Hani bazı yerler vardır hayatta, hep merak eder görmek istersiniz, ama bir türlü kısmet olmaz, göremezsiniz. İşte Yahya Efendi Dergahı düne kadar benim için öyle bir yerdi. Ama bu son İstanbul seyahatimde, gerçi türbenin içini göremedim ama, Yıldız Parkının hemen yanındaki Yahya Efendinin küçük külleyesinden geriye kalanı, çeşmelerini, mezarlığı, çilehanesini, yeni yapılan aşhanesini gezdim, oradan onun gördüğü büyüleyici Boğaz manzarasını seyrettim ve size şimdi bunları anlatacağım.
Yahya Efendi ismine ilgi duymam on iki- on üç yaşlarında başladı. O yaşlar Beşiktaş taraftarlığımın iyice koyulaştığı, gazete kupürlerinden futbolcuların resimlerini kesip defterlere yapıştırdığım ve 1960 Milli Lig Şampiyonu takımımın maçlarını radyo başında heyecanla dinlediğim yıllar. O yıl Mayıs ayında gelen şampiyonluktan sonra her yılki gibi Temmuz ayında transfer sezonu başlamış ve her gün heyecanla gazetelerden Beşiktaşın hangi futbolcuları aldığını hangisini verdiğini takip etmiştim. Sonra her yıl olduğu gibi Ağustos ayının ilk günlerinde sezon Çırağan sarayı harabelerinin yanında Şeref stadında açılmıştı. Rutin her sene aynı idi. Önce futbolcular ve idareciler stat’tan karşı taraftaki kaldırıma geçerek Yahya Efendiye gider, onun türbesinden sonra Beşiktaşın kurucularından Şeref Beyin* ve eski kaptanları Hüsnü Savmanın yan yana yattıkları mezarı ziyaret ederler, sonrada Çırağan sarayının o devasa kapısı önünde kesilen kurbanlık koçun üzerinden atlayarak beyaz fanila ve siyah şortları ile sahaya girerler ve antrenörün direktifinde koşmaya ve kültür fizik hareketleri yapmaya başlarlardı. Her sene bu rutin beş aşağı beş yukarı aynen devam eder, bazen de biz çocukların takibinde Yıldız Korusunda kros’a çıkılırdı. Ama bizler hiç bir zaman korunun yanındaki dik yokuştaki Yahya Efendi mezarlığına gitmezdik. Ben de kim olduğunu tam bilmesem de Yahya Efendiyi merak eder, ama Beşiktaş mecmuasından okuduğum, genç yaşında verdiği son nefesine kadar hep Beşiktaşı düşünen, adı ile anılan Şeref stadını yaptıran ve kendi hayatı için FEDA* olsun diyen Şeref Beyi, Ayyıldızlı formayı yere değdirmemek için havada parende atan milli sol bek Hüsnü Savmanı, “şiir” lakaplı Refik Osman Top’u, kabirleri başında hep ziyaret etmek isterdim.
*Şeref Bey asıl adı Ahmet Şerafettin Bey Beşiktaşın kurucularındadndır. Beşiktaşa Şeref stadını kazandıran unutulmaz başkanıdır. Çogu zaman genç nesiller kendisiini "Voleci" Şeref Görkey ile karıştırılar. Şeref Beyin ölürken söylediği (hayatım Beşiktaşa) FEDA olsun sözü bu yıl Beşiktaşa slogan olmuştur.
YAHYA EFENDİ KİMDİR?
EVLIYA CELEBI ANLATIYOR.TIKLAYIN
"SAFALAR OLSUN"
KULLIYE GIRISI
AVLUDA SADAKA TASI
2012 Kasımındaki Gezi programını hazırlarken üç numaralı gezi olarak numaralandırdığım Beşiktaş Bölgesine Yahya Efendi Dergahını da işaretledim. Bu gezimde bana eşlik edecek birde sürpriz arkadaş vardı. Naperville’den dostum, çorabına kadar Beşiktaşlı, değerli Bilim Adamı Ercan Alp. Ercan bu tarihlerde İstanbul’da olacağını ve Yıldız Sarayı, Küçük Mecidiye ve Hamidiye camileri, Ihlamur Kasrı, Dikilitaş ve Yahya Efendi Dergahını kapsayan üç numaralı gezide bana yoldaşlık etmekten sevinç duyacağını bildirmişti. Ama isterseniz biz bu günü anlatmadan önce Yahya Efendi’inin kim olduğundan biraz bahsedelim.
Müderris Beşiktaşi, Yahya Bin Ömer lakapları ile de tanınan Yahya Efendi 1461 yılında Trabzon’da doğuyor. Babası Trabzon’da uzun zaman kadılık yapan Şamlı Ömer Efendi. Aynı yıl, aynı hafta ve aynı yerde yani Trabzon’da doğan bir kişide ileride Cihan Padişahı olacak olan Kanuni Sultan Süleyman. Doğumdan sonra Kanuni’nin annesi Ayşe Hafsa Sultanın sütü kesilince, küçük Yahya ile küçük Süleyman’ın yolları da bir ömür boyu ayrılmamak üzere kesişiyor. Yahyanın annesi, Trabzon Kadısı Ömer efendinin eşi Atıfe Hatun Süleymanı emzirmeye başlıyor ve böylece bu iki çocuk süt kardeşi oluyorlar. Yahya Efendi ilk tahsilini babasından ve Trabzon’daki diğer alimlerden alıyor ve ileriki yıllarda bir taraftan bilim dallarında öğretim görürken diğer taraftan da manevi alemde kendini yetiştiriyor ve nefsini terbiye ediyor. Zembilli Ali Cemali Efendi onun en büyük ve onda en çok emeği olan hocası. Ali Cemali Efendinin vefatından sonra Yahya Efendi Cambaziye Medresesine müderris oluyor ve Fatih Camiinden Üsküdar’daki Mihri-mah camiinin medreselerine kadar çeşitli medreselerde müderrislik yapıyor. Özelikle tıp, riyaziye(matematik), hendese (geometri) ve fizik konularında uzman olan Yahya Efendi, Beşiktaş’ta Boğaz’a nazır bir tepede kendisine küçük bir ev yanına bir mescit eve çıkan yokuşun başına da kendi elleri ile bir sebil yaptırıyor. Üzerine de şu kitabeyi yazıyor:
Bina tarihi bu inşalar olsun 945 (1539) Konup içenlere sıhhalar(safalar) olsun
Yahya Efendi eli açık, bonkör ve sohbet seven birisi. Her zaman evinde dost sohbetleri tertip ediyor, misafirlerine ikramda bulunuyor, onlara nasihat ediyor, gelenlerde onun hayır duasını alıp ona akıl danışıyorlar. Zaman zaman ünlü bilim adamları, hocalar ve müderrisler bazen de fakir fukara ve sıradan insanlar kendisini ziyaret ediyorlar. Özelikle Hazreti Peygamberin doğum günü olan mevlit kandillerinde, mescidin avlusu “aşık” dediği insanlar ile dolup taşıyor, evinde dağıtılan şerbetlerin, yemeklerin haddi hesabı yok. Yahya Efendi son derece sade bir insan, giyimi kuşamı, cübbesi ve kavuğu da bu sadeliği yansıtıyor her zaman. Parasının ve kendisine getirilen hediyelerin ve adakların büyük bölümünü evinin bahçesinin yapımında, medrese, hamam, barınak gibi civardaki insanların faydalanacağı binaların inşası için kullanıyor. Çoğu zamanda bu inşaatlarını planlamasını yaptığı gibi yapımlarında da bizzat bir işçi gibi çalışıyor. Kendisinin devamlı olarak neden böyle bina işleri ile uğraştığını sorgulayanlara ise Bekara suresi 36. ve Araf suresi 24. ayetlerinden atıfta bulunarak:
“Yeryüzünde sizin için bir vakte( ecel gelene) kadar yerleşmek, geçinmek ve nasiplenmek vardır” buyrulmuştur, bizde onun için insanların barınması, rahatlaması için bu binaları yapıyoruz”, diye kendini savunuyor.
II ABDULHAMIT CESMESI 1906
HZ.MUHAMMETTIN MEZAR BAKICISININ TURBESI ?*
BIR KAPTANI DERYA MEZARI
YAHYA EFENDİ İLE İLGİLİ HİKAYELER
Süt kardeşi Kanuni Sultan Süleyman da kendisini çok sever sayar ona “Ağabey” diye hitap eder, Beşiktaş’taki evine kayık ile gelir kendisini ziyaret eder akıl ve hayır duasını alırmış. Yahya Efendinin yaptığı iyilikler, hayırlar, ve yol göstermelerle ilgili hikayeler zamanla, nesillerden nesillere anlatıla anlatıla adeta birer efsaneye, masala hatta mitolojik öykülere dönüşmüştür. Bunda bana göre bu hikayelerin bir kısmını anlatan Evliya Çelebinin de masalcı üslubunun etkisi vardır. Ama bence okuyucu bu hikayenin masal kısmına pek bakmadan son tahlilde kıssadan hisseyi çıkartmalıdır. Aşağıda Yahya Efendi ile çok bilinen birkaç hikayeden söz edeceğiz. İlk olarak da Kanuni ile olan en akla yatkın hikayesi ile başlayalım.
Bir gün Yahya Efendi Sahn-ı seman medresesine gidiyormuş. Yolda rastladığı bir papaz Yahya Efendinin atını durdurur ve kendisine bir soru sorar.
“Sen yüce ve bilge bir kişisin, sorumun cevabını bilirsin, sizin dininizde ölen gayri müslim kişilerden haraç almak gibi bir gelenek var mı ?”
Yahya Efendinin şaşırdığını görünce de ona ölen ve kalanın sayılmayıp her yıl mahallesindeki gayri müslim vatandaşlardan vergi alındığını anlatır. Duruma çok kızan ve üzülen Yahya Efendi bu durumu Padişah’a aktaracağını söyler ve medreseye doğru yoluna devam eder. Medrese’ye gelince de Kanuni’ye zehir zemberek bir mektup döşenir.
“Ey Cihan Sultanı, şimdi sana saltanat haram oldu, ecdadının yapmadığı şeyleri yapar, ölen kişilere bile zulüm edersin” diye başlayan mektubu bir ulakla Topkapı sarayına yollatır. Mektubu alan Kanuninin yüzü değişir hem hiddetlenir, hem de üzülür ve Has Odabaşına hemen kayığını hazırlatmasını, Beşiktaş’a Yahya Efendiyi ziyaret’e gideceğini söyler.,
Yahya Efendinin dergahına varan Sultan Süleyman kendisine bu mektupta ne demek istediğini, ne kusur işlediğini sorar. Yahya Efendi de ona:
“Hünkarım, bu nasıl iştir ki, memurların defterleri her yıl yenilemez, ölen gayri müslimlerden her sene haraç alır, bu para sana helal olur mu hiç, yediğin haram olursa , saltanat da sana haram olur, yarın öbür gün Allahın huzurunda sana bunun hesabı sorulur “der.
Duruma çok şaşıran Kanuni bundan hiç haberi olmadığını söylemeye çalışsa da Yahya Efendi memurlarını kontrol etmek görevinin de kendisinde olduğunu hatırlatır ve:
“Ey cihan padişahı şöhretin, malın ,mülkün, ziynetin hepsi bu dünyada kalır, eğer adaletli bir iş yaptınsa ahirete götüreceğin tek şey o dur.” der.
Bunun üzerine Kanuni hemen orada vezirlerine; bütün gayri müslimlerin evlerinin hemen teker teker sayılmasını, geçimini sağlayamayan fakirlerden ve ölmüş olanlardan haraçların durdurulmasını ve hazineye tek kuruş bile haram paranın girmesine rıza göstermeyeceğini söyler. Sonrada yaptığı gafletten dolayı tövbe eder ve Yahya Efendinin onayını alarak tekrar tahtına döner.
Bu hikayede görüldüğü gibi Yahya Efendi yalnız Müslümanlar tarafından değil aynı zamanda diğer dinlere mensup vatandaşlarında sevip saydığı ve kendisinden yardım istediği bir kişiymiş. Birçok hikayede onun özelikle Rum balıkçılara nasıl yardım ettiği anlatılır. Bir hikayede Yahya Efendi Baba Tarak adlı fakir bir balıkçı ile balığa çıkar, denizin üstünü lüfer balıkları ile doldurtur, balıkları yakalayıp satan balıkçı böylece tek kızının çeyizini hazırlamış olur. Bir diğerinde kimsenin denize açılmaya cesaret edemediği bir fırtınada kayığına bindiği gibi Apostol isimli bir Rum balıkçıyı denizden kurtarır. Bir başka hikayede kendisine elbise diken Rum terziye diktiği elbisesinin teyelli cebini açmasını söyler ve Kusta usta kendi teyellediği boş cepten altınlar çıktığını hayretle görür.
Yahya Efendiye atfedilen bütün hikaye ve anekdotlar da bizim gördüğümüz bir kaç ana unsur vardır. Özelikle yardıma muhtaç insanlara din ayrımı yapmadın yardım edilir. Bu yardım hem yardımı yapan hemde alan tarafından gizli tutulmalıdır, çünkü bu yardım alanın rızıkı yada kısmetidir. Yahya Efendi çoğu zaman kendisini sınamak için soru soranların asıl maksadını anlar, aklından geçenleri tahmin eder ve verdiği cevapla soruyu soranları hayrete düşürür. Bazen onun bu gücünü gören ve daha önce kendisine inanmayan Müslümanlar onun dergahına katılır ve kendisine ömür boyu hizmet ederler, bazen de Kosta Usta gibi gayri müslimler Kelime-i şahadet getirip müslüman olurlar. Ali Usta adını alan Kosta Ustanın mezarı bugün Yahya Efendinin türbesinde, hemen onun yanı başındadır.
Yahya Efendini süt kardeşi Kanuni ile olan yakınlığı şehzade Mustafanın boğdurulması ve şehzade annesi Mah-i devran Gülbahar Sultanın Bursa’ya sürülmesi ile bozulur. Yahya Efendi Cihan Padişahından Gülbahar Sultan’a zulüm edilmemesini ve onu tekrar İstanbul’ a getirilmesini ister. Artık etrafındaki bütün yakınlarının kendine karşı entrika çevirdiği hissine kapılmış olan Kanuni, Yahya efendinin bu isteğini iradesine ve otoritesine karşı gelme olarak algılar ve kendisine cüzi bir emekli maaş bağlatarak onu müderrislikten alır. O günden sonra Beşiktaş’taki evine çekilen Yahya Efendi hayatının sonuna kadar burada insanlara yardım etmek ve ibadet etmekle zamanını geçirir. Ona atfedilen son hikayede şöyledir :
İkinci Selim bir donanma hazırlatır ve Kaptan-deryaya sefer’e çıkmasını emreder. Sefere çıkmadan Yahya Efendiye gelerek savaşta muzaffer olması için onun hayır duasını almak isteyen Kaptan-ı deryaya’ya Yahya Efendi şöyle der:
Allah bir şeyin olmasını takdir ettiyse hayır duası onu değiştiremez. Ama sizden gelecek kötü bir haberi işitmemek için gece gündüz Rabbime dua edeceğim.
Donanma denize açıldıktan bir kaç gün sonra Yahya Efendi vefat eder. Osmanlı kadırgalarının bu savaşta mağlup olduğu haberini hiç bir zaman öğrenemeyecektir. Süleymaniye camiinde kılınan cenaze namazından sonra Yahya Efendi Beşiktaşda’ki evinin yanında Sultan II. Selimin yaptırdığı türbeye defnedilecek ve zamanla burada bir hazire olarak başlayan mezarlık ileride birçok Osmanlı şehzadesi ve ünlülerin yattığı büyük bir mezarlığa dönüşecektir.
YAHYA EFENDİ'Yİ ZİYARET
CILEHANE DUVARINDA BIR HAVA DELIGI
YAHYA EFENDI BAHCESINDEN BOGAZ
SEREF BEY VE HUSNU SAVMANI ZIYARET
YAHYA EFENDİYİ ZİYARET
Vapurla Kızkulesi yakınlarına gelmiştik’ki cep telefonum çaldı, arayan Naperville’ den dostum Ercan, “nerede buluşuyoruz?” diye soruyordu. “On dakika sonra Barbaros Meydanındayım” dedim. İskelede inip Fatih’in topları arasından heykele doğru yürüyünce İstanbul Maratonu koşucularının Barbaros Bulvarından aşağıya doğru koştuğunu gördüm. Bu sırada cep telefonu bir kere daha çaldı:
- Ben taksi ile Dikilitaştayım, bütün yollar Maraton dolayısıyla kapalı, geziye nereden başlayacaksak orada bulaşalım.
- Yıldız Parkının girişinde Küçük Mecidiye Camiinde, ben şimdi oraya doğru yürürüm.
Yarım saat sonra Yıldız parkının girişinde sarı taksi durdu, içinden uzun paltosu ile Ercan indi, dün gece Ürdün’den gelmiş. Benim üzerimde yeşil bir mont, iki benzemez sarılıp merhabalaşıyoruz.
-Nereden başlıyoruz ?
-Yahya Efendiyi ziyaret edelim önce!
Yıldız mahallesindeki Yahya Efendi Çıkmazı arnavut kaldırımlı sağa doğru kıvrılarak çıkan bir yokuş. Yokuşun orta yerinde eski bir çeşme var. Belli ki son yıllarda restore edilmiş, oldukça bakımlı ve suyu akıyor, Ercan durup sudan içiyor. Yol sağa doğru kıvrılıyor, Yahya Efendi Dergahı ve mezarlığının kapısına geliyoruz. Kapıda güleryüzlü, bize hayır duaları okuyan incik boncuk satıp hayat kazanmaya çalışan bir kadın var. Biraz ileride Güvenlik Görevlisi bizi karşılıyor, kendimizi tanıtıyoruz. Camii ve türbe restore ediliyormuş, “içerlerine giremezsiniz ama dışarıdan bakabilir, mezarlığı gezebilirsiniz” diyor.
Külliye’ye ev kapısı gibi büyük bir kapıdan giriliyor, ve buradan cami ve türbeye gene arnavut kaldırımı bir yoldan çıkılıyor. Caminin avlusu olmadığından bu küçük yol bir nevi avlu vazifesi görüyor. Külliye kapısının sağında bir sadaka taşı, kapının üzerinde yazıları altın yaldızla yenilenmiş bir kitabe var. Biraz ileride sol tarafta II . Abdülhamitin 1906 yılında yaptırdığı bir sebil görülüyor. Kapının yan tarafındaki bina 1901yılında hacı Mahmut Efendi tarafından yaptırılan kütüphane imiş ve burada 7500 e yakın, büyük kısmı yazma, geri kalanı da basma kitap varmış. Bu kitaplar 1940 yılında Süleymaniye Kütüphanesinde bir bölüme nakil edilmiş, yeşil beyaz boyalı, pencereleri kafesli binanın mülkiyeti uzun zamandır mahkemelikmiş. Külliye girişinin hemen solunda yerden bir metre yukarıda, etrafı yeşil parmaklıklarla çevrili çift taşlı bir mezar var. Mezarın üstünde durduğu duvarda mermer üzerine altın yaldızla yazılmış üç kitabe yer alıyor. Bu mezarın kime ait olduğunu sorduğumuzda bize rehberlik eden güvenlik görevlisi burada Hazreti Muhammetin mezar bakıcısının yattığını söyledi, ama ben bu konuda hiç bir bilgiye ulaşamadım.
Güvenlik görevlisine ikimizin de Beşiktaş taraftarı olduğunu söylediğimizde onun da gözleri parladı ve “gelin aşağıya sizi Şeref Babanın mezarına götüreyim” dedi. Önce Yahya Efendinin kapalı olan türbesinin yanında ki, şehzade eşleri ve veliaht torunlarının mezarları arasından geçtik, sonra setten merdivenlerle aşağıya doğru indik. Set duvarının dibinde diğer mezar taşlarına benzemeyen, adeta küçük bir dikilitaşın altında, mermer bir lahit mezarda Beşiktaşın iki büyüğü yatıyordu:
Bir an dura kaldım. Beşiktaşın en büyüğü ve sevgili kaptanı burada yan yana yatıyorlardı. Beşiktaş sevgimi düşündüm, onların bize öğrettiği bir hayat felsefesi olan “Beşiktaşlılık Duruşunu” düşündüm. Ercan’a döndüm, “ne de erken gitmişler, biri 43 diğeri 37 yaşında diyebildim. Etrafta hala yaprakları yeşil sakız ve ceviz ağaçları vardı.
Setten tekrar yukarı doğru çıkarken Güvenlik Görevlisi sağ taraftaki duvarın içindeki oyuğa işaret etti.
- Burası Yahya Efendi’nin çilehanesi. Burada kendisinin 120 gün kadar kaldığı olurmuş, dergaha girenler içinde ön şart da burada 40 gün kalmakmış.
İkimiz de çilehane’ye teker, teker girdik. Burası bir insan boyunda, iki kişiyi aynı anda içine almayacak kadar küçük bir mağara. Eskiden önünde demir ve kapalı duran bir kapısı varmış. Kapının karşısındaki duvarda, göğüs hizasında üç yaşında bir çocuğun elinin ancak girebileceği büyüklükte bir hava deliği var. Bu delikten içeriye hem hava ve gün ışığı girer hemde çilekeş’e ekmek ve su verilirmiş. Çilehane den çıkarak tekrar merdivenlerden yukarı çıktık, burada teras üzerinde balkon gibi düz bir yer vardı. Aşağıda Leb-i derya Boğazın eşsiz manzarası gözüküyordu. Herhalde Yahya Efendi çilehaneden çıkınca, ilk işi burada nefeslenip, Ortaköy kıyılarını ve Çamlıca sırtlarını seyrederdi, diye düşündüm.
Yahya Efendi mezarlığı tepelerden aşağı Boğaza doğru indiği gibi aynı zamanda yukarıdaki tepelere doğru da yayılıyordu. Birazda oraları gezelim dedik. Güvenlik görevlisi, buraya Müslüman olmayan ziyaretçilerin, özelikle Musevi ve Rum asıllı kişilerin geldiğini ve hatta Amerika’dan gelen Evangelistlerin bile olduğundan bahsediyordu. Çıktığımız yolun kenarında, benim çocukluğumda gördüğüm, amelelerin taş ve kum taşımak için kullandıkları tahtadan yapılmış, iki tarafı ikişer saplı bir tahtırevan vardı. Belki de beş yüz yıl öncede aynı teknikle yapılmış bu araç, herhalde tepenin üstünde şimdi yapılmakta olan aş evinin inşaatında kullanılıyordu. Burada çalışanlar yemek yiyebileceği gibi, özel günlerde, bayramlarda, muhtaç olan insanlara yemek dağıtımı yapılacak, Yahya Efendinin geleneği devam ettirilecekti.
İnşa edilen aş evinin önünden aşağıya doğru inmeye başladık. Bir servi ağacının altında durduk, ağacın kavuğunda bir salyangoz hareketsiz duruyor, ağacın altına konmuş bir iskemlede dört tane yeni doğmuş kedi yavrusu birbirlerine sıkı sıkı sokulmuş oturuyorlardı. Burada gene bir set üstünde bir türbenin içinde on kadar şehzadenin mezarı vardı. Hemen yanında açıkta, Hafız Burhan, eski Türkçe kitabesini okuyamadığımız kimi bir geminin yelkeni şeklinde, kimi İskenderin lahdine benzeyen denizcilerin, belki de Kaptanı Deryaların mezarları vardı.
Yahya Efendi mezarlığının, onun öğretileri ve iyilikleri gibi ucu bucağı yoktu, bize yardımcı olan Güvenlik görevlisine teşekkür ettikten sonra arnavut kaldırımı kapıdan aşağıya doğru yürüdük. Ercan önden gidiyordu, buraya gelirken gördüğüm incik, boncuk satan güleryüzlü kadın gene pür neşe ve heyecanla :
“İşiniz rast gitsin, yüzünüz hep gülsün, bir şeyler almak istermisiniz ?” dedi. Cebimde Akbil kartı ve ilk fırsatta bozdurmak istediğim bir 100 dolardan başka bir para yoktu.” Bir daha sefere inşallah” dedim, ama Yahya Efendinin kapısında bu güleryüzlü kadından bir şeyler alamam içimde bir ukde olarak kalacaktı.
BİR ZAMANE YAHYA EFENDİSİ: CAVİT COŞKUN HOCA
Yahya Efendiden çıkınca ilk durağımız Yıldız Sarayı Şale Köşkü olacaktı. Ama tabi Yıldız Korusu yokuşuna çıkarken yolumuz korunun giriş kapısındaki Küçük Meciye Camiinden geçti. Geçen yıl bu camiyi gezmiş hatta bu konuda bir de yazı yazmıştım. Ama Ercan bu camiyi daha önce görmediği için, girip bir bakalım, dedi. Programımız oldukça yüklü olmasına rağmen ben de kendisini kıramadım, olur dedim. İyi ki de camiyi tekrar gezmek için avludan içeriye girmişiz, yoksa Caminin İmamı Hatibi Cavit Coşkun Hoca ile tanışamayacaktık.
Camiyi gezip fotoğraf çekiyorduk’ki Cavit Hoca yanımıza geldi, kendini tanıttı ve bize cami hakkında bilgi vermeye başladı. Kısa zaman sonra yanımızda çoğu gençten küçük bir çember oluştu ve herkes Sultan Abdülmecit’in 1848 yılında Saray Mimarı Sarkis Balyan’a yaptırdığı, bu binası Barok, minaresi Gotik tarzı güzel caminin özeliklerini dinlemeye başladılar. Ercan, özelikle tavandaki ahizenin asılı olduğu kubbe içindeki altın yaldızla yazılmış Arapça yazının nasıl okunduğunu ve orada ne yazdığını merak ediyordu.Cavit Hoca bize yazının soldan sağa, ve dış çemberden içeriye doğru nasıl okunduğunu, Allah yazısını ve diğer duaları okudu. Ercan bir gece önce Ürdün de bir konferans’dan gelmişti ve orada birkaç önemli cami gezdiğini ve bir Cuma hutbesinde İmamın insanlara biraz ayrımcı ve politik vaazlar verdiğinden bahsetti. Cavit Hoca bize vaazlarında insanların hepsinin Allah nazarında bir olduğunu iyilik yapmanın erdemini ve sevaplarını anlattığını söyledi ve bizim camimizde böyle vaazlar verilmez dedi. Konuştukça kendi konusunda bilgili, çevreye duyarlı ve çalıştığı caminin korunmasında son derece aktif olduğunu anlıyorduk. İyi derece Arapça, turistlerle anlaşacak kadar İngilizce biliyordu. Cami avlusunun giriş kapısının üzerindeki Abdülmecitin tuğrasını ve caminin yapısı ile ilgili kitabenin üst kısmını, merdivene çıkıp kendisi tamir etmiş, zeminini yeşil boya ile, yazıları ise altın yaldızla tekrardan pırıl pırıl boyamıştı. Caminin bahçesi temiz, ağaçları bakımlı, tuvaletleri pür-ü pak idi.
Cavit Hoca ile sohbetin sonu yoktu, kendisine Allaha ısmarladık deyip veda etmek istedik. Bizi bırakmadı, size yandaki Büfe de bir çay ikram edeyim, dedi. Sonrada bizi yandaki Büfeye götürdü, çay derken, önümüze kaşarlı tostlar, taze sıkılmış portakal suları geldi. Biraz Amerika’dan, biraz Türkiye’den, çocuklardan bahsettik. Cavit Hocanın oğlu Güzel Sanatlar Akademisinde okuyordu ve o da her baba gibi oğlunu en iyi şekilde okumasını istiyor bize sorular soruyordu. Sonunda vakit öğleni geçmiş yoğun gezi programımızı uygulamak için önümüzde yarım gün kalmıştı. Cavit hoca ısrarımıza rağmen, siz benim misafirimizsiniz, dedi ve bize hesap ödetmedi.Kendisine teşekkür ettik veda ederek tekrar yola koyulduk. Yıldız yokuşundan yukarı Şale Köşküne doğru tırmanırken Ercan la aramızda, acaba dünyanın başka yerlerinde daha önce hiç tanımadığı iki insana bu kadar ikram edecek, öğle yemeği ısmarlayacak insan var mıdır diye bir birimize sorduk.
Evet olamazdı, bu toprağından mı, suyundan mı yoksa havasından mı bilinmez, ancak Yahya Efendi nin yaşadığı yerden ve onun geleneğinin devamı olan iyilik sever cömert insanından çıkardı.
Cem Özmeral
12.21.2012 Dublin,Ohio
not: Amerika’ya döndükten sonra Cihangirde oturan arkadaşım Selçuk Erarslan’a Cavit Hoca’ya uğrayarak bizim için teşekkür etmesini rica ettim. Selçuk Cami’ye gittiğinde Cavit Hocayı avluda elinde eldiven yaprakları toplarken bulmuş. Sohbet etmişler, Cavit Hocanın hat dersleri aldığı Hoca, Selçuk’un bir arkadaşının oğlu çıkmış. “Ne küçük dünya” demişler, yandaki Büfede önce çay sonra öğlen yemeği yemişler beraber. Tahmin edeceğiniz gibi Cavit Hoca , Selçuk’u da bizi ağırladığının aynısını, aynı ikramı yapmış.