Son günlerde İstanbullite sitesi dolayısı ile müzisyen arkadaşlarım çoğaldı. Size onlardan ve müziklerinden bahsedeceğim, ama önce müzik benim için ne anlama geliyor ve hayatımdaki yeri ne, biraz bunu irdeleyelim. Müzisyenlerin çoğu, müzisyen ailelerden doğar, bizim öyle bir şansımız olmamış. Annem İstanbul’da ilk okuldan beri hep Fransız okullarında okumasına, ve İstanbul Üniversitesi Fransız ve Roman Filolojisi bölümünden mezun olmasına rağmen nedense ailesinin teşviki olmamasından olsa gerek, fazla müzikle ilgilenmemiş. Babam babasını dört yaşındayken kaybetmiş. Babannem dört oğlunu büyük güçlüklerle yetiştirmiş. İçlerinde tek yüksek tahsil yapan Babam olmuş. Heybeli adadaki Deniz Lisesi yıllarında hafta sonları eve dönünce boş zamanlarında keman çalarmış. Rahmetli Amcam yıllar önce teybe aldığım söyleşisinde şöyle diyordu: ” Çok fakirdik, akrabalarımız bize kardeşim Hamza için : “Keman çalmalı ama, barsaklar keman çalmamalı” derdi.
Babam kendi gayreti ile hep burs kazanarak okuyor. Harp ten önce Berlinde devlet bursu ile Humboldt Üniversitesinde okumaya gidiyor, harp çıkınca İstanbul’a geri dönüp Robert Kolejde okulu bitiriyor. Sonra da Boston da ki M.I.T. üniversitesinde Master yapıyor. Tabii Boston klasik müzik severler için bugün olduğu gibi bulunmaz bir cennet. Üsküdarlı fakir ailenin çocuğu, Bostonda klasik müziğe vuruluyor. Her hafta sonu ya Boston Pops’ın konserinde yada Boston Senfoni orkestrasının. O zamanlar, Boston Senfoni orkestrasının şefi, ünlü Arthur Fiedler. Frank Sinatra 21 yaşında yeni yeni şöhret olan genç bir şarkıcı. Babam onu bir gece kulubünde dinlediğini anlatırdı.
İstanbulda’ ki, evimizde hala bir konsol plaklık vardır, iç kapağı çekilince açılan, 1939 yılından kalma Almanya’ dan getirdiği Telefunken. Hemen yanında 1958 yılından kalma Grundig müzik dolabı. Yatak odasında camekanlı bir kitaplık içinde Bostondan buraya getirılmiş, taş plak albümleri. Albüm derken, ciltli kitap şeklinde, içinde ikişer, üçer 33 lük plaklar, Beethovenler, Mozartlar, Tcaichkovskiler, operalar, senfoniler. Çocukluğumdan hatırlarım, babam evimizde geceleri bazen bir kadeh viski eşliğinde bunları dinler ve gözleri nemlenirdi . Artık Boston’daki günlerini mi, yoksa ilk gençlik yıllarını mı hatırlardı bilemiyorum.
Biz üç erkek kardeşiz. Annemiz ve babamız o zamanlar büyük fedakarlıklar yaparak bizleri özel liselerde okuttu. Ben Sankt Georg Avusturya Lisesinden, diğer kardeşlerimde Fen Lisesi ve Robert Kolejden mezun oldular. Babam bir yerde bizim yolumuzuda cizmişti. 1970 lerde büyük kardeşim Cenan talebe olaylarına sıkça karışıyordu, hatta bir keresinde inzibatlar evimizi aramıştı. Ben o sıralar Siyasal Bilgilerden mezun olmuş, Tekirdağ’da askerlik yapıyordum. Babam her ikimizin de sol içerikli kitaplarını Apartmanın kazan dairesine saklamıştı. Bütün bunlardan endişe duyan bir baba olarak ikimizi’de Amerika’ya gitmemiz için hep teşvik etti . 1971 de Cenan, 1972 de de ben, Master için Pennsylvania eyaletindeki Penn State Üniversitesine geldik. 1980 lerde de küçük kardeşimiz Mustafa , o zaman yaşadığımız Lousiana’nın Baton Rouge şehrinde bize katıldı.
Bütün özel okullar para gerektiriyordu ve bu nedenle bütün fedakarlıkları yapan anne ve babamızın ne kendileri için nede bizler için müzik olsun diğer aktiviteler için olsun ayıracak paraları ve bu konuda aileden gelen herhangi bir deneyimleri yoktu. Müziği sevmeyen, insan düşünebilirmisiniz ? Bende küçük yaştan itibaren müziği herkes gibi belkide herkesten farklı olarak sevdim. Bu farklılık yada benzerliği izah edeyim.
Küçük yaşta duyduğum klasik müzik sesinden sonra beni gene o yılların devamında en çok etkileyen ses Kocamustafapaşa’da anneannemin evinde özellikle Ramazan günleri, top atılmadan önce radyoda çalınan ney sesidir. Lise yıllarında Beatles’dan önce Shadows ve Cliff Richard’ı sever ve dinler, lise sonlarda ise Sylvie Vartan hayranlığı yaşardım. Ankara’da Siyasal bilgilerde okurken ki arkadaş gurubum Klasik Türk müziği severdi ve biz çoğu gece bir şişe ucuz şarap eşliğinde şarkı ve türkü söyler, paramız olursa da bazen Beyaz Parkta Yaşar Özel ve Emel Sayını dinlemeye giderdik. Gene bu yıllarda Ruhi Su’yu canlı olarak dinlemiş ve Aşık Veysel’e hayranlık duymuştum. Üniversite ikinci sınıfındayken benden dört yaş büyük bir kıza aşık oldum. Onunla bir kaç defa Operaya gitmiştik . Sonra bir gün bana telefon etti ve nişanlandığınıve yakında evleneceğini söyledi. Biraz melonkoli yaptım o zamanlar, müzik dolabının başına geçip babamın taş plaklarından, gözlerim nemli Puçini’nin Tosca operasına dinlerdim. Askerliği bitirdikten sonra İş Bankasına Müfettiş olarak girdim. Ailece tanıştığımız bir ailenin sonradan filim ve tiyatro sanatçısı olacak kızları ile nişanlandık. Kısa süren ama beni o zamanlar çok etkileyen bu ilişki sırasında Ankarada devamlı klasik müzik konserlerine giderdik. Konserleri, o da severdi, bende.
Amerika’ya geldiğimde Jim Croje yeni ölmüştü, “time in bottle,”ı kardeşim Cenanın beyaz Mustang’inde dinler sonra bara gider, draft bira içer ve kızlarla Barry White’ın müziğiyle “bump” dansı yapardık. 1975 de Sitare ile İstanbulda nişanlandık ve Columbus’ da evlendik. 1980 lerde Baton Rouge da yaşarken eşim Sitare ile beş yıllık evli idik ve Aslı adındaki ilk kızımız iki yaşında idi. Sitare nin Türk müziğiyle fazla bir teması olamamıştı, pop müziğini seviyordu ama Klasik Türk müziğini hiç ama hiç. Barış Manço ve Cem Karacaların zirve yaptığı yıllarda, Türkiye’den kaset getirmek bir meseleydi bazen kısa dalga radyodan Türk müziğinin her türlüsünü dinlemeye çalışırdım. Hafta sonları New Orleans’a gider Sitare ile George Benson’ı dinlerdik. Bourbon Street’e az takılmazdık, Jazz’da güzeldi, “crawfish” yiyerek “Cajun” dansları yapmakta.
1985 yılında tam on sene sonra ilk defa Türkiye’ye gittik Sitare ve Aslı ile. O zaman beş buçuk yaşında olan Aslı, Cem Karaca’nın Nazımdan olan “Ben Bir Ceviz Ağacıyım.. “şarkısını anında ezberlemiş ve söylemeye başlamıştı. Bizde Sitare ile Bodrumda, Kuşadasında, Marmaris’de el ele gezdiğimiz her yerde İbrahim Tatlı Ses’in “Dum Dum Kurşunu” şarkısını duyuyorduk. Seksenlerin sonunda küçük kızım Esra’yıda alıp Türkiyeye geldiğmizd , Bodrum’ da her gece “mavi mavi” çalıyordu.
Böyle devam edersek bugüne kadar iş uzayacak, yılları bırakalım ve biraz felsefe yapıp birazda müzisyen arkadaşlarımdan bahsedeyim. Bir müzisyen için müzik nedir, bunun tarifini yapacak en son kişi benim ama gene de küçük bir yorum getirelim. Müzisyenler her tip müziği sevmezler bu da normaldir kendi alanlarındaki müzik tipinden duygulanır ve beste yapar ve icra ederler. Bu müzik tipi onların ruhunu okşar, kulakları o sesleri algılar ve o sesler ile yaratıcı olurlar. Benim ise ne yazık ki öyle bir müzik kulağım yok. Galiba müzik benim ruhumu okşuyor ama birazda bu beynimle ilgili. Hatıralar, olaylar, hasretler içinde bulunduğum ortamlar benim müzikde seçenek yada seçeneksiz olmama tesir ediyor. Benimde sevmediğim müzik tipleri tabii var, ama ben müzik yapan her türlü insana saygı duyuyorum. Örneğin İbrahim Tatlı Sesi alalım, özelini seversin sevmezsin, başka mesele. Onun güzel bir lafı vardır : “Urfada ‘Okusford’ vardı da bizmi gitmedik?”. Tatlıses Nashville Tennessee’de, Elvis de Urfada doğsalardı, acaba ne olurdu?
İbrahim Ses beni hep duygulandırır, çünkü o Türkiyenin bir gerçeğidir, çoğu Anadolu insanın seslerinden biridir. Ama bizim gibi okumuş, Batı kültürü almış çoğu kişi o tip müziği küçümser ve aşağılar yozlaşmış bulur. Halbüki onda ne ağıtlar, ne içten sesler, ne ezgiler vardır. O nedenle bende derim ki, Urfa’da, Antep’te, Adana’da Boston Pop’s vardı da insanlar oraya gidip demi Batı müziğini sevmediler? Birde olduğunu varsayalım, o yörenin insanlarına bunu sevdirmek o kadar kolaymı? Devletin 1970 lerde ve 80 lerde sanatçılara uyguladığı sansür ve baskı ve yalnız devletin onay verdiği müziklerin TRT de çalınması çok yanlış şeyler. Ama aynı yıllarda başlayan kaset patlamalarını, arabesk müziği, tümüyle buna bağlamakta yanlış. Hızlı ve çarpık şehirleşmenin getirdiği göçlerin ve Anadoludan gelen insanların beraberlerinde getirdikleri umut yada umutsuzlukların, törelerin, ağlamaların kısacası geldikleri coğrafyanın şartlarının doğurduğu müzik tipinin hiç mi bunda etkisi yok? Bunların hepsi benden başkasını bağlamayacak kişisel fikirlerim, öyle not edile.
Benim en yakından tanıdığım müzisyen arkadaşım Murat Ses’ dir. Murat Ses 1970lerde ve Türkiyede bir fenomendir. Meteorlar ve Silüetlerin kurucusu ve Moğollarında kurucu üyesidir. “Hammond” Key board’un bu eşsiz yorumcusu “Anadolu Pop” türünün de bizatihi Beybabasıdır. Saz gibi geleneksel Türk çalgılarını batı müziği aletleri ile sentezlemiş ve ortaya neredeyse sufi tipi ve cihanşümul bir müzik çeşnisi çıkarmıştır. Ağrı Dağı efsanesi, Garip Çoban gibi besteleri telif hakkı diye bir şeyin olmadığı yıllarda radyolarda çalındığı gibi cüzdanından’da çalınmıştır. Barış Manço ve Cem Karaca ile birlikte uzun yıllar müzik yapan Murat Ses 1970 li yılların ikinci yarısında bir çok sanatçı gibi yurt dışına gidecek ve Avusturya’ya yerleşecektir.
Murat bu yıllardan sonra çalışmalarına giderek elektronik müziğe kaydırmış ve gene kendi yarattığı “Electric Levantine” adını verdiği bu türle dinleyici kitlesini devamlı genç tutmayı başarmıştır. Bugün, “Beside the Sun” albümündeki “Ongaku” parçası, Tokyo’dan San Fransisco’ya, hem bu tip müzik yapan radyolarda çalınmakta hemde diskoteklerde gençleri coşturmaktadır. Parçalarını dinlerken bana “bu arada çıkan ses hangi çalgı enstrümanı?” diye sorarsanız belki bilemem ama, size Afrika’dan, Uzak Doğudan, Amerika’daki zencilerden yada, Anadoludaki bir Halaydan ve derinden gelen ezgiler duyduğumu anlatabilirim. Grammy’lerin de Seçici Kurulunda aza olan Murat , zamanın çoğunu eşi ile Florida’daki evinde, geriye kalan bölümünü de Avusturyanın Linz şehrinde ve Bodrum’un Torbasında geçirmekte ve bestelere devam etmektedir.
Murat’la Avusturya Lisesinde beraber okumuştuk. Yıllar sonra elektronik çağın iletişim aracı internet sayesinde birbirimizi tekrar bulduk ve Türkiye’de bir kaç kere buluşup görüştük. Burada bahis edeceğim diğer iki arkadaşımda gene elektronik arkadaşlarım. Hemde tam elektronik, uzun zamandır yazışıyoruz ama daha bir birimizi görmedik. İkisi de aynı İstanbul nostaljisini çektiğinden, benim yazdığım İstanbullite web sitesini okumuşlar, bana yazdılar, bende onlara geri yazdım ve böylece bir arkadaşlık doğdu. Devirler beş aşağı, beş yukarı aynı. (ben yukarı) Mekan aynı, zevkler benzer. Üçümüzde evliyiz ve çocuklarımız, hatta benim iki ufak kız torunum var.
Ara Kebapçıoğlu 1970 başlarından beri Paris’de yaşıyor bir kimyager ve antik lamba uzmanı ve koleksiyoncusu. Cello ve piyano çalıyor. Tiraje Güneyman Ruckman da aynı yıllarda Amerika’ya gelip yerleşmiş. Kardeşi Meral Güneyman gibi oda çok yetenekli bir piyanist. Benim gibi İstanbulda Sankt Georg’dan mezun, aynı yıl evlenmişiz ve bizim oturduğumuz Columbus, Ohio’ya bir saat mesafede Dayton şehrinde oturuyor.Orada müzik hocalığı yapıyor, aynı zamanda kocası ile birlikte Üniversitelerde piyano resitalleri veriyorlar. Ara Bey ile Tiraje Hanımın mailerinde o kadar çok ortak noktaları var’ki, sonunda onları gene elektronik olarak tanıştırdım. Herkes durumdan memnun.Onların müzik geçmişinden biraz olsun bahsetmek için izinleri ile bana yazdıkları nostaljik hatıralarından alıntılar yapacağım.
TİRAJE GÜNEYMAN RUCKMAN
Image:
WITH HUSBAND ROBERT
Resimler Ferdi Statzer beyle beraber çaışırken, diğerleri 1968 veya 69 da Istanbul Filarmoni Orkestrasi ile Şan sinemasında verdiğimiz , Statzer idaresindeki konserden. Ben Mendelssohn konçerto, Meral Gershwin Rhapsody in Blue çalmıştık. Küçüklük resmi kızkardeşim Meral Güneyman ile.
TIRAJE GÜNEYMAN RUCKMAN'DAN ALINTI
Herhalde sayın Ara Çemberlitaş'daki konservatuvar binasından söz ediyor, daha önce Beşiktaş'da Barbaros ilkokulu ile ayni binayı paylaşırdı. İstanbul Belediye konservatuvarı ve biz orada başladık ! Tabii bu bahsettiği isimler bana oldukça aşina, aşinanın da ötesinde hatta...
Rahmetli Ferdi Statzer sevgili kıymetli piyano hocamdı 1960-70 yılları arasında ve ben Amerika'ya geldikten bir kaç yıl sonra erken (1974) vefat etti. Eşi kemancı Lili Macardi ile her yaz Avrupa gezisine çıkarlardı. Macaristan'daydı zannedersem, direksiyon başında kalp krizi geçirip hayatını kaybetti. Madam Lili'yi en son 1991'de İstanbul'da verdiğimiz konserde gördüm. O da Teşvikiye'de tek başına oturduğu apartmanda vefat etmiş ve duyduğuma gore günlerce kimse farkına varmamış.
Ara bey Raşid Abed'den de bahsetmiş... o benim de armoni hocamdı ve yetenek ve bilgisine hayrandım. Fransa'da eğitim görmüş, ve çok doğal bir müzisyendi. Teori, armoni... yutmuştu adeta, verdiği vazifeleri kırmızı kalemi ile inanılmaz bir süratle düzeltirdi, sanki bir kaç satırı ayni anda görür gibi... her yaptığı şey artistikti, portakal soymasına kadar ! ve müthiş miktarda miras kalan parası olmasına rağmen, oldukça frugal basit bir yaşamı vardı... , çok özel, kendi kabuğunda yaşar, hep ayni tweed ceket arkasında, ağzından düşmeyen sigara ile ...
Ferdi bey ve o sanki İstanbul'da o yıllarda yetişen genç müzisyenlere tanrının lütuflarıydılar, sinirsiz bilgi ve intellekt'leriyle. Ferdi bey tam bir rönesans adamıydı, her telden çalar, her dalda fikir yürütebilir, her lisanı konuşurdu.
ARA KEBAPÇIOĞLU
"Sevgili Cem, hatıralarını ilgiyle ve duygulanarak okudum. Bizim nesildendekiler hayatlarını, İstanbul'u anlatırken hep ortak yönler buluyorum ve zaman'in amansız çarkına lanet okuyorum."
Ara
ANNEMIN DİPLOMASI,1941
FLIRT,1955
MOZART'I OYNARKEN, 1957
VIYOLONSEL,1961
RESITAL,1966
KAYGISIZLAR,1971
Image:
ARA KEBAPÇIOĞLU’NDAN ALINTI
Evet, iyi okullara gittik, Statzer, Feyha Talay, Rashid ElAbed... Ben 5 yaşında piyanoya evde başladım. Annem Konservatuvardan 1941'de pekiyi'yle mezun olmuştu, diplomasında Lütfi Kırdar, Muhittin Sadak, F. Statzer, CRRey gibi isimler var. Albümde A.A.Saygun'la da resimler var.
Ailemizde sürekli klasik müzik yapılırdı. Dedem, ailenin viyolonselisti, bir beyin felci geçirince o rol bana düştü ve sevmeye sevmeye oturdum cello'nun önüne. İlk bir iki sene evden çalıştırdılar, sonra da 1961'de konservatuvara girdim. İlk devir Beşiktaş'taydı, sonra taşındık Cemberlitaş temizlik işlerinin binasına. Kontrplak duvarlardan ses değil, insanların nefesi bile duyulurdu. Orada solfej, bekleme odasında yün bone takmış annelerin yün örmelerini, rutubet ve ter kokularını, notalarımızı taşımak için kullandığımız meşin ruloları hatırlarım. Diğer çocuklar arasında kızıl saçlı iki kız kardeşi hatırlarım. Biri o kadar kızıldı ve saçları o kadar düzdü ki ona "kibrit saçlı kız" adini takmıştım. Galiba ismi Meral'di. Dünya ne kadar küçük...
Biz o zamanlar (1955-1971) Feriköy'de otururduk, ve konservatuvara gitmem ve bilhassa dönüşler çok zahmetli olurdu. Bazı otobüslerde egzost gazlarının yarısı kabine girerdi. Şoförün yanında kocaman kek şeklinde motorun mekanı olurdu, oturacak yer bulamayan biz çocuklar da o sıcak saça ilişirdik. Gidip gelmeler beni yordu. Sayın hocam Feyha Talay'in sinir krizleri ders verme temposunu çok bozdu ve onun yerini tutmaya çalışan Vartan Aslanyan ve sonra Reşit Erzin bile devamlı gelemedikleri için bu işin zevki kaçtı. Ben de zoraki elime verilen viyolonsele tam ısınamadığım için 1967'de "bırakıyorum" dedim ve kenimi önce pop ve chanson'a, sonra da caza verdim. 1969-1971 arası sınıf arkadaşım Aret Gülmez'e, sonra Sevinç Pekin ve Üstün Payrazoglu'na aranjörlük yaptım. 1971 yazında da ülkemizin içler acısı ve tehlikeli haline dayanamayarak yurt dışına, Almanya'ya gittim. Kimya tahsilini de ön diplomadan sonra bırakıp yeni bir meslek oluşturdum.
Tiraje Hanım ve eşi ile yakında görüşeceğimiz kesin. Ama, Ara ile buluşmamız biraz daha zor. Gene de bir “off season”, İstanbul’a geldiğimizde, ben Çiftehavuzlardaki evden, Tiraje hanım Modadaki evinden, Ara Bostancı’daki evinden çıkar eski İstanbulite’lar bir yerde buluşuruz. Belki Murat da o sırada Göztepede’ki evinde olur o da bize katılır. Nereye gitsek acaba, hani şöyle hem bir kadeh likör ve kahve içilecek hemde rahatça konuşulacak bir yer tavsiye edebilirmisiniz? Arka planda hafiften de müzik olabilir.
1 Mart 2012 Cem Özmeral Dublin, Ohio
Not: Bugün Murat'dan aldığım mailde eşi Nihal Ses'in Tiraje ile Sankt Georg'dan sıra arkadaşı olduğunu öğrendim. Dünya küçükmü ne?