Lulu’nun adına ilk defa olarak dostum Jan Claire’den duymuştum. Jan Claire ile birkaç yıl önce Golden Corral restaurant zincirinde görevliyken, Amerikalı gaziler ile yaptığımız bir etkinlik dolayısı ile internet üzerinden tanışmıştık. Jan Claire’in internet de bir zamanlar Türkiye’de askeri görevde bulunan Amerikalı askerlerin fotoğraflarını ve Türkiye’deki nostaljik anılarını içeren www.merhabaturkey adında bir sitesi vardı. Bir Türkiye hayranı olan Jan’in benim www.istanbullite.com sitesini sevmesi de doğaldı ve ikimizde karşılıklı olarak birbirimizin sitelerine link vermiştik. Zaman zaman yazışıyor, benim Facebook sayfam olmadığı için Jan’i arkadaşı olduğu eşimin sayfasından takip ediyordum.
Kasım ayında gerçekleştireceğim İstanbul seyahatimde Pera bölgesinde bazı mezarlıkları da kapsayan geziler yapmayı planlamıştım. Bu bölgeyi gezeceğim için Jan’a uzun zamandır izini kaybettiği Lulu adıyla tanınan arkadaşı Lütfiye Duranın bu bölgede’ki mezarını arayacağımı yazdım. Jan bu haberime çok memnun oldu. Aşağıda Lulu hakkında Jan’in maillerinden kısmen edit edip kopyaladığım tüm bildiklerim var.
Lütfiye Duranı 1959 yılları arasında tanımıştım ama sonra posta adresi değiştiğinden onun izini kaybettim. Kendisi o zamanlar İstanbul Üniversitesinde öğretim görevlisiydi ve aynı zamanda bazı Broadway müzikallerini de Türkçeye çeviriyordu. İstanbul’dan ayrıldığım 1961 yılında taksim meydanına yeni bir Opera binası yapılıyordu.
Lulu babası Faik Sabri Duran’ı ben onu tanımadan çok önce kaybetmişti.Faik Sabri Bey ünlü bir coğrafyacı ve haritacıydı ve yıllarca orta okullarda ve liselerde kullanılan Büyük Atlas’ın da yazarı idi. Lulu’nun annesi İngiliz asılıydı ve kendisini Mummy(Mami) adıyla tanınırdı. Lulu annesinden hep bu adla bahsederdi. Lulu ve annesi Taksim meydanından birkaç blok ötede Sıraselviler caddesinin güney bölümünde ayrı apartmanlarda oturuyorlardı. Evinin hemen bitişiğinde sokağa bakan ” Park” yada “Parc” otel adında bir oteli olduğunu hatırlıyorum.
Mami hayatımda tanıdığım en komik İngiliz hanımlarından biriydi. Bir benzetme yapmak gerekirse aktris Judy Drench’in en komik performanslarını hatırlayın. Bir gün bir arkadaşımla taksiyle Mami’nin evine geldik ve şöför’e Amerikan standartlarında birkaç kuruş sayılacak taksi ücretini ödedik. Tam bu sırada Mami Lulu’nun arka bahçesinden koşarak geldi, şöförün karşısına geçerek ve yüksek sesle bağırmaya başladı. O kadar hızlı konuşuyordu ki söylediklerinin ancak birkaç kelimesini anlayabilmiştik ve biz utanarak ve Lulu’nun yanına gittik.Biran evvel oradan ayrılmak isteyen zavallı taksi şöförü parayı Mami’ye geri verdi ve o da yanımıza gelerek parayı bize iade etti ve:
“ İnanamıyorum, Galata’dan buraya bir liranın tamamını ücret olarak alıyor bu taksi şoförleri , kendisini taksi amirlerine şikayet edeceğimi söyledim, bunun üzerine bana parayı gönüllü olarak geri verdi.” dedi.
Faik Sabri Duran, soldan ikinci
Faik Sabri Photo courtesy of Fotoajans
Singer Zeki Muren, ilk yillar
Mami bu olaya gerçekten kızmış mıydı yoksa bu onun bir oyunumu idi, hiç bir zaman bilemeyecektim. Ama bildiğim bir şey varsa o da şoförün biran evvel oradan ayrılabilmek için parayı geri verdiğiydi.
Lulu’nun Sıraselviler de Taksim meydanınından üç dört blok uzaklıkta, tek yatak odalı küçük evinin bahçesinin yan tarafında iki kat yüksekliğinde tuğla bir duvar vardı ve bu duvarın arkasından bugünkü disko müziklerine benzer müzik sesleri gelirdi. Birde Lulu’nun Zeki Müren adlı bir arkadaşı olduğunu ve evinde ya da bahçede verilen birkaç partiye davet edildiğimizi hatırlıyorum. Müren partilere hep korumaları ile gelirdi ve biz onun müziğini sevmekle beraber kendisini biraz sıra dışı buluyorduk....
O zamanlarda İstanbul’da en sevdiğim şey birbirleri ile geçinemez gibi görülen etnik kökenleri değişik insanların bir şekilde uyum sağlamasıydı. Lulu’nun mahallesinde Ermeniler, Rumlar, Beyaz Ruslar hatta birkaç Amerikalı vardı ve birbirleri ile pekala geçiniyorlardı. Ah ah, bu bana Üsküdar’da Beyaz Ruslar’a ait Victorian stili bir malikanenin geniş bahçesinde ağaçların altında oturup kapı kapı gezen bir satıcının taze taze getirdiği ıstakozları yediğimiz günü hatırlatıyor. Malikanenin sahipleri Lütfiye’nin babası, Büyük Atlas’ın ve Ege denizinin haritasının çizimlerini yapan Faik sabri Duranın rahmetli babasının dostlarıydı.
O zamanlar Boğazın Karadeniz’e kadar iki sahilini de durmadan usanmadan gezer ve mümkün olduğu kadar çok insanla tanışmaktan yorgunluk duymazdım. Türkçemi ilerletmeye çalıştığım günlerde karşılaştığım insanların kırık dökük İngilizceleri ile iyi kötü anlaşıyor, bir şekilde Lulu’nun yardımı ile de yolumu yordamımı bulabiliyordum. Türkiye’ye ilk ayak bastığım zaman 18 yaşındaydım ve o yaşın verdiği olgunlukla yeniden çok eskiye ilgi duyuyordum. Bugün kafamın içindeki Türkiye elli yıl öncesinde olduğu kadar canlı ve hayatta.
Yakın arkadaşım Jim Kappa İstanbul’un Bomonti semtindek Kocamustafapaşa çocuk esirgeme evi için yardım toplayan birçok denizci den birisiydi.Dünyanın birçok yerinde faaliyet gösteren bir Katolik organizasyonu olan “Little Sisters of the Poor”u desteklemek için askeri üssümüzde bir yardım kampanyası düzenlemiştik. Jim hem parasal olarak bu organizasyon’a yardım ediyor hem de hem onlara hemde huzur evlerine battaniye ve süt tozu dağıtıyordu.Yukarıda ki resimde gördüğünüz gibi yetimhanede genç insanlarla tanışmak ve onlara yardım elini uzatmak ve bunu yaşlıların evinde tekrarlamak bizim için hazların en güzeli idi. Amerikan denizci ve havacılarının topladığı büyük meblağlar bir anda İstanbul gazetelerinde baş haber olmuştu.
Bugünlerden kısa bir zaman sonra bu defa Erzurum civarını vuran depremden sonra aynı gurup arkadaşlarla her türlü nakil vasıtalarını kullanarak bölgeye gittik ve beton ve tahta yığınları altında kalan insanları kurtarmak için büyük çaba saffettik. Gene bu sıralarda bir darbe olmuştu ve biz İstanbulun Avrupa yakasındaki çoğu insanı Boğazın öbür yakasındaki evlerine kimimiz kürek çekerek, kimimizde motorlu botlarla ulaştırdık. Bugün hala bu arkadaşların çoğu ile görüşüyoruz ve bu tip yardım faaliyetlerini de Amerika da yapmaya devam ediyoruz. Tuhaf ama, sanki Türkiye bize insanlara yardım etmenin değerini öğretmişti
JAN SUT TOZU DAGITIYOR
KOCAMUSTAFAPASA YETIMHANESI, JAN SIRTINDA COCUKLU
COCUKLARA YARDIM GAZETELERDE
Lulu’nun ne zaman öldüğünü bilmiyorum ama ben her zaman onun İstanbul’da aşırı eğlenceden öldüğünü düşünerek hep kendimi teselli etmişimdir. Bugüne kadar ne onun ne de babası Faik sabri Duran’ın mezarını gördüm. Benim tahminim büyük olasılıkla birbirlerine yakın bir yerde, belki bir aile kabristanında gömülü olmalılar, ama bunu kanıtlayacak herhangi bir delile sahip değilim. James Candon adında Brüksel’de uluslararası bir iş adamı ve avukat olan bir arkadaşım iki yıl kadar önce İstanbul’da bir konferans’a katılmıştı. Bana verdiği bilgiye göre Lütfiye Duran’ın kabri Taksim’in kuzeyinde Şişlinin Feriköy semtindeki Bomonti Katolik Mezarlığında imiş. Mezarlığın yanında bizim Türkiyede iken yardımcı olduğumuz Little Sisters of the Poor adlı Katolik vakfı varmış. James Candon burayı ziyaret ettiğinde oradaki rahibelerden biri eskiden onlara battaniye ve yiyecek yardımı yaptığımızı hatırlamış.
Cem, bu konuda bulabileceğin herhangi bir haber için sana sonsuza kadar müteşekkir kalacağım. Sana ve ailene en sıcak sevgilerimle.
Jan Claire.
İstanbul seyahatime başlamadan önce internet den Lütfiye Duran hakkında bilgi toplamaya başladım. Ne yazık ki bu konuda internet de çok az bilgi var ve onun tek bir resmi bile yok. Resim konusunda Jan Claire bana şunları yazmıştı:
Benim için en zor şeylerden biri Lütfiyenin bir resmini bulmak. Lulu araba kullanmıyordu ve dolayısı ile sürücü belgesi yoktu ve gittiğimiz yerlerde ne zaman resim çektirmeye başlasak ortalıktan kaybolurdu. Bir zamanlar onun Karadeniz’in Kilyos sahillerinde bir çeşit deniz bornozu ile arkadan çekilmiş bir polaroit fotoğrafını hatırlıyorum. Ve evet ben, onun bendeki bu tek resmini kaybettim.
Diğer taraftan Lulu’nun ünlü bir Coğrafyacı olan ve hem Osmanlının son devrinde hem de Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşayan babası Faik Sabri Duran hakkında internette birçok bilgiye ulaştım. Kendisinin coğrafya ve seyahat konusunda sayısız kitapları olduğu gibi, bazısı eski Türkçe yazılı bu kitapların bir kısmını da Library of Congress’de bulmak mümkün. Onun hem ismine aşinayım hemde orta okul yıllarında ünlü Büyük Atlasını kullandığımı hatırlıyorum. Faik Sabri Duran 1943 yılında öldüğünde ben henüz doğmamıştım ve tahminime göre Jan Claire yeni yürümeye başlayan bir çocuktu. Babası öldüğünde Lulu ‘nun kaç yaşında olduğunu bilmiyorum ama internette bulduğum bir kitap onun doğduğu yıllara ait biraz osun bilgi veriyordu. Bir Türk kızının Amerika Yolculuğu adlı bu kitap Faik Sabri Duran tarafından kızının seyahat günlüğündeki yazılardan derlenerek kaleme alınmıştı. 1933 yılında yazılan ve 1935 de basılan kitap maalesef internette satılmıyordu ama bir kopyasını Cambridge Üniversitesi kütüphanesinde, diğeri ise Ankara’da Bilkent Üniversitesi kütüphanesinde bulmak mümkündü. Bizim tahminimiz Lulu bu seyahati yaptığında yirmi yaşlarında olmalıydı, zira 1933 yılında daha küçük bir kızın tek başına Amerika’ya seyahat etmesi bize pek olası görünmüyor. Buradan yola çıkarak Jan Claire 1959 yılında onunla tanıştığında Lulu’nun kırklı yaşların ortalarında olduğunu varsayabiliriz. Bunun dışında internette kendisi hakkında bulabildiğim tek bilgi, İstanbul Üniversitesinde görev yaptığı, tiyatro ve sinema ile ilgisinin olduğu hatta bazı oyunları Türkçeye çevirdiğiydi. İşte hepsi bu kadar, ne zaman öldüğünü bile bilmiyorum. Ama onu bulacağım.
AMERIKA SEYAHATI KITABI
LULU HAYALLEMESI/ BIR ISTANBULLITE KOLAJI
LULU NEW YORK'A GELIYOR
Yazmaya başladığım hikayenin ilk bölümünü eşim Sitare’ye okuduğum zaman , o bana buraya kadar olanları beğendiğini, ama hikayenin çok önemli verisinin eksik olduğunu söyledi: “ Lulu’nun görüntüsü nasıldı?. O zaman kırk yaşlarında olduğu tahminin muhtemelen doğru, ama bu kadın sarışın mıydı yoksa esmer miydi hatta belki kızıl saçlı mıydı,? Kilosu nasıldı? zayıf mı yoksa toplumu? Fiziki özellikleri hiç yazılmamış, okuyucu bunları arar. Bütün bunları Jan Clair’e sormalısın !”
Sitare haklıydı yıllarca önce yaşamış bir İstanbul hanımefendini yazıyordum ve onun mezarını arkadaşımın hatrı için arayacaktım ama okuyucularıma yazının kahramanının nasıl bir fiziğe sahip olduğuna dair en küçük bir bilgi bile vermemiştim. Jan’a bu konuyu açtığımda bana Lütfiye hanımın fiziki görünüşünü yazmakla kalmadı, büyük bir heyecanla sanki Türkiyedeki günlerini yeniden yaşadı.
Lulu çok samimi, anaç bir kadındı ve yaşı bizden büyüktü. Yaşını tam olarak bilmiyordum ama o zamanlar kırk dört civarında olduğunu tahmin ederim. Sarı saçlarına az da olsa kır düşmüştü. Fizik olarak fit bir durumdaydı ama zamanın gereği(1959-1961)her şeyi ile mütevazi bir görüntüsü vardı. Boy, bos ve saç rengi olarak olarak onu Sitare’ye benzetebilirim, ama saçları daha kısa ve kıvırcıktı. Atletik bir yapısı vardı uzun yürüyüşler, ve tırmanmalar hatta koşular onun için bir sorun değildi. Annesi ile yakın yaşadığı için olacak İngiliz aksanı ile konuşurdu, zaten annesi ile hep İngilizce anlaşırlardı, babasının İngilizcesinin de çok akıcı olduğunu bana söylemişti. Konuşurken İngilizce’den Fransızca’ya ondan da Türkçe’ye kolayca hiç hız kaybetmeden geçer, az da olsa Almanca, İtalyanca hatta Rumca konuşabilirdi. Çoook akıllı ve bilgili bir kadındı ve gittiğimiz her yer hakkında her şeyi bilirdi. Onunla Kapadokya’ya kadar yolculuk yaptık ve Konya’da Mevlana’nın Sufileri ve semazenlerinden çok etkilendik.
Çoğu zaman Şile ve Kilyos da sokaklarda yürürken bahçelerinde gördüğümüz insanlara bize bir gecelik kiralayacak odaları olup olmadığını sorardık. Eğer bize kiralayacak odaları varsa hemen tutar ve kendimizi genellikle plajların yanı başında bulardık.Bir keresinde koyunların bulunduğu bir ahırın üstündeki tahta katta kalmıştık ve ah o koku da cabasıydı. Tabii arkadaşım Jim Klipa ve benim için fakir Amerikan denizcileri olarak bir iki dolar tutan bir gecelik konuklama ücreti hiç de fena bir meblağ sayılmazdı. Anadolu’da Lulu’suz da çok seyahatler yaptık. 1961 de Erzurum bölgesinde olan depremin felaketzedelerine yardım etmek için bölgeye yollanan yardım ekibinin elemanları ile Jim’le birlikte Anadoluya geçtik ve deprem bölgesine ulaşmak için tren den otobüse, attan, eşeğe, deve den at arabasına kadar her türlü nakil vasıtasını kullandık. Bölgeye yaklaştıkça yolların durumu da giderek kötüleşiyordu ama biz insanlara yardım etme konusunda o kadar hevesli ve mağrurduk ki, şartlara aldırmadan kendimizi çılgın bir çaba içinde buluyorduk.Türkler hakında en iyi algılar bende işte o günlerde oluştu: Onlar iyi kalpli ve düzgün insanlardı ve Amerikan askeri personelinin onlara yardımını takdir ediyorlardı. Bu algıyı hiç bir zaman unutmadım ve çoğu zaman kafamda oynatıp durdum. Hayatımda hiç bir zaman bu kadar istenmemiş ve bana kimse tarafından bu kadar ihtiyaç duyulmamıştı.
Bir de İstanbul Radyosunda yaptığımız programları hatırlarım:
“ Burası İstanbul Radyosu... ve şimdi sizlere Tommy Edwards’ın müziğini sunmaktan büyük memnuniyet duyarız. ”
gibi bir anons yapardık. Aaah, ne günlerdi onlar!
Sonunda Lulu'nun ilk resmine ulaşıyorum
Lulu ve Mami Ayazpasa Apt Balkonunda 1986
Corrinne Rena Duran "Mami"
Cumhuriyet Makalesi 3 Agustos,1986
Lulu’nun hikayesini yazmaya ve bu konuyu internette araştırmaya başlayalı tam on gün oldu ve İstanbul seyahatime başlamadan önce onun mezarının yerini belirliyebilmek için son bir çaba sarf ediyorum. Google’da Katolik mezarlığında aramalarım bir netice vermiyor. Ama bu arama sırasında Cumhuriyet gazetesi arşivlerinde Lulu ve annesi Rena hakkında 3 Ağustos 1986 da yazılmış resimli bir bir makaleye rastlıyorum. Tarık Ersoy tarafından yazılan ve “Erkekler tembel, kadınlar ise hırslı” başlıklı yazıda alt başlık ”İstanbullu bir İngiliz Hanımefendisi” olarak geçilmiş ve Lulu’nun annesi Rena adıyla tanınan Mami ile Sıra selviller civarındaki evlerinin balkonunda, arka planda bir cami minaresi görünen bir resimleri de var. İkinci bir resimde ise Mami evindeki ofis odasında bir masanın arkasında, elleri dizlerinin üzerine kenetlenmiş, bacak bacak üstüne atarak oturmuş. Üzerinde ekose bir etek var ve arkasındaki pencerenin eşiğinde çiçek saksıları görünüyor. Bu resim çekildiğinde Mami doksan sekiz yaşındaymış, Lulu da yetmiş’e yakın olmalıydı.
Yazı ünlü Türk Coğrafyacısı Faik Sabri Duran’la 1912 yılında evlenen İngiliz hanımefendisi Rena Duranla yapılan bir röportaj. Sorbonne üniversitesinde tahsil görmekte olan genç adam müstakbel eşine evlilik teklif edene kadar kendisini bir Fransız olarak tanıtır. Genç kız sevdiği adamın Türk olduğunu öğrenince hiç bir reaksiyon göstermez ve sadece “ sen İngilizce öğrenmek istiyorsun ve ikimizde seyahat etmekten hoşlanıyoruz, onun için Konstantinople’ ye yerleşmek benim için de sorun değil” demekle yetinir. Bunun üzerine genç damat adayı başına fesini geçirir ve genç çift resmi nikah için Londra’daki Türkiye Büyükelçiliğinin yolunu tutarlar. Türkiye’ye geldiklerinde, İstanbul’a hala Konstantinople denir ve yaşadıkları Pera bölgesinde hemen herkes Fransızca konuştuğundan Rena Hanım Türkçe öğrenmek için fazla bir çaba göstermez. Zaten Türkçesi hala kızı Lulu’nun ki gibi gibi akıcı değildir, ama Lulu’da Türkçe okurken zorlanır.
Faik Sabri Duran başlangıç da Mami’ye Türk olduğunu acaba neden söylememişti? Bence bunun nedeni din odaklı olduğu kadar politik de olabilir. Harp’ten önce Osmanlılar askeri alanda Almanya’nın etkisi altında idi ve İngilizlerle Orta doğuda ve diğer bölgelerde hep takışıyorlardı. Ayrıca Faik Sabri Bey bir Müslümandı ve belki bu nedenlerle Paris’de ilk tanıştıklarında ona her şeyi bir seferde açıklamaktan çekinmişti. Yazıdaki resimlere gelince: keşke Lulu ve annesinin daha önceki yıllara ait resimleri de olsaydı. Jan Claire, Lulu ile ilk tanıştıktan beri ardan 46 yıl geçmiş, ama gene de bu onların şimdiye kadar bulabildiğimiz tek resimleri olduğundan ben sevinçliydim.
İstanbul’a yerleştikten sonra Türk vatandaşlığına geçerek çifte vatandaş statüsü kazanan Rena Hanım İstanbul’u iki ayrı devrede anlatır: Cumhuriyet öncesi ve sonrası.” Cumhuriyet öncesi Pera dışındaki semtlerde kısa kollu elbise ile bir kadının taciz olmadan dolaşması çok zordu.Türk kadını o günlerden beri çok yol kat etti ve geriye dönmek istemiyor. O zamanlar erkekler tembel, kadınlar ise hırslıydı.”
Lulu’nun annesi İstiklal caddesi yakında Sıra Selviler caddesinde yaşarken fazla Türk hanımıyla tanışmamış. Birgün, Tarabya’daki ünlü Tokatlayan Hanın balo salonunda yalnız hanımlar için bir çay düzenlendiğini duyar. Bunun üzerine bir çarşafa bürünür bir fayton çağırır ve arabacıya Tokatlayan Han’a çekmesini söyler. Taksim’deki tepeden yokuş aşağı Boğaz kıyısına ve oradan da Tarabya’ya arabayla yol bir saatlik bir mesafedir. Olay daha önce Jan Clair’in bana anlattığı taksi şoförünün hikayesine benzer. Faytoncu en kısa mesafeden yokuş aşağı ineceğine, arabasını Boğaz tepelerinde dolaştırıp durur ve Mami arabacıya neden bu yoldan gittiğini sorduğunda bir cevap alamaz. Fayton sonunda Tokatlayan Han’a ulaştığında, insanlar onu aramaya çıkmıştır ve Rena Hanım çok kızgındır. Onu karşılamaya gelenler arabacının izahatını tercüme edince Rena hanım biraz olsun sakinleşir. Birinci Dünya Savaşının devam ettiği bu yıllarda ordu bütün atlara el koymaktadır ve zavallı faytoncu ekmek teknesini kaptırmamak için ara yollardan gitmek zorunda kalmıştır.
Rena Hanım Sıraselviler caddesindeki apartman katına ilk taşındıklarında etrafta ne kadar çok yeşillik olduğunu ve balkonlarından o zamanlar Boğazın o mavi sularının nasıl gördüklerini anlatır. Şimdi ise Boğaz manzarası yüksek apartmanlarla kapanmış, sokağın gürültüsü ise artmıştır. Tam bunları konuşurken aniden yakındaki camiden müezzinin ikindi ezanı sesi duyulur.
”İmamın insanları namaza çağırması güzel de, benim sevmediğim tarafı onun minareye çıkıp ezanı okuması yerine, günde beş defa bize bunu teybe alınmış kasetten dinletmesi”. Röportaj şu satırlarla biter:
Bunları söylerken sanki aniden bir şey hatırlamışçasına döndü ve
“Çay vakti!” dedi. Lulu demlenmiş çayı getirmek için mutfağa giderken Rena Hanım da elinde avuç dolusu kuş yemi ile balkona çıktı.
“Bu iki güvercin yıllar geçtikçe bana artık alıştılar.” derken güvercinler ayaklarının yanındaki yemleri yemeğe başlamışlardı bile.
Tokatlayan Hotel, Therapia
İstanbul’a seyahat tarihim yaklaştıkça Lulu’nun mezarını nasıl bulacağıma dair bir takım ip uçları aramaya başladım. Feriköy’deki Protestan mezarlığı içinde çeşitli milletlerden binlerce insanın yattığı bir mezarlık olduğundan, bu iş hiç de zannedildiği gibi kolay olmayacaktı. İnternet de yaptığım araştırmalar sonunda mezarlığın beş sayfa tutan çizim planlarını buldum. Mezarlık en aşağı altı bölümden meydana gelmişti: Alman, İngiliz,Amerikan, Ermeni,Hollanda,Norveç ve İsveç .Haritanın ne kadar eski olduğunu bilmiyordum, ama tabii ki harita da en geniş bölüm İngilizlere ait olan kısımdı. Beş sayfayı da taradıktan sonra sayfaların kenarlarındaki boş alanları makasla kestim ve parçaları bir jigsaw bulmacası gibi birleştirdim. Sonra da kendi kendime bu kadar çok mezar içinde bana yol gösterecek birisi olmazsa işimin ne kadar zor olacağını düşündüm.
Aradığım yardım Lulu’nun en yakın iki arkadaşından geldi; bunlardan birincisi Mary Berkmen halen İstanbul Teknik Üniversitesinin MIAM (Müzik İleri Araştırmalar Merkezi)Bölümü’nün Kütüphane Müdürü idi. Jan Claire bana kendisinin adını vermiş, fakat son yıllarda onunla irtibatı kaybettiğini söylemişti. Bunun da nedeni Mary’nin soyadını “Berkmen” yerine “Berkman” diye yanlış hecelediğinden olduğunu tahmin ettim ve internet de kısa bir araştırmadan sonra kendisinin iş adresini ve e- mail adresini buldum. Bayan Berkmen bana Lulu’nun bir resmini yollamakla kalmadı, kabrinin yerini de tarif etti: Lulu’nun mezarı küçük mabet’in kapısından ileri doğru bakıldığında hemen sağ tarafta ve çok yakında idi. Daha fazlası can sağlığıydı.
Lulu’nun diğer arkadaşı Mary Berkmen’inde arkadaşı olan Tengün Sevinçti.Tengün hanımla karşılklı yazışmalarımızda kendisi bana Lulu’nun gerçekten bir can dost olduğunu ,Lulu ile ilgili elinde birçok resim ve kitap bulunduğunu ve bunları paylaşmaktan memnuniyet duyacağını söyledi. Aynı zaman da Tengün Hanım Lulu’nun bir üçüncü arkadaşı olan Angela Roome ile irtibat kurdu ve bu hanım da bana çok yararlı olan şu bilgileri verdi :
Ben Lulu’nun arkadaşı Ike’ın ve şimdi adını unuttuğum, sonra’dan Amman Sultan’ına bir nevi danışman olan diğer bir Amerikalı’nın kapı komşusuydum. Her neyse uzatmayalım, yazınızda Lulu’nun bir tutkusu olan Scrabble oyunundan ve 1950 li yıllardan Lulu’nun ölümüne kadar ona çok yakın olan Adair Mill bey’den hiç bahsetmemeniz beni şaşırttı. Lulu zamanın önde gelen birçok entelektüel artistleri ve ressamları ile de arkadaştı. Sahnelerin ünlü oyuncusu Gülriz Sururi gibi birçoğu da hala hayatta.
Bütün bu bilgilerden sonra kendime tekrar güvenim gelmiş ve Lulu Projesini başarıyla sonuçlandırma konusunda olumlu düşünmeye başlamıştım.
18 Ekim, 2012
Mami ve Lulu, Mami'nin olumunden 2 yil once
Mezarligin Ingilizler Bolumu
Parcalarin birlestirilmesi
İki hafta sonra bugün inşallah İstanbul Atatürk Havaalanına inmiş olacağım. Bu sabah İstanbul’daki arkadaşım Selçuk Erarslan’dan bir e- mail aldım. Selçuk bundan önceki birçok İstanbul projesinde bana yardımcı olmuş hem bilgi toplamış, hem de fotoğraf çekip bana yollamıştı. Hem iyi bir arkadaş, hemde İstanbullite.com’ın İstanbulda‘ki temsilcisi olan Selçuk’tan Lulu Projesin de bana refakat etmesini ve yardımcı olmasını rica etmiştim.
Selçuk bana yazdığı mail de planladığımız, Feriköy mezarlığının da dahil olduğu dört numaralı gezinin provasını yaptığını söylüyordu. Selçuk gezinin provasını yapmakla kalmamış aynı zaman da Lulu’nun mezarını aramış, bulmuş ve hatta bana birkaç resim yollamıştı. Lulu ve annesinin müşterek mezarının dört fotoğrafı beni hem memnun etmiş hemde biraz şaşırtmıştı. Acaba kendim oraya gidip görmeden bu fotoğrafları şimdiden yazdığım yazının içine oturtup yayınlamalımıydım? Uzun uzun düşündükten sonra bu resimlerden uzaktan çekilmiş birini yayımlamaya karar verdim, eminim Jan Claire buna memnun olacak, ama benden gelecek yeni haber ve resimleri heyecanla beklemeye devam edecekti.
Lulu'nun Mahallesinde
"Muezinin okudugu ezan degil ama..."Minare dun ve bugun.
Gunumuzde Siraselviler
İki hafta sonra bugün inşallah İstanbul Atatürk Havaalanına inmiş olacağım. Bu sabah İstanbul’daki arkadaşım Selçuk Erarslan’dan bir e- mail aldım. Selçuk bundan önceki birçok İstanbul projesinde bana yardımcı olmuş, bilgi toplamış ve de birçok fotoğraf çekip yollamıştı. Hem iyi bir arkadaş, hem de İstanbullite.com’ın İstanbulda‘ki temsilcisi olan Selçuk’tan Lulu Projesin de bana refakat etmesini ve yardımcı olmasını rica etmiştim.
Selçuk mailin de planladığımız Feriköy mezarlığının da dahil olduğu dört numaralı gezinin provasını yaptığını söylüyordu. Selçuk gezinin provasını yapmakla kalmamış aynı zaman da Lulu’nun mezarını aramış, bulmuş ve hatta bana çektiği birkaç resmi yollamıştı. Lulu ve annesinin müşterek mezarının dört fotoğrafı beni hem memnun etmiş hemde biraz şaşırtmıştı. Acaba kendim oraya gidip görmeden bu fotoğrafları şimdiden yazdığım yazının içine oturtup yayınlamalımıydım? Uzun uzun düşündükten sonra bu resimlerden uzaktan çekilmiş birini yazıya koymaya karar verdim, eminim Jan Claire buna memnun olacak, ama benden gelecek yeni haber ve resimleri heyecanla beklemeye devam edecekti.
Bu dört numaralı gezi için bir Perşembe öğle saatlerini seçmiştim. Bu gezide Chicago’da ailesi ile oturan kardeşim Mustafa da bize refakat edecekti. Mustafa beraber çıktığımız İstanbul seyahatinde kendi arkadaşları ile geziyordu ama boş kaldığı zamanlar da benim gezilere katılıyordu ve bu öğlen üzeri de arkadaşları ile buluşmadan önce böyle boş bir saati vardı. Mustafa ile vapurla Kadıköy’den Beşiktaş’a geçtik ve buradan yürüyerek Kabataş’taki Funicular İstasyonunda Selçuk’la buluştuk. Modern metro bizi birkaç dakika içinde yer altındaki dik yokuştan Jan Claire’in 1960 larda Lulu ile ilk tanıştığında yaşadığı Sıraselviler caddesinin yakınındaki Taksim meydanına çıkardı. Taksim bugün hala o eski günlerine benziyordu: ortada Hürriyet Abidesi, kuzeyde Taksim Gezisi, doğuda Opera binası ve Taksim’e adını veren su dağıtım istasyonunun yanındaki İstiklal caddesi ya da Rue de Pera. Sıraselviller caddesi, meydanda İstiklal caddesinin hemen yanındaki ilk caddedir. Sıraselvillerin yanındaki caddede de Jan’in bahsettiği bir zamanların ünlü Park Otel’i vardı. Bu yokuştan aşağıya Dolmabahçe’ye İnönü stadyumuna ve Atatürk’ün son günlerini geçirdiği Dolmabahçe Sarayı’na inilir. Kuzey de Gümüşsuyu istikametine giden yolun önüne birkaç gün önce tahta perdeler konulmuştu. Anlaşılan Taksim meydanının o tarihi görüntüsü ve yeşil alanı Gezi Parkını, altından otoyollar geçen sevimsiz bir beton yığınını haline dönüştürmenin ilk adımları atılmıştı.
Hep beraber Sıraselviler caddesine doğru yürüyoruz. İstiklal Caddesi ile Sıraselvilerin bir zamanlar Kristal Büfenin olduğu kavisli köşesinde şimdi birçok döner ve fast food dükkanları görülüyor arka planda San Triada Ortodoks Kilisesi eski ihtişamı ile yükseliyordu. Yolun ağzında hemen solda altmış ve yetmişli yıllarda bir zamanlar Zeki Müren gibi ünlü ses sanatçılarının boy gösterdiği Maksim Gazinosu büyük bir yeniden yapılanma içindeydi. Plastik örtülerle üzeri kaplanmış binanın ön yüzündeki heykel ve freskler aynen korunacak, ama binanın arkaya doğru koca bir blok boyunca giden gövdesi muhtemelen beş yıldızlı bir otel’e dönüştürülecekti. Şimdi Zeki Mürenin sık sık Lulu’nun apartmanına gelişine mana verebiliyordum, Maksim gazinosu evinin o kadar yakınındaydı ki!.
Solda Belçika Konsolosluğunun önünden geçiyoruz, yolun iki tarafında butikler ve fast food dükkanları birbiri ardına sıralanmış. Gene burada Park Otel adında dört katlı bir Otel’in önünden geçiyoruz ama bu bir zamanların ünlü Park Otel’i değil. Çukurcuma’ya doğru inerken karşımıza Mami ve Lulu’nun Cumhuriyet Gazetesindeki resminde görülen camiye benzeyen küçük bir caminin minaresi çıkıyor. Caminin yanındaki apartman büyük bir olasılkla Lulu’nun annesi ile sonradan taşındığı ve hayatlarının son bölümünü geçirdikleri apartman olmalı.
Mustafa Çukurcuma semtini çok merak ediyor. Bu semt özelikle Orhan Pamuk, Masumiyetler Müzesi adlı romanını yazdıktan ve aynı adlı müzeyi burada açtıktan sonra çok önem kazandı ve bir anda özelikle yabancı turistlerin ilgisini çekmeye başladı. Arnavut kaldırımlı dar yolun iki tarafında antikacı dükkanları ile dolu ve turistler ellerinde haritalar bir aşağı, bir yukarı volta atıp duruyorlar. Önce köşe başındaki Asri Turşucu da durup lahanalı acı turşu suyu içerek kısa bir mola veriyoruz. Sonra gene burada son zamanlarda Yalan Dünya gibi popüler televizyon dizilerine mekan olan ve ünlü yazar Orhan Kemal’in müzeye çevrilmiş evinin ve birçok ünlü artistin evlerinin olduğu Cihangire doğru yürüyoruz. Burada Selçukların dedelerinden kalan ve her katında ailesinin fertlerinin yaşadıkları dört katlı bir apartmanları var. Selçuk Mustafa ile beni evlerinde birer kahve içmeye davet ediyor. İkinci bir mola verip eşi Beyhan Hanım’ın yaptığı nefis kahveleri içerken balkondan İstanbulun o nefes kesici manzarasını seyrediyoruz: Kuzeydeki Boğaz köprüsünden, Üsküdar’a, Kız Kulesinden Prens Adalarına, camileri ve kiliseleri ile ünlü tarihi yarımadadan Haliç kıyılarına....Kahveleri içtikten sonra Mustafa ile ayrılıyoruz ve Selçuk’la ikimiz Taksim’e doğru bu defa yokuş yukarı çıkmaya başlıyoruz. Yolumuzun üzerinde bir sokak tabelası dikkatimizi çekiyor: Dr. Mehmet Öz Caddesi. Burası bir zamanalar ünlü Doktor ve Televizyon şahsiyeti Doktor Oz’un yaşadığı sokak. Selçuk fotoğraf makina sını alıyor ve benim bir resmimi çekiyor: Mehmet C. ÖZmeral.
FERIKÖY PROTESTAN MEZARLIĞI
Lulu ve Mamiyi ziyaretle gorev tamamlandi
"Lulu hayvanlari severdi" T.Sevinc
Selcuk mabedin onunde
Ben İstanbul’a gelmeden birkaç önce Selçuk Feriköy mezarlığına hangi otobüslerle gidileceğini öğrenmiş ve yapacağımız ziyaret’in bir provasını yapmıştı. Taksim den Şişle’ye giden yol, inşaat için konulan tahta perdelerle kapatılmış olduğundan yıkımından önce belki de son defa Taksim Gezisinin içinden yürüdük ve Divan Oteli’nin önünden geçen ilk Şişli otobüsüne bindik. Şişli de otobüs den indikten sonra otobüs durağından on beş dakikalık bir yürüyüşle Feriköy Protestan mezarlığını çevreleyen duvarların önüne vardık. Yüksek duvarlardan içerisi görünmüyordu ama Roma tipi sütunlar arasındaki giriş kapısından içeriye göz attık. Kapının üzerinde Latince olarak:
Evangelicorum Communne Cemetrium
yazıyordu. Demir kapının arkasındaki görevli kulübesinde kimsenin olmadığını görünce kapıyı iterek açtık ve içeriye girdik. Parke taşlı yoldan yürüyerek önce mezarlığın Almanya bölümünden geçtik, sonra “Armenia” yazılı kapının önünden yürüyerek ortasında küçük bir kilise olan İngilizlerin olduğu kısıma geldik. Anlaşılan mezarlıkta hummalı bir ağaç kesme ve budama faaliyeti vardı ve birçok kesik dal, ağaç gövdesi ve yapraklar yollara ve mezarların üzerine düşmüştü. Mezarların çoğu tipik Türk mezarlarında olduğu gibi altında yatan kişinin kabrinin sınırlarını belirleyen alçak duvarlarla çevrili idi. Çoğu mezar taşının üstüne kazınmış Hristiyanlığın alameti olan; ya bir haç, ya bir melek heykelciği ya da başka bir sembol vardı. Mezar taşlarında yazılı isimlerin çoğu İngiliz isimleri idi ama özelikle kadınların soy isimlerinin çoğunun Türkçe olduğu dikkati çekiyordu.Bunun nedeni de burada yatan kadınların çoğunun bir Türkle evlenmiş olması veya çoğu Levantenin yaptığı gibi bir Türk soy ismini adapte etmiş olmalarıydı. Yeni mezarlar oldukça bakımlı gözüküyor, buna karşılık eski tarihli olanlar yılların getirdiği eskime ve aşınma ile ve üstlerinde biten yüksek otlar ve kırık mezar taşları içinde kendi hallerine terk edilmişliği yaşıyorlardı.
Önümden gidip yolu gösteren Selçuk mermer duvarlı, mezar taşında bir haç ve iki isim olan bir mezarı işaret ederek, ”İşte abi Lulu’nun mezarı burada “ dedi.
Mami ve Lulu’nun kabrinin üzerini ince bir çim örtüsü kaplamıştı. Siyah bir çoban köpeği sanki bize Lulu’nun nerede yattığını göstermek istercesine mezar duvarlarının üzerinden atlayarak üzerinde şu satırlar yazan mezar taşının yanında durdu:
CORRINNE DURAN LULU DURAN 1890-1995 1914-2003 Kısa bir süre için ikimizde sessiz kaldık. Ben her iki hanımefendi ye de taziyelerimi yerine getirdikten sonra parke taşlı yoldan küçük sunak kilise’ye doğru yürüdüm. Mabed’in kapısı kilitli olduğundan geriye döndük ve Almanya bölümünden geçerek dışarıya doğru yürüdük. Mezarların içinde yürürken hem Lulu’nun yaşamını düşünüyor hem de sonunda dostum Jan Claire verdiğim sözü tutmanın mutluluğunu yaşıyordum. Mezar taşları içinde yürürken üzerinde Almanca yazılmış bir kitabe dikkatimi çekti:
Geliebt, gelebt und nie vergessen
Ne kadar da doğru diye düşündüm, aynen burada yatan hanım gibi Lulu ve Mami de sevildiler, yaşadılar ve hiç unutulmadılar.
Faik Sabri Duranin kitaplari ve Tengun Hanimin misafirperverligi
Selçuk’un birkaç gün önce provasını yaptığı gibi Şişli’den Akatlar’a giden otobüse bindik ve Tengün Sevinç’in Gazeteciler sitesindeki sokağına vardık. Selçuk daha önce kendisi ile konuşmuş ve Perşembe günü saat 15:30 dan sonrası için randevu almıştı. Tengün Hanım Lulu’nun yakın arkadaşı idi ve bize onunla ilgili evrak, resim ve bilgileri paylaşmaktan mutluluk duyacağını iletmişti. Eğer Lulu bugün yaşıyor olsaydı doksan sekiz yaşında olacaktı, dolayısı ile bizi evine davet eden hanım’ ın yaşının en az seksenlerin sonlarında olduğunu tahmin ediyorduk, ama Selçuk telefondaki sesinin kendisine çok daha genç birisi intibanı verdiğini söylüyordu.
Tek katlı bahçe içindeki kapının zilini çaldık ve kapıyı açan ve Lulu’nun yaşından en az otuz yaş küçük olan bir hanım kapıyı açtı ve “buyrun, hoş geldiniz “ diyerek bizi içeriye buyur etti. Çoğu Türk evinde adet olduğu üzere ayakkabılarımızı çıkararak içerisinde yuvarlak bir masanın ve iki büfenin olduğu odaya girdik. Bu oda’dan tek bir basamakla aşağıda kanepe ve koltuk takımlarının olduğu ve büyük penceresinden dışarıda güzel bir manzaranın görüldüğü oturma odası vardı. Tengün hanım nasıl rahat edersek oraya oturmamızı söyledi, biz de yuvarlak masa başına oturduk. Yanımızda ki büfenin üzerinde Lulu’nun olduğunu tahmin ettiğim resimler görünüyordu. Tengün Hanım bize hazırladığı tatlı ve tuzlu kurabiyeleri ikram edip bardaklara çaylarımızı koyduktan sonra içerideki odaya gitti ve kutular dolusu fotoğraflar, albümler ve evraklarla geri gelerek bunları muntazam bir şekilde masanın üzerine koydu ve Lulu’yu anlatmaya başladı.
“Ben Lulu ile ilk tanıştığımda, o İstanbul Üniversitesi Metodoloji bölümünde öğretim görevlisiydi. Ben o zaman İngiliz Filolojisi Fakültesinde çok genç bir öğrenciydim ve zannederim İngiliz aksanım Lulu’nun dikkatini çekmişti ve bu nedenle bana ilgi gösterdi. O bütün öğrencilerini çok sever onlarla ilgilenir ama özellikle gençlerle beraber olmayı severdi. Bir gün İngilizce Gramer hocası hastalanmıştı ve Lulu bana onun yerine ders’e girmemi söyledi.
O kadar gençtim ki, kati suretle ders’e girip hocalık yapamazdım. Ama o bana o kadar moral verdi ve ısrar etti ki sonunda onu kıramadım ve yedek hoca olarak derse girdim. Ve gerisi de tarihtir, o gün bugün öğretmeye devam ediyorum.”
Tengün Hanım Lulu’dan bahsederken bir taraftan da Faik Sabri Duran’ın Büyük Atlasını ve Lulu’nun Amerika Yolculuğu kitabını ve diğer kitaplarını masaya serdi. Daha sonra Lulu’nun annesi, babası ,anneanne ve dedesi ile Londra günlerinden kalan albümler, Faik Sabri Duran’ın kazandığı mükafat ve nişanlar, diplomalar ve fotoğraflar....Selçuk Tengün Hanım’a Lulu ile ilgili bu kadar doküman ve fotoğrafı nasıl oluyor da kendisinin sakladığını ve Lulu’nun başka akrabalarının olup olmadığını sordu.
“ Lulu çok iyi bir arkadaştı ve bana çok yakındı ve önemli vesika ve resimlerinin saklanması için bana güvenirdi. O öldüğünde cenazesine gelen pek akrabası olmadı, sonradan tahmin edebileceğiniz nedenlerle ortaya çıkanlar oldu tabi. Faik Sabri Duran annesini boşayıp başka bir kadınla evlendiği için baba tarafı zaten ona hiç yakın olmadı.”
Tengün Hanım şimdi bize Lulu’nun gençlik resimlerini göstermeye başlamıştı. Sararmış siyah beyaz resimlerden birinde Lulu Kilyos da bir şezlongun üstüne uzanmış, bir değerinde ise ünlü tiyatro oyuncusu Gülriz Sururi ile ikisi de mayo ile Kilyos sahillerinde görülüyordu.
“ O tiyatroyu, resmi, müziği çok severdi ve zamanın ünlü sanatkar ve artistlerine çok yakındı. Zannederim bu arkadaşları içinde en ünlüsü Zeki Müren di. Bazıları onun bazı arkadaş seçimlerini tartışır ama onunla beraber olmaktan hep memnuniyet duyarlardı. Onun değişik düşünce ve zevkleri olan insanları bir araya getirmek gibi bir mahareti vardı ve bir şekil de bu insanların birbirleri ile uyumunu sağlardı. Adair Mill böyle yakın bir dostuydu. Onlar çoğu zaman bir araya gelip birlikte scrable oynarlardı ve biz Adair’in onun erkek arkadaşı olup olmadığını bilmiyorduk. Adair atheist bir düşünceye sahipti ve Lulu’nun diğer yakın arkadaşı Robinson ise bir Anglikan rahibi idi ve bu resimde de gördüğünüz gibi aralarında gayet de güzel geçinirlerdi.”
Tengün hanım bizimle Türkçe konuşuyor ama araya İngilizce deyimler de sıkıştırdığı oluyordu. Çaylarımızı ikinci defa tazeledikten sonra kendisine Lulu’nun büfenin üzerinde duran fotoğraflarından biriyle resmini çekmeyi arzu ettiğimi söyledim. Kucağında bir kedi olan bir resmi eline alarak:
“ Lulu ev hayvanlarını çok severdi. Öldüğünde iki kedisini de evlat edinmek zorunda kalmıştım. Birkaç sene sonra onlar da teker teker öldüler.”
Saat beşe geliyordu ve bizim hala bugün tamamlayacağımız bir ziyaretimiz daha olacaktı. Tengün hanım’a gösterdiği misafirperverlik ve Lulu hakkında verdiği bilgiler için teşekkür ettik. Gitmeden önce albümlerden Lulu’nun resimlerinden birini seçip alabileceğimizi söyledi ve,
“ Lulu için yaptığınız bu iş çok güzel bir şey. Lulu etrafınızda olmasından mutluluk duyacağınız bir insandı ve o bu suretle hiç bir zaman unutulmayacak.” dedi.
Albümde ki resimlerden rastgele birini seçtim, Tengün Hanım’a veda ederek evden çıktık ve otobüs durağına doğru yürüdük.
Cem Özmeral 26 Kasım 2012 Dublin, Ohio
A Young Lou Lou with her mother and grandparents
Lulu and Gulriz Sururi during Kilyos trip
Father Ian Sherwood, Lulu and Adair Mill
" I remember a picture of Lulu in bathing suit in Kilyos" Jan Claire
HİKAYE'YE OKUYUCU YORUMLARI (İNGİLİZCE)
A note from Jan Claire
On Mon, Nov 26, 2012 at 10:14 PM, Jan Claire wrote:
Cem, I cannot thank you enough for such a sweeping tribute to, and for such wonderful information about Lulu. The pictures are simply awesome, and so many good memories came back through the pictures you were shown. I will look at them often. Also wonderful you found Tengun. The whole thing has traveled me back to "my era" in Turkiye and so many memories came washing ashore!
Thank you.
Jan
Lulu's Story makes the first Page at merhabaturkey.com
Istanbullite.com finds an old friend
Cem Ozmeral,(left) so closely associated with our friends at Golden Corral Restaurants, has become a valuable friend of our owner/publisher here at MerhabaTurkey.com, Jan Claire. Over the years, Cem's organization has supported our military veterans with free meals on Veterans day, and, being born a Turk who emigrated to the U.S., Cem ("Jim") and his friend Jan have become best friends. In the course of daily conversation, Jan has related his continuing interest in Turkey, and over time he spoke with Cem about one person whom Jan and his friends were close to in Istanbul, a four hour ferry boat trip from their base at Karamursel. As Jan related more and more tales of Lulu's hospitality, her life as an english teacher in Istanbul's major universities, her parties and the many tours of Istanbul she gave to her U.S. military friends. Lutfiye "Lulu" lived on Siraselviler Caddesi(Cypress Street) in a small home with a large garden. Her friends joined her in wonderful dinners at popular Istanbul restaurants, and good times traveling around the Bosphorus area up to Black Sea's resorts. Cem became fascinated by Jan's frequent question: "whatever happened to Lulu (at right, in 1959) after I left Istanbul?" So Cem did what Jan never could do: he recently flew to Istanbul, nosed around, found that Lulu had died back in 2003 at age 89, is buried in a cemetery (above) in the Pera area of Istanbul, and he took pictures of the gravesite, found old pictures of Lulu taken before then, and even information about her mother "Mumzy" (Corrinne) who lived to 105 years of age! The full story of his adventure is found on his popular website HERE. Cem discovered information, as well, about Lulu's famous father, Faik Sabri Duran, a noted geographer who's Buyuk Atlas has been the predominant geography text in high schools and colleges for a long time. Duran did much in the mapping of the Aegean areas of Turkey and Greece as well. As Jan told us upon receiving the many photos Cem has now posted on his web pages (link above), "Cem is my Turkish God. He has done the biggest favor one would ever receive, and I will never be able to repay him because knowing the rest of the story which took place after I left Turkey is beyond valuable to me."
Thank you, Cem, from all of us here at "web central." Marie Donnelly, Sr. Intern MerhabaTurkey.com
E-mails from Tengün Sevinç and Adair Mill
Cem bey, thank you for sending me this and also for the photographs you previously took. I apologize for not being able to write and thank you before. First I'd like to say how much I enjoyed meeting you and your friend, Selçuk bey. I've finished reading the book you gave me, 'Sur içinden Istanbul', and found it very informative and entertaining. Just the sort of reading I am also interested in. I also found your comments on places and customs in the past that are 'history' now, so true and poignant. My memories of Istanbul are from 1961 onwards. Before that I was in England with my parents. But still, words like 'terkos' for tap water are so familiar to me! I feel I must have misled you when I said I was a friend of Lulu. The age difference is huge, I know, but she never made me feel that I was anything else but a friend. Otherwise I couldn't have called her by her first name. One of her best friends was Adair Mill, who came to Turkey in the late 1940s, and taught at Istanbul University, and later was the Director of Studies of ITBA (Istanbul Turco-British Association), which was a small language school affiliated to the British Council in Ist., but grew in leaps and bounds under his directorship to become a highly popular and successful teaching enterprise. He's 92 now and is not very mobile, that's why I hoped to take you over to see him. His mind is as active as ever and he still does translations for Türk Tarih Kurumu and for Doğan Kuban. His memory of the old days is amazing. You would have found him extremely interesting and entertaining. When Lulu was a student at university her best friends were Mina Urgan and Halet Çambel. The latter became professor of Eng. Lit. and the former, Prof. of Archeology. There are many pictures of them all together in one of the albums. Adair Mill was interviewed and asked to teach at the English Philology Dept. by Halide Edip Adıvar, who also was Mina Urgan's teacher. I met Lulu in 1965. I had just started studying in the Eng. Philology Dept. Mina Urgan 'did' Shakespeare and Lütfiye Duran 'did' Methodology and Precis writing. She was an extremely entertaining teacher and made grammar learning fun. At the time, she was living in the street off Sıraselviler, past the Marble Hotel(present name), and before the German Hospital. The street or narrow one car alleyway was called Aslanyatağı Sokak. A very short, narrow, sharp left, sharp right, one lane down past a small hotel, which was right opposite where Lulu lived. When you turned left into Aslanyatağı and left again straight ahead was a narrow, tall, old building called 'Jones Apt.' Mummy lived on one of the floors there. I remember thinking it was a bizarre joke. I couldn't believe that it was possible to have a 'Jones Apt.' in Turkey, especially in a street named Aslanyatağı. It all added to the experience of knowing an adult (Lulu) who was unlike any other adult I knew. She was fun and wise whereas others were just boring. Lulu's place was the ground floor flat, round the corner, with a large porch and small garden overlooking the small hotel. While I was still a university student, Lulu persuaded me to substitute for an Eng. Lang. teacher at the ITBA. Lulu herself taught there, as well as at the university and various other places. She always advised me 'Never keep all your eggs in one basket'!! But she didn't teach at Robert College, as you mentioned. In your description, there's a picture of Lulu and Mummy on a balcony. That is not the Sıraselviler house but a flat in Ayazpaşa, past the German Consolate, on the right, as you go down the hill, in what used to be called Bağodaları Sok. They lived halfway down that street in İzim Apt., with their windows facing a mosque ( not the Cihangir Mosque). Bağodaları Sokak is now called Tarık Zafer Tunaya Sokak (named after the gentleman who was the landlord of Lulu's flat in İzim Apt. Tarık Zafer bey's wife was a frequent visitor to Lulu. I have many memories of both places. In Alsanyatağı Sok., she used to have lots of parties with lots of interesting people. She wouldn't have moved if she hadn't had to. She'd had asthma from when she was very young and the house in Aslanyatağı Sok. was dark and damp and no sunshine. In the İzim Apt. flat, she was older then. No more wild parties, but lots of tea parties and interesting lunches. She loved people to visit her. Another error I'd like to point out is that I live at Gazeteciler Sitesi, not Profesörler Sitesi, and the person I substituted for was a teacher of English grammar at the ITBA. He wasn't a professor of Eng. Lit. Thank you again for all your work and for sharing it with everyone. I look forward to your further writings and perhaps next time you come I can show you Lulu's bookcase with all her books which I have downstairs. I forgot about it when you were here. And when you write to Jan give him my best wishes say I understand why Lulu made such a deep impression on him. My best wishes to you and your family in the new year. Best Regards, Tengün Sevinç
Dear Tengün Hanım,
Thank you very much for your nice e-mail and kind words for the "'In Search of Lulu" story and my book. Thank you for all the additional information and corrections in your mail which will make the story more complete. I made all of the corrections and added the information about Adair Mill and Mina Urgan to the English text. I also copied your e mail to the Readers' Reactions section. The only thing I did not change in the story is your very nice and detailed descriptions of the streets in the Siraselviller and surrounding districts. I thought Jan as well as other readers can enjoy reading this part directly from your mail. Soon, I will also make the corrections in the Turkish text too.
Selcuk and I really enjoyed our visit to your house and were grateful for all the information you gave us about Lulu and for your hospitality. The story I wrote is not perfect nor complete, but at least it will tell people who never knew her, what a fine and fun lady she was and this way she will be never forgotten. Hopefully on my next visit we can all meet together including Mr. Mill.
Size, ailenize ve sevdiklerinize sağlık ve mutlulk dileklerimle.
Cem Özmeral
Dear Cem Özmeral,
I read your account of the results of your search for lulu with very great interest but I very much regret that we weren`t able to meet and talk over some points.I don`t know whether there is any point in doing so at this late stage but there are one or two points I should like to make.
I have no idea how this "mumzy" nickname arose. I am certainly not aware of it. As for Lulu`s friendship with Zeki Müren and Gülriz Sururi this is the first I have heard of it but unawareness is no proof of anything. Nor did I ever hear of Lulu having translated any musicals. You describe her as "motherly". I should think that is the least likely epithet to be applied to her. I never knew of her taking part in any walking, hiking or running activities, but again that is purely negative and no positive proof. Nor was I aware that she knew more than a smattering of German or Italian. It is a pity that you didn`t get "Mummy`s" account of how she became a Turkish citizen as that was quite amusing. As for the photograph of Lulu and her mother on their balcony with the minaret in the background, that was taken in their flat in Ayazpaşa. The flat in Sıraselviler had no balcony.I t was a ground floor flat opening on to a garden with the hotel you mention opposite.The name was neither "Parc" nor "Park"but I`m afraid I can`t remember what it was. By the way,it might be of note that Lulu and her mother lived together in the Ayaspaşa flat until her mother` s death . The relations between were sometimes rather strained. I have no knowledge of any catholic priest but both mummy and Lulu were visited by an Anglican parson whose name a can`t remember and later by Ian of the Crimean chapel.
I was at Lulu`s funeral,naturally, but I never returned to the cemetery to visit her grave, so it was a real shock to me to see from your photograph that the name given on the tombstone was "Lulu" instead of her own name.
Kindest regards,
Adair
Dear Mr. Mill,
Thank you very much for your input and corrections to the Lulu story. If I only knew your e mail address, I would have certainly contacted you. Mrs. Sevinc was kind enough and offered to bring us to your house after our visit. But I only had two weeks in Istanbul and I had asked her if we could all meet in a cafe or caybahcesi, but that did not materialize.
It is never late,I will put the whole mail to the end of the story and make the corrections about the Ayazpasa apartment and Father Ian Sherwood being an Anglican. As far as subjective descriptions like " motherly'' made by Jan Claire, I will leave in tact. Same with the languages she spoke , musicals, trips and hiking etc. That was how Jan described it and how he remembered after fifty years, I will leave those alone.Mrs Sevinc also does not recall " mummzy ", so I will take that out.
Again, thank you and I am so sorry I did not get a chance to meet you. Once I make the corrections, I will send you the link.