapisten kaçmış ama polisle girdiği çatışmadan sonra tekrar içeri tıkılmıştı. Bu defa hastaneye sevk izni çıkarmış, yolda jandarmayı Emirgan’da iki kadeh rakı içmeye ikna etmiş ve tuvalet penceresinden kaçarak hürriyetine kavuşmuştu. Hukuk fakültesinden ayrıldığından kanunları ve adli usulleri iyi biliyordu. Üç oğlundan birini kansere kaybetmiş, öbür ikisini en iyi şekilde büyütmek, yurt dışında okutmak için hapisteyken kesin kararını vermişti ; banka soyacaktı. Polis aynı gün Salacak’ta Necdet Elması arabası ile kıstırdı. Ertesi gün gazeteler Necdet Elmas’ın Chevrolet’sini yaktıktan sonra 700 kişilik polis ve asker kordonunu yararak kaçtığını yazdılar. Efsane devam ediyordu.
Sıkı Yönetim komutanlığı şehir efsanesinin yakalanmasına yardımcı olana 100 000 TL ödül vadediyordu. Necdet Elmas tekne ile yurt dışına kaçmanın planlarını yaparken, ortağının bir akrabasının ihbarı üzerine Darıca’da saklandıkları evde polis ve askerler tarafından kıstırıldı. Evin üzerinde askeri helikopterler uçuyordu. Şehir efsanesi yakalanacağını anlamıştı, polise teslim olmayacağını ancak bir albayın kendisine teslim olacağını söyledi . Kendisini teslim alan Albaydan son bir ricası vardı. Sakalları uzamıştı, tıraş olmak istiyordu. Sinek kaydı tıraşını oldu, saçlarını taradı, üzerine beyaz temiz bir gömlek geçirdi ve Albay’a “hazırım” dedi. Şehir efsanesini önce şubeye götürdüler çaldığı paraların önünde gazetecilere verilecek resimlerini çektiler.
Necdet Elmas banka soygunculuğundan yirmi sene hüküm yedi ve uzun yıllar Sultan Ahmet Cezaevinde yattıktan sonra aftan yararlanarak tahliye oldu. Hapisten çıktıktan sonra gene bir efsaneye yaraşır şekilde ortadan kayboldu. Oğulları Beşiktaş’ta uzun yıllar bir büfeyi işlettiler. Gazetelerde o günden bugüne hakkında çıkan tek haber Salacak’ta göründüğü ve bir araba kazasına adının karıştığı oldu. Gene efsaneye göre bugün Ereğli’de kimsenin bilmediği bir yerde, seksen yaşını üzerinde mutlu bir hayat sürüyor ve belki hala kuyruklu 59 modeli Chevrolet’lerini düşünüyor.
DOLANDIRICILAR KRALI OSMAN ZİYA SÜLÜN : SÜLÜN OSMAN
OSMAN ZİYA SÜLÜN : “SÜLÜN OSMAN”
1960 lı yıllarda hikayeleri dilden dile dolaşan bir başka efsane de dolandırıcılar kralı Sülün Osmandır. Zannederim Sülün Osmanın dolandırıcılıktan başka mesleği yoktu, yahut o dolandırıcılığı kendine meslek edinmişti. O yıllar Anadolu’dan İstanbul’a yeni gelen saf vatandaşlar da Osman beyin müşterileriydi. Bir adam düşünün ki Galata Kulesini, İstanbul Üniversitesinin bahçesini, tramvayları, vapurları, meydanlardaki saatleri insanlara senet vererek satıyor ve sonra ortadan kayboluyor. Sokaktaki adamın yüzüne bakınca, onun saf olup olmadığını hemen anlama gibi bir becerisi var Sülün Osmanın. “Her insan okuyamaz ama ben bir bakışta insanların alnındaki yazıyı okurum, bazılarının alnında enayi yazar” diyen dolandırıcılar kralı, genellikle şehrin kabalık yerlerini kendine mekan seçermiş. Buralarda bir köşeye çömelip sabit bakışlarla satacağı kuleye yahut araçlara bakarmış. Çok geçmeden de “nereye bakıyorsun:” diyen meraklı bir vatandaş yanına yaklaşınca balık oltaya takılırmış. Örneğin, “tramvaylarıma bakıyorum, nasıl gidip geliyorlar, vatmanlar iyi çalışıyorlar mı, yolcular memnun mu, araçlar dolu mu ?, İstanbul da böyle işlettiğim 700 ün üstünde tramvayım var” diye söze başlar ve bunları tek tek kişilere sattığından bahsedermiş. Kelepir fiyatına bir mal bulduğunu zanneden saf vatandaş tramvayı almaya karar verince Sülün parayı alır, kendisine satış akitini gösteren bir kağıt verir, hayvan satışlarında yapıldığı gibi onunla uzun uzun tokalaşırmış. Sonrada vatandaşı tramvaya bindirir, biletini eline verip, “ tramvaydan son durakta inersin, orası depodur, senet’i oradaki memura verirsin tramvayda senin olur”dermiş. Tabii vatandaş tramvayı köyüne nasıl götürecek, o da ayrı mesele ama tramvayı satan Sülün Osman ona da bir çözüm bulurdu herhalde. Son durakta inen vatandaş dolandırıldığını anladığında iş işten geçmiştir.
Bir seferinde İstanbul Üniversitesi bahçesini orada torunun elinden tutmuş gezdiren bir dedeye satıyormuş. Ama dedenin elindeki birikmiş parasını hasta olan torunun tedavisi için kullanacağını öğrenince son anda bahçeyi satmaktan vazgeçmiş. Böyle de iyi bir kalbi varmış Osman Ziya Beyin. Kazandığı paraları da giyim koşumuna harcar, barlara gidip kendini fabrikatör diye tanıtır sonra bir yolunu bulup kadınlara ısmarladığı içkileri onlara ödetip bardan çıkarmış. Söylentiye göre barda çalışan kadınlar onun kim olduğunu anlarlar, Sülün Osmanın ne zaman, kime ne satacağı belli olmaz diye çekinir durumu bozuntuya vermezlermiş.
Bir benzeri olmayan dolandırıcılar kralı sonunda bir gün Galata Köprüsünü satmak isterken Polis tarafından yakalanmış. Yaka paça karakola götürülmüş. Sen misin insanları soyan demişler, onu don gömlek soyup gazetelere boy boy resimlerini koymuşlar. Söylendiğine göre bir zaman sonra Sülün Osman tövbe etmiş ve onu serbest bırakmışlar. Ama gene söylendiğine göre alnında saf yazısı gören birisini görünce tövbesini bozarmış. 1984 yılında devamlı kaldığı bir otelde ölmüş. Polis üzerinde herhangi bir hüviyet ve mesleğini gösteren bir kağıt bulamamış ve kimsesizler mezarlığına defnedilmiş. Sülün Osman bu, mezar parası verecek değil ya. Allah günahlarını affetsin.
BİR DEV ADAM, ÖMER ÖZKAN : UZUN ÖMER
ÖMER ÖZKAN : “UZUN ÖMER”
Ben Uzun Ömer’in son devirlerine yetiştim. O zamanlar hafta sonları leyli olarak okuduğum Avusturya Lisesinden çıkar, Galata köprüsü altından kalkan Kadıköy vapuru ile eve gitmek için iskeleye yürürdüm. Vapur iskelesine giderken yolum hep köprü altında Uzun Ömer’in Milli Piyango biletleri sattığı “Şans Gişesinin önünden geçerdi. Gişenin önünden geçerken bilhassa yavaş gider, çaktırmadan Uzun Ömerin boyunu, bosunu seyrederdim. Bazen gişesinin önünde çoluk çocuk birikir, o da oturduğu tabureden kalkarak, “hadi bakalım, baktığınız yeter, bilet almayacaksanız çekilin önümden” derdi. O zamanlar biz o devrin Bill Russel, Wilt Chamberlian gibi basketbolcularını pek bilmezdik. Bu takım elbiseli, bebek beşiği kadar büyük ayakkabılı, 2.30 metre boyunda, 160 kg ağırlığındaki adam bize dünyanın en büyük insanı olarak tanıtılmıştı.
Dillerde dolaşan efsaneye göre Ömer Özkan Bilecik’in bir köyünde doğmuş. Yunan işgali sırasında köyden kaçan ailesi, savaş bitince köyüne dönüyor ama etrafta öyle bir kıtlık var ki insanlar hep aç geziyorlar. Bu sırada köye gelen ak sakallı bir ihtiyar küçük Ömer’in evinde misafir oluyor. Aile ihtiyar dedeyi ellerindeki imkanlarla yedirip içiriyorlar ve en iyi şekilde ağırlıyorlar. Yaşlı adam giderken misafir kaldığı aile için bir hayır duası ediyor ve “evinizden bereket ve yiyecek eksik olmasın ve çocuklarınız iyi beslenip büyüsün” diyor. Hikaye bu ya, o günden sonra 1.68 boyundaki bir köylünün oğlu olan Ömerlerin evinden bereket hiç eksik olmuyor ve küçük çocuğun boyu her geçen gün uzuyor. Ömer delikanlılık çağına gelince boyu o kadar büyümüştür ki ailesi o zamanın deyimiyle “dev hastalığına” yakalanmış oğullarına daha iyi imkanlar sağlamak için İstanbul’ a göç ediyorlar.
Yıl 1942, ikinci Cihan savaşı sonrası yıllar, Türkiyenin çoğu yerinde olduğu gibi İstanbul da da ekmek karneye bağlanmış, kişi başına 300 gramlık bir somun ekmek veriliyor. Uzun Ömerin bir ekmekle doyacak hali yok, Belediye Başkanı Lütfi Kırdar’ın ofisine giderek :” boyum 2,30, kilom 160, bir ekmekle doymuyorum, bana iki ekmeklik vesika veririmsiniz?” diye müracaat da bulunuyor. Uzun Ömer’in tek derdi yiyecek değil elbet, giyecek de başlı başına bir sorun. Eskicilerde, ne ona göre elbise var ne de ayağına giyeceği 58 numara ayakkabı. Elbiseyi uzunca zaman idare edebiliyor, ama ucuz ayakkabıların köselesi üç ayda bir aşınıyor, özel yaptırılan ayakkabıların beheri üç ayakkabı parası.
Yazar Faik Sait Abasıyanık bir eserinde onun her akşam hüzünlü bir şekilde Şans Gişesinden çıktığını, kendisinden altmış, yetmiş santim kısa insanların arasından tramvay durağına yürüdüğünü anlatır. Uzun Ömer her gece Beşiktaş’taki evinde özel yapılan karyolası kırıldığı için yer yatağına uzanır ve helal süt emmiş bir kızla evlenmenin hayallerine dalar.
1960 yılının bir şubat ayında ben orta okul ikinci sınıfında okurken gazetelerde Uzun Ömerin Üsküdar'da 38 yaşında öldüğünü ve kendisine özel bir tabut yaptırılarak mezarlığa defnedildiğini okuduk. O sıralarda Yeni Kadıköy iskelesi yapılmış ve Karaköy’de Emanetçi Sultana’nın karşısına taşınmıştı. Ama ben gene zaman zaman köprü altına gider oradaki kullanılmış kitap satan kitapçılara uğrar ve Şans Gişesinin önünden geçerdim. Milli Piyango gişesinde Uzun Ömer artık yoktu, ama onun koca siyah ayakkabıları piyango bileti alacak insanlara şans getirmek için teşhir ediliyordu. Bu böyle uzun yıllar devam etti, sonra Şans Büfesi ne zaman kapandı, ayakkabılar ne oldu ? Hiç bilmiyorum.
SARI KIRMIZILI AMİGO ŞEVKİ GÜNEY: "KARINCA EZMEZ ŞEVKİ"
ŞEVKİ GÜNEY:”KARINCA EZMEZ ŞEVKİ”
Bu yazı Cem Özmeral’in Dere Tepe İstanbul adlı kitabından alıntıdır
Opel Kapitan 1948 modeli idi. Arabanın dışarısı bej renkle boyanmıştı. Ama içeride her şey sarı kırmızı idi. Taksisine binen Fenerbahçeli müşteriye ; “ Kardeş” diyordu. “Kardeş, dışarısı vatandaşa, içerisi bana ait” . Arabasının koltukları, direksiyonu sarı kırmızıya boyanmış , ve aynanın ve güneşliklerin üzerleri futbolcu resimleri ile donatılmıştı. Çogu da Turgay ve Metinin Mabel çikletlerinen çıkma resimleri yada gazete kupürlerinden kesilmiş gol resimleri idi . Karanfilli adamın kıyafeti de son derece renkli idi. O zamanlar, Amigo tabiri henüz çıkmamıştı. O’na Maskot derlerdi, "Galatasarayın maskotu". Sarı kırmızılı, alı al moru mor, çiçekli desenli golf pantolon, kırmızı sandalet ayakkabılar, sarı kırmızı bir mintan, aynı renkte bir kravat, kalın çerçeveli bir gözlük, arkaya taranmış gür siyah saçlar, cepte de şişe içinde o sabah çiçek pasajımdan aldığı renkleri belli iki taze karanfil. O zamanlar maçlara giderken ne yüz boyama , ne saç boyama , nede takımının formasını giyme var. Karanfilli adam, cebinde iki karanfil, Mc Donalds’ın maskotu Ronald’ın kıyafetine benzer bir kıyafette, önce dolmuşunu kullanıyor sonrada maça gidiyor. Mithatpaşa’ya da Dolmabahçe stadyumunda kapalı tribünde , balkon parmaklığının Galatasaray’ a ayrılmış “Eski Açık”a bitişik bölümünde yerini alıyor. Hemen yanında, ortada Fenerbahçeliler, Fenerin yanında Gazhane tarafına yakın yerde Beşiktaşlılar. Elinde bayrağı, onların tribünlerine gidip, “Merhaba Kardeş” diyor, “yaşa ,çok yaşa Şevki “ diye alkış alıyor. Şimdi yerine geçmiştir ve sağ elindeki bayrağı durmamacasına on beş dakika sallamaktadır. Biraz yorulunca bu defa bayrak sol eline geçip yere indiriliyor. Sağ eli ileri ve yukarı kaldırılmış ve adeta bir nazi selamı gibi esas duruma geçilmiştir şimdi. Maç başlayana kadar karanfilli adam adeta bal mumu bir heykel gibi bu esas pozisyonda kalacaktır artık.
O aksam galip gelinen maçtan sonra, Galatasaray taraftarları ellerinde ezelli rakiplerini temsil eden boş bir tabut, karanfilli adam önde, Beyoğluna, Hasnun Galipteki Galatasaray kulüp binasına doğru yürürler. İstiklal caddesinde bütün trafik durur, sonra kulüp binası önünde esas duruşa geçilir ve trafik dağılır. Ne bir taşkınlık, ne bir holiganlık. Zaten o devirde ne bu tabir var ne de böyle şeyler yapılıyor. Ertesi gün galibiyet şerefine, Opel arabanının dışı da kırmızı, sarı çiçekler gramofon kağıtları ile donatılmıştır. Karanfilli adam, saatte on kilometre süratle İstiklal caddesinden, Gümüşsuyuna müşteri taşımaktadır. Arabanın içindeki , çocuk annesine değişik kıyafetli şoför amcanın neden bu kadar yavaş gittiğini sorar. " Oğlum" der annesi, "bu amca yoldaki karıncayı bile ezmekten çekinir, ona “Karınca Ezmez Şevki”. derler. Yıllar geçmekte, futbol, taraftar ve seyircilerde değişmektedir artık. Kardeşlik bitmiş, amigoluk, kavga ve dövüş başlamış, ayni tribünde iki ayrı takımın seyircisi birlikte maç seyredemez olmuştur. Sarı kırmızılı takımda pek iyi gitmemektedir bu sıralarda. Ezelli rakiple yapılan bir derbi maçında, maçı önde götüren Sarı Kırmızılılar,son anda üst üste gelen gollerle maçı kaybederler. Son golden sonra , Sarı Kırmızılı bir holigan amigo, “uğursuzluk sende...” diye karanfilli adamı iter. Sendeleyip, balkon parmaklıklarından aşağı uçan sarı kırmızı elbiseli adam, sağ elinde sıkı sıkı tuttuğu bayrakla beraber kolunun üzerine düşer. Birkaç hayırsever sarı kırmızılı taraftar hemen onu alıp hastaneye götürüler ve maskotun kırılan kolu alçıya alınır. Artiı zor günler başlamıştır. Karanfilli adam ekmek teknesi arabasını alçılı koluyla kullanamamakta, evin masraflarını karşılayacak bir gelir kaynağından yoksun ,duruma bir çözüm aramaktadır. Kolu bir türlü yerine konulamamış , alçı üzerine alçı yapılmış ama kolda bir düzelme olmamıştır. Sarı kırmızılı adamı ne arayan nede soran vardır. Onun elinde tek bir çare kalmıştır, sarı kırmızılı kulübe gidip, durumu anlatmak ameliyat için ve arabasına koyulan haczi kaldırmak için borç para istemek. İşte bu niyetle ve birazda düştüğü durumun etkisiyle içkiyi biraz kaçırmış olarak elinde bayrağı kulüp binasına dalar. O sırada kulübün yıllık kongresi vardır, ve konuşmacılar birbiri ardına kürsüye çıkmaktadır. Elinde bayrağı sarı kırmızılı taraftar kulüp binasından içeri alınmaz, hatta zorla dışarı çıkarılır. Bununla da kalınmaz artık onun maçlara gelmesi de yasaklanır. Zaten maddi, manevi çöküntü içinde olan karanfilli adam bir kere daha dışlanmıştır. Ama onun kalbindeki ateşi söndürmeye kimsenin gücü yetmeyecektir. Sarı kırmızılı takımın ilk maçında, o “Beleşçi Tepe”ye çıkar. Burası şimdilerde o kafes otelin olduğu, Gümüşsuyu sırtlarındaki tepeden, Dolmabahçe stadını gören ve eskiden beleşçilerin rağbet ettiği yerdir. Buradan, sahanın ancak Yeni Açık tarafındaki yarısı ve kalesi ve görünür , Eski Açık tarafındaki kale ise numaralı tribünün damı nedeniyle hiç görünmez .Stadyumdaki seyirciler o gün maç başlamadan sahanın uzerinde uçan kocaman kırmızı renkli ve sarı kuyruklu uçurtmayı biraz hayret birazda zevkle seyretmektedirler. O sırada uçurtma ipinin ucunu takip edenler , beleşçi tepede ipin ucundaki adamı tanımakta güçlük çekmezler. Adamın alçılı sağ kolu havada, esas duruşta bir heykel gibi dimdiktir. İşte tam bu sırada Dolmabahçe den büyük bir tezahürat duyulur. “ Şevki, Şevki ..... G.Saray, G.Saray cim, bom bom." İlerideki günlerde Karanfilli adamın kolu bir türlü düzelmemiş ve sonunda kangren olmuştur. Artık kolunu kesmekten başka çare yoktur ve kadirşinas bir sarı kırmızılı, Profesör Ali Uras bu ameliyatı başarı ile gerçekleştirir. Bundan sonra emeklilik yıllarında sarı kırmızılı maskot adam çok sevdiği takımını televizyondan izlemekle teselli bulacaktır. Samatya hastanesindeki son günlerinde kadirşinas birkaç Galatasaray taraftarı onun izini bulup kendisini hastanede ziyaret ediyor ve arkasında Karınca Ezmez Şevki yazan sarı kırmızı bir formayı ona hediye ediyorlar. Formaya çok sevinen Şevki Baba arkasına keşke "Turgay" yazsaydınız diyor. Birkaç gün sonrada Berlin Panteri, Karınca Ezmez’i ziyaret ediyor. Şevki Güney, 23 Mart 2000 de 81 yaşında ölüyor. Ailesi dışında birkaç Galatasaraylı; Turgay Şeren, Kadri Aytaç, Ergun Gürsoy ve Profesör Ali Uras, sarı kırmızı bayrağa sarılı tabutunu son yolculuğa uğurluyorlar
BİR İSTANBUL RÜYASI:NİMET ÖZDEN:"NİMET ABLA"
BİR İSTANBUL RÜYASI, NİMET ÖZDEN: ”NİMET ABLA”
Nimet Abla’nın Eminönündeki Milli Piyango Gişesini 60 lı yılların öncesinden bilirim. Küçük bir çocukken büyüklerimle İstanbul’a her inişimizde önce Mısır Çarşısına uğrar, burada alışveriş yaptıktan sonra Yeni Caminin önünden, güvercinler arasından geçerek Hünkar mahfilinin altındaki tonozlu geçit e doğru yürürdük. Geçidin altından geçip Bahçekapı’daki Hacı Bekir’den akide şekeri ve lokum almaya giderken yolumuz köşebaşındaki Nimet Abla’nın gişesinin önünden geçerdi. Gişenin önü hep kalabalıktır, hele yılbaşı arifelerinde burada uzun kuyruklar oluşurdu. Biz de çoğunlukla iki buçuk lira verir ve bir veye iki çeyrek bilet alırdık. Birkaç gün sonrada Kocamustafapaşa’daki konakta sabahın erken saatlerinde küçük bir gazeteci çocuğun kapının eşiğine bıraktığı Hürriyet gazetesini alır, kafesli pencerenin yanındaki divana oturur kazanan numaraları incelemeye koyulurduk. Çoğu zamanda bilete en fazla bir amorti çıkardı. Nimet ablanın gişesi uğurlu sayıldığından sokaktaki Cilalı İbo şapkalı piyango bileti satıcılarına itibar etmez, ertesi gün otobüsle Eminönüne iner ve amorti kazanan bileti yeni bir biletle değiştirirdik.
Kimdi bu Nimet Abla ve onun Milli Piyango gişesi neden uğurlu sayılır ve herkes neden oradan piyango biletini almayı tercih ederdi? Nimet Abla 1930 yıllarda kocasının sarraf dükkanında, onun Tayyare Cemiyeti Bayiliğine yardım ile işe başlıyor. Kocası İsmail Bey biletler çok satılsın diye esnafa bilet dağıtırmış, ama bunların paralarını tahsil edemediğinden iflas etmekle karşı karşıya geliyor. Bunun üzerine atılgan ve girişimci bir kadın olan Nimet Hanım o zamanın Milli piyangosu olan Tayyare Cemiyeti Başkanını ikna ederek Eminönü’nünde bir bayilik satın alıyor.
1931 yılında 100 000 TL lik büyük ikramiye yeni açılmış Nimet Abla’nın gişesinden alınan bir bilete çıkıyor. Nimet Özden bu fırsatı iyi değerlendirecektir. Ertesi gün gazetelerde Nimet Ablanın talihli mudi ile bir masanın üzerine yayılmış, üzerinde İnönü’nün resmi olan yüz tane bin liralıklarla fotoğrafı çıkar. Fotoğrafta ki kadının üzerinde modern bir pardösü, başında Anadolu kızları gibi saçlarını gösteren, arkadan bağlanıp omuzlarının iki yanına sarkan çiçek desenli bir yemeni vardır. Girişimci genç kadın ilerde ikramiye kazanan talihli müşterilerle çektirdiği resimleri gazetelerde reklam parası vererek boy boy yayımlatacak ve bir anda “Nimet Abla” gişesi yalnız İstanbul da değil bütün Türkiye de ün kazanacak, İstanbul’a gelenler için olmazsa olmaz bir uğrak olacaktır.
1938 yılında Vali ve Belediye Başkanı Lütfi Kırdarın Eminönü meydanındaki yeniden düzenleme çalışmalarından Nimet Ablanın Tayyare Gişesi de nasibini alacak ve genç kadın Yeni caminin yanında, benimde bildiğim yerine taşınacaktır. Para parayı çeker örneği Nimet Abla gişesinden büyük ikramiyeler kazanıldıkça yeni şubeler açılacak, gazetelerde reklamlar devam edecek ve gece gündüz demeden çalışan Nimet Özden zengin olacaktır. Genç kadın maneviyatı kuvvetli bir Cumhuriyet kadınıdır. Defalarca hacca gider, aynı zamanda “her şeyi ona borçluyuz” dediği Atatürk’ü Anıtkabirde ziyaret eder. 1963 yılında biriktirdiği paralarla Esentepe’de bir cami inşaatına başlar.1970 de caminin inşaatı tamamlandığında Nimet Abla’nın caminin işletmesi için parası kalmamıştır. Bunun üzerine artık yaşlanmakta olan Nimet Hanım önce boğazdaki villasını satar ve sonra bütün gayri menkullerin cami için kurduğu vakfa hibe eder. Hacı Nimet vakfından kazanılan para hem cami için hem de iki yüzün üstünde öğrencinin çeşitli okullarda okuması için burs olarak kullanılır.
İnsanlara ümit ve mutluluk dağıtarak zengin olan ve bu zenginliğini hem manevi hem de maddi olarak onlara geri veren bu girişimci Cumhuriyet kadını 1978 yılının bir Temmuz günü 79 yaşında aramızdan ayrıldı. Eğer yolunuz düşer de yılbaşı öncesi Eminönü’ndeki Nimet Abla gişesinin önünden geçerseniz, her türlü insanın hala ondan şans beklediği, yüzlerce metre uzunlukta kuyruklar göreceksiniz. Bence kuyrukta bekleyip bir bilet almakta fayda var.
İSİMSİZ İSTANBUL TİPLERİ
KALANTOR İŞPORTACI, SABUN KÖPÜKÇÜSÜ, DİLENCİ
İSİMSİZ İSTANBUL TİPLERİ
KALANTOR İŞPORTACI, SABUN KÖPÜKÇÜSÜ,DİLENCİ
Şüphesiz benim burada anlatmaya çalıştığım 1960 ların hemen öncesi ve hemen sonrası yıllarda İstanbul’da yaşamış birçok renkli kişilik daha vardı. Bunlardan ilk aklıma gelenler arasında iki İstanbul valisi vardır. Yeşilaycı, içki ve sigaraya daha o zamanlardan savaş açan Fahrettin Kerim Gökay için gazetelerde “mini mini valimiz , ne olacak halimiz” diye onu hiciv eden karikatürler çıkardı. İkinci kişi deVali Mümtaz Tarhan’dı. O da İstanbul sokaklarını temizlemek ve mikrobik hastalıkları önlemek için sokaklara tükürenlerden 5TL ceza kesmekle işe başlamış, İstanbul’un kalabalık yerleri bir anda tükürükçüleri kovalayan Belediye Zabıtaları ile dolmuştu. Bizden çok daha önceleri Dileklerarası’nda Hasan Ağa diye bir şahıs yaşarmış. Pazar yerinde gördüklerine,”Merhaba” yerine ” Pazar ola !” diyen bu kişiye insanlar “Pazarola Hasan” adını takmışlar. Bizim zamanımızda ise sinema artisti, twist kralı, fötr şapkalı, Moğol bıyıklı Öztürk Serengil, her cümlesine “yaşa” anlamına gelen “Yeşşşeeeeeeeee” ile başlar bu lafta gençlerin ağzına sakız olurdu.
Ama bir de İstanbulun isimsiz tipleri vardı. Bugün artık olmayan bir otobüs biletçisi, at arabacısı, kayıkçı gibi. İsterseniz çoğu zaman mesleğini icra ederken kendilerine tanıklık ettiğim ama adlarını bile bilmediğim birkaç böyle tipten bahsedeyim. Bunlardan birincisi hafta sonları Kadıköy vapuru ile karşıya geçerken hemen her seferinde gördüğüm kalantor işportacıdır. 2002 yılında yazdığım Özlediğim İstanbul kitabında bakın bu kişiyi nasıl anlatmışım:
Birde bu vapurlarda kaçak olarak satış yapan işportacılar vardı. Bunlar vapurun iskeleye yanaşmadan son bir iki dakikasını tercih ederlerdi. Çünkü vapur garsonları artık satışlarını yapmış ve aradan çekilmişlerdir. Bu satıcılar çoğunlukla lafa “ Sevgili Abiler, ablalar” diye başlar, “Çin işi Japon işi, bunu bilen iki kişi, biri erkek öbürü dişi” diye devam ederlerdi. Sattıkları da tarak, çengelli iğne, bıçak, tornavida takımları gibi şeylerdi ki, bir tanesini aldınız mı tekmili birden yetmiş iki tane ikramiyesi bulunurdu. Bu satıcılar içinde o zamanın vapur yolcularının hemen hepsinin tanıyacağı bir tanesi vardı ki, onu hiç unutmamışımdır. Bu Bey bir seyyar satıcıdan çok, kelli felli hali ile bir milletvekiline benzerdi. Yanlardan kırlaşmaya başlamış siyah saçlar,kaytan bıyıklar, deve tüyü uzun bir palto ve çok şık bir kravat. Bas bariton sesiyle tekerlemeye başlayınca bütün yolcular gazetelerinden başlarını kaldırıp pür dikkat kendisini dinlerlerdi. Bu kişinin Ada‘da oturduğu, çok zengin olup birkaç malikanesinin bulunduğu söylenirdi. Belki de Şehir Hatları vapurlarının günümüzden en büyük farkı artık bu tarihe karışmış renkli simalar idi. Pazartesi sabahı 7:30 vapurundan Karaköy de iner oradan da Bankalar caddesinden yürüyerek Avusturya Lisesinde ilk derse yetişirdim. Yüksek Kaldırım denilen bölgede Kart Çınar sokaktaki Lise’ye dik bir yokuş çıkarak erişirsiniz, altınızdan da yer altından Tünel geçer. Bankalar caddesi Kart Çınar sokağa, binaların arasında geçit olarak yapılmış Kamando merdivenleri denilen ve Avusturya Lisesinin tam karşısına çıkan bir geçitle bağlanır. 8 rakamı şeklinde iki taraftan çıkılan ve sonra ortada bir düzlükte birleşip tekrar ikiye ayrılan merdivenlerin ortadaki düzlüğünde o zamanlar hep bir dilenci otururdu. Okula gittiğim yedi yıl boyunca otuz yaşlarında, sakallı, bacakları dizden kesilmiş intibanı veren, ama büyük olasılıkla diz kısmındaki büyük meşinlerin arkasında saklanmış olan bu dilenci hep oradaydı. Kamondo merdivenleri sanki onun iş yeriydi ve bu adam karda kış da, yağmurda hep orada olurdu.
Orta okula başladığım ilk yıllarda Sakal adını verdiğimiz Leyliler Müdürü Herr Pruczinsky biz çaylak öğrencileri alır Beyoğluna bir yürüyüşe çıkarırdı. Bu defa Arnavut kaldırımı yollardan önce Galata Kulesinin olduğu meydana çıkar oradan da Yüksek Kaldırıma geçer, plakçı ve pulcu dükkanlarının arasından Beyoğluna çıkardık. Güzergah hep aynı idi Konsoloslukların önünden Galatasaray’a yürür ve Saray Muhallebicisine gelince geriye dönerdik. Her Çarşamba yaptığımız bu gezilerde Rus Konsolosluğunun yanındaki köşede duran bir adam hep dikkatimizi çekerdi. Uzun boylu, üzerinde gri renkli bir pardösü olan bu esrarengiz adam elindeki para büyüklüğündeki çemberi bir şişeye batırır ve havaya sabun köpükleri üfler ve alçak bir sesle"uçen belonlaaaar" derdi. Bu adamı yanız orta okuldayken Çarşamba günleri değil, ileriki yıllarda da hep aynı yerde görürdüm. İşin garibi kendisinden alışveriş yapan hiç kimseye rastlamazdım. Benim tahminim köpük üfleyen adam herhalde Konsolosluğu korumak, şüpheli şahısları izlemekle görevli gizli bir polis ya da Konsolosluk Emniyet görevlisi idi. Bugün bile oradan geçerken ister istemez bu tip hep aklıma gelir.