Yazar Murat Belge bir eserinde Evliya Çelebinin her yazdığı okunmalı ama hiç birine inanılmamalı demiş. Evliya Çelebi bu, Ayasofyayı taa Hazreti Süleyman zamanına götürür ve onun bugunkü Ayasofyanın yerinde büyük bir mabet yaptırdığını söyler. Sonra asırlar geçer Kral Vizendon, Hazreti Süleymanın mabetini genişletip yerine yeni bir mabet yapmak için Agnodas adlı mimarı görevlendirir. Kral Vizendon Sofya şehrinde doğan kızının adını verecektir mabete: Aya Sofya. Binanın yapımında otuzbin işçi, yedibin hammal ve üçbin usta çalisir. Önce temele kurşun dökülür, sonra dünyanın dörtbir köşesinden renkli ve sağlam mermerler getirilir, duvarlar çikilir ve en sonunda kubbelerin yapımına başlanır. İnşaatın başlamasından tam kırk yıl geçmiştirki, Agnodes bir gece ortadan kaybolur, Romaya gidip orada bir başka mabet yapmaya başlar ve tam yedi yıl sonrada Ayasofyaya tamamlamak için geri döner. Nerede olduğunu soranlara, temeldeki kurşunun sağlam olması için tam yedi yıl beklemem gerekli idi der ve ölümünden bir yıl önce Ayasofyayı bitirir.
Ayasofyanın kubbesinin üstüne tam yüz İskender kantarı ağırlığında altın bir haç varmışki bu haç Bursadaki Uladığın tepesinden görülürmüş. Kilisenin üçyüz kubbesi olup bu kubbeler en büyük ana kubbeyi dört koruyucu melegin yardımı ile desteklermiş. Kubbenin tavanına çizilmis olan bu bu melekler Istanbulun fethine kadar konuşur ve şehre gelecek tehlikeleri haber verirlermiş. Mabetin tam üçyüz altmış bir kapısı olup, tılsımlı olan bu kapıları saymaya kalkarsanız her sayışta kapılara bir kapı daha ilave olurmuş. Kıbleye bakan en büyuk kapının boyu elli arşin olup, tahtaları Nuhun gemisinden getirilmis. Kapının üzerindede mabeti yapan Agnodesin sarı pirinçen lahidi bulunurmuş. Bu lahidi açmak isteyen bütün krallar, imparatorlar aniden başlayan bir deprem sonucu hiç bir zaman bu emellerine nail olamamışlar
Zelzellerin en büyüğü ise Hazreti Muhammet'in doğduğu gece meydana gelmiş ve Ayasofyanın kubbesi yıkılmış. Bu depremin ardından bir müddet geçer, Hızır Peygamberin önerisi ile Bursali üçyüz kesiş, Mekkeye giderler .Dönüşte yanlarında Hazreti Peygamberin ağzından aldıkları tükürük, zemzem suyu ve bir avuç kutsal Mekke toprağı vardır. Rahipler bu üç maddeyi karıştırıp yaptıkları harçla kubbeyi tamir ederler. Bugünde kubbenin Kıble kısmına bakarsanız otuziki nakışlı pırıl pırıl ışıldayan bölgeyi görürsünuz. Fatih Sultan Mehmet'de : "Bu kubbe Hazreti Muhammedin ağız suyu ile ayakta duruyor" diyerek kubbenin ortasından aşağıya bir zincirle altın bir top asmıştırki bu top içine kırk bizans kilisesi dolusu buğday alabilecek kadar büyüktür.
C.Ö. 19 Ocak, 2009
SÜLEYMANİYENİN KUBBESI
SÜLEYMANİYENİN KUBBESI
Süleymaniye Camii, Mimar Sinanın yaptığı en görkemli eserlerden belkide ilkidir. Bu muhteşem cami ve külliyesi Kanuni Sultan Süleyman zamanında tam sekiz yılda bitirilmiştir. Bir Cami düşünün'ki tam yirmisekiz kubbesi olsun ve iki kemer üzerinde bu kubbeleri tutan ikisi profir, onu beyaz mermer, on ikiside pembe granitten tam yirmi dört sütun bulunsun. Büyük ihtimalle profir sütunlar Hipodromdan ve Ayasofya civarındaki Eski Saray harabelerinden alınarak buraya getirilmiştir. Bu sütunların eskiden üzerlerinde imparatoriçe heykelleri bulunurmuş. Mermer sütunlar ise Mısırdan getirilmiş.
Evliya Çelebiye göre bu sütunları, Karınca Kaptan sallarla Mısırın Nil kıyısındaki bir sehrinden İskenderiye'ye, oradanda gemilerle İstanbulun Unkapanına getirmiş. Unkapanı limanından Vefa'ya taşinan sütunlar, buradanda Caminin yapılacağı tepeye taşinmış. Süleymaniye Camiinin dört minaresi ve bu dört minarelerden ikisinin üç, digerlerinin ise iki şerefesi bulunur. Minarelerin sayısı Kanuni Sultan Süleymanın Istanbulun fethinden sonra dördüncü, şerefelerin sayısı ise onun Osmanli Sultanlarının onuncusu olduğunu gösterirmiş. Caminin şerefelerinin her birinin içinde kıvrıla kıvrıla yukarı çikan ama bir biri ile hiç kesişmeyen merdivenler var imiş.
Kırmızı beyaz motiflerin hakim olduğu kubbelerde ve duvarlarda tam yüz otuz sekiz pencere olup, Evliya Çelebiye göre tavandan asılı dev avizelerde tam yirmiikibin kandil yakılırmış. Ayasofya'da nasil mimar kurşun temeli döktükten sonra yedi sene temelin sağlamlaşmasını beklemek için ortadan kaybolmuşsa , Mimar Sinanda tam bir yıl temele el sürmemiş. Beklemişki temel otursun, ilerdeki bir depreme karşi dayanıklı olsun. Yapımın uzamasını hazinenin zayıfladığına işaret sayanlar olmuş. Bunu duyan Safevi Şahi Tahmasb hem bir jest yapayım hemde Sultan Süleymanı kücük düşereyim diyerek bir dolu altın ve mücevheratı Osmanli hükümdarına caminin yapımında kullanılmak üzere yollamış. Buna çok kızan Kanuni emretmiş ve Mimar Sinanin işçileri bu mücevheratı büyük dibeklerin içinde doğüp toz haline getirmişler, sonrada Safevi Elçisinin gözleri önünde hazırladıkları harcın içine yoğurmuşlar. Yapılan harçta Süleymaniyenin duvarlarının ve kubbesinin yapımında kullanılmış.Rivayet odurki bugün bile, gökyüzünün açık olduğu bir gün Çamlica tepesinden Süleymaniye'ye bakınca, caminin kubbesinin zümrüt yeşili, yakut kırmızısı ve altın sarısı ile bir gök kusağı gibi pırıl pırıl parladığını ve bu renk cümbüşünün Haliçin mavi sularına yansıdığını görürsünüz.
C.Ö.
26, Ocak, 2009.
DURMUŞ DEDE VE ONBİR DERVİŞ
DURMUŞ DEDE VE ONBİR DERVİŞ
Durmuş Dedenin asıl ismi ne idi kimse bilmiyor. Bütün bilinen onun Akkırmanlı olduğu ve genç yaşinda cebinde metelik olmadan Karadenizden çikip kapağı Üsküdara attığı. Salacakta müşteri bekleyen kayıkçılara rica minnet kendisini karşi yakaya geçirmeleri için yalvarıyor ama parası olmadığı için kayıkçılar züğürt uşağı başlarından savıyorlar. Efsane bu ya, oda sırtındaki postu çikarip boğazın lacivert sularının üzerine seriyor ve herkesin hayretli bakışları arasında suyun üzerinden tıpış tıpış yürüyüp Rumeli Hisarının sahiline çikiyor. Fatih Sultan Mehmet bunu duyunca, bu evliya gibi adamın Rumeli Hisarında yerleşmesine ve orada "dur"masına müsade ediyor ve o günden sonra ona "Durmuş " diyorlar.
Durmuş'un, gemicilerin yolunu gözlemekten ve onlara ışık tutup kıyıya çikmalarina yardım etmekten başka bir işi yok. Gemiciler her gelişlerinde ona uzak diyarlardan hediyeler ve yiyecekler getiriyorlar. Yıllar geçiyor, Durmuş yaşlanıyor, adı gemicilerin dedesine çikiyor. On yedinci yüzyılın onaltıncı yılında Durmuş dede hakkın rahmetine kavuşuyor .(Dikkatinizi cekeriz, Fatih zamanından, 4.cü Murat'a kadar yaşadığına göre en aşağı yüz elli yaşinda filan olmalıydı öldügünde). Dedeyi ömrünü geçirdiği Rumelihisarının arka kısmına gömüyorlar. Bir hayırsever mezar taşina şöyle yazıyor: Haki payi evliyaya yüzünü sürmüş Dede Bu Hisarın kutbu olmuş Hazreti Durmuş Dede......
Gemiciler artık yola çikmadan önce onun mezarını ziyaret edip ruhuna fatiha okuyorlar . Durmuş Dedenin evliyalık hikayesi böyle. Ama onun mezarına komşuluk yapan Ismail Çelebi ve on müridininki oldukça acıklı bir öykü. Devir gene Dordüncü Muratın zamanı, birçok şeyin yanında şeyhlik ve müridlik ve tarikatlar yasak. Şeyh İsmail Çelebi, Şeyh Hasan Halife,ve toplam tam on bir tarikat mensubu semazen, Padişahın iradesine karşi koymaktan suçlanıp Sultan Ahmet meydanında idam ediliyorlar. Sonrada, Ahırkapıdan ayaklarına taş bağlanıp Marmaranın sularına atılıyorlar. Gene efsane gereği, onbir cansız beden hemde akıntıya karşi koyup Kandilli iskelesinin önünden karşi sahile doğru sürükleniyorlar. O sırada Kuçüksu kasrından boğazı seyreden Dördüncu Murat bir anda korku ile irkiliyor. Dün idam ettirdigi müridler, ellerinde kesik kafaları boğazın anforlu sularında adeta sema yaparak karşi yakaya doğru ilerliyorlar. Duruma çok üzülen ve onları haksız yere öldürdügünü anlayan Padişah hemen bu talihsiz bedenlerin Rumeli Hisarında Durmuş Dedenin yanıbaşina gömülmelerini ve üzerlerinede bir türbe inşaa edilmesini emrediyor.
Dervişler buraya gömüldükten sonra tam onbir gece mezarlarına gökten nur yağıyor. Durmuş Dede ve Onbir Derviş'in Türbeside , o gün bugün gemicilerin olduğu kadar derdine deva arayan Istanbulluların ziyaret ettiği bir EvliyaTürbesine dönüşüyor.
C.Ö. 22 Şubat, 2009
EYÜP SULTANIN MEZARI
EYÜP SULTANIN MEZARI
Eyüp semti ismini Hazreti Peygamberin sancaktarı Eyüp Ansariden alır. Konstantınoplis'in ilk kuşatması, M.S. 674-678 yılları arasında Araplar tarafından olur. Eyüp Ansari şehit düşer ve burada Haliç bitimindeki bir tepeye gömülür. Rivayet odurki ; Fatih Istanbulu aldıktan sonra bir gün hocası Akşemsettin rüyasında Eyüp Ansarinin mezarını görür. Rüyadaki yere gidilip toprak kazılınca, hakikaten burada Eyüp Ansarinin bozulmamış cesedi bulunur. Bir başka hikayeye görede: İstanbulun fetih edildiği günlerde bir çoban bu noktaya asasını koyar ve mezarını yerini belirler. Fatih buna inanmaz ve gece sopanın yerini değiştirir. Ertesi sabah çoban asayı gene aynı yere diker. "Neden burası?"diye soranlara, koyunların bu mübarek mezarın üstündeki otları yemediğini söyler. Fatihin emriyle buraya bir cami yapılır ve avlusundaki türbeye Eyüp Ansari gömülür. Eyüp Camii o günden bugüne pek çok tadilatlar görmüştür. Ama değişmeyen; burasının günün her saatinde ziyaretçiler ile dolup taşması ve buranın Kabe ve Mescidı Aksa Camiinden sonra İslam dinin üçüncü kutsal ziyaretgahı olarak kabul edilmesidir.
Özledigim
İstanbul kitabından alıntı.
Cem Özmeral
10 Aral
ık, 2001
TOPKAPI VE FATİHİN TOPLARI
TOPKAPI VE FATİHİN TOPLARI
Istanbulun sur içindeki semtlerinden Topkapının adını Bizanslılar zamanında "Porte Romanus" denilen sur kapısından aldığı malum. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul adını vereceği Konstantinopolis şehrine ilk defa bu kapıdan girmiş. Nedenmi buraya "Topkapı" denmiş ? Surların bu bölümü Fatihin toplarına hedef olduğundan, genç Sultan buradan içeri girdiğinde surlar top atışları ile delik deşikmiş. O gün bugünde "Romanus Porten"e "Top-Kapı" denir olmuş. Fatih İstanbulu almaya karar verdiğinde ilk yaptığı iş Edirnede büyük bir gizlilik içinde o güne kadar kimsenin görmediği, bilmediği koca koca toplar döktürmüş. Kimine göre balistik hesaplarını bizzat Fatihin yaptığı bu bronz topların çapi tam 85 cm. olup yarım ton ağırlıgındaki granit gülleleri tam birbuçuk kilometre mesafedeki hedeflere yollayabiliyormuş. Hatta hamile kadınlar düşük yapmasın ve küçük bebeler korkup dillerini yutmasın diye, topun atılacağı zamanlar, tellallarla davul zurna, mahalle mahalle dolaşilıp duyurulurmuş. Tabii bu fetih sonrası bir olay.
Ama Fetihten önce bu toplar Edirneden Istanbula, Porte Romanus kapısına yüz oküz ve ikiyüz askerin çekmesiyle tam iki ayda getirilebilmiş. Sonrada topcular başlamışlar doldurup boşaltmaya koca topları. 600 kiloluluk granit topun doldurulması iki saat aldığından, sur kapısında her delik açıldığında, Bizans askerleri duvarı tekrar örüp, siperlerine geçiyorlarmış. Belkide bu yüzden elli gün sürmüş bu bombardıman. Şahi adı verilen bu toplardan en büyuk iki tanesi tam 17 ton çekermis. Şimdi nerede mi bu iki Şahi top? Birisi Istanbulda hala; buna bir diyecek yok. Ama digeri? Taaa Italyanın Torino şehrinde, Topçuluk Tarihi Müzesinde. Oraya nasılmı gitmis? Iste orası meçhul .Fatihin zamanında Edirneden, Istanbula iki ayda gelen koca aygıt, gene Osmanlı zamanında belkide bir gemiye yüklendi çok daha kısa bir zamanda Italyaya kaçırıldı. Kim bilir.?
C.Ö. 14 Mart, 2009
KAYNAKCA
Istanbul Bogazi, Petrus Gyllius,Eren Yayincilik 2000. Istanbul, S.Alkan, T.C.Kultur ve Turizm Bakanligi, 2007. Istanbul Semtleri, Niyazi Ahmet Banoglu, 2008. Seyahatnameden Secmeler, Evliya Celebi, Lacivert Yayincilik 2007 Ne demek Istanbul; Ne Demek Bebek?, Onder SenyapiliODTUGelistirme Vakfi 2003. Istanbul, Imperial City, John Freeley, Viking Press 1996. Byzantium, Phillip Shephard,Time Life Books 1983. Istanbulun, Tilsimli Taslari, Umit Elgin, Varanla Yolculuk1999. http://www.arkitera.com/haberler/2004/06/21/istanbul.htm Constanipole Map, David Greenspan .Turkish Names edited by C.Ozmeral. Aziz Istanbul,Yahya Kemal, Istanbul Fetih Cemiyeti 2002. Özlediğim İstanbul, Cem Özmeral, Eskişehir, Anadolu Universitesi 2002. Asirlar Boyunca Turkiye ve Danimarka, Ingolf Boisen, Kapmann, Kierulff and Saxild Kopenhag 1962.
Günlerden birgün Osmanlı padişahı 4.Murat koyduğu yasakların uygulanıp uygulanmadıgını denetlemek icin tedbili kıyafet Üsküdardan bir kayığa biner. Salacak iskelesinden Yedikule tarafına giden bu kayıkta kendisinden başka bir yolcu daha vardır. Padışah hoca kılıklı bu adama ne iş yaptığını sorar. Adam hiç çekinmeden , “ Bana Üsküdarli Ahmet Remmal Ağa derler, remil atar gaipten haber veririm” der. Padişahın koyduğu bir dolu yasak içinde, falcılık, üfürükçülük ve remmallık da vardır. 4.cü Murat hiç bozuntuya vermeden;“öyleyse söyle bana şimdi Padişah nerededir? “ diye sorar. Ahmet Ağa önce gözlerini kapatır sonra açar ve , “o simdi deryanın üzerindedir” diye yanıt verir, “ve” diye devam eder sararıp, bozararak, “O bu kayığın içinde gözüküyor. Ben ya da şu fakir kayıkçı padişah olamayacağımıza göre, padişah sizsiniz Hünkarım”,diyerek Sultanın ayaklarına kapanır, ondan hayatını bağışlaması için yalvarır. Padişah Ahmet Ağanın hayatını bir şartla bağışlayacağı söyler, “Bir remil daha at ve İstanbula hangi kapıdan gireceğimi bil bakalım!” Remmal Ahmet Ağa, bir kağıt parçasına bir şeyler yazar, kağıtı katlar, padişaha uzatarak, “Hünkarım, buraya İstanbula hangi kapıdan gireceğinizi yazdım, yalnız lütuf buyurun da ,bu kağıdı, İstanbula girdikten sonra açın” der.
Birazdan kayık surların denize yakın olduğu bir yerde kıyıya yanaşir. Padişah, kendisini tanıyan kıyı muhafizlarına hemen surların en yakın yerinde bir kapı açmalarını emreder. Muhafizlar kısa zamanda surların duvarlarında, içinden bir insanin geçebileceği büyüklukte bir delik açarlar. 4.cü Murat bu delikten içeriye girer ve merakla elindeki kağıdı açar. Kağıtta şöyle yazmaktadır; Padişahım Yeni Kapiniz uğurlu olsun.O gün bugünde surlarda açılan bu kapıya ve buradaki semte “Yenikapi” denir olmuş.
C.Ö. 12 .Ocak 2009
RUMELİ HİSARI EFSANESİ
RUMELİ HİSARI EFSANESİ
Rumeli Hisarının bir ismide Boğaz -Kesendir. Neden buraya Boğaz kesen denmiş derseniz; boğazın en dar yerinde eskiden Hormeon denilen yerde denize doğru en cok açılan kara parçası burasıymışta, ondan . Zaten M.Ö. beşinci yüzyılda Dara, Sitlere karşi savaşirken Bogaziçinin ilk köprüsünu burada yaptırmamışmıydı tahta dubaların üstünde? Fatih Sultan Mehmetin İstanbulu fetih etmeden ,önce buraya bu hisarı yaptırmasının nedeni, hem büyük dedesi Yıldırım Beyazıtın yaptırdığı Anadolu Hisarının karşisına bir kale yaptırıp onun ruhunu şad etmek hemde bu kale ile birlikte Boğazın Kardenize açılışını ve buradan Bizansa gelecek insani ve gıda yardımlarını engellemek imiş.
Genç Sultan son derece diplomat bir kişiliğe sahip olup, Istanbulu fetih emelini Bizans imporatorundan gizli tutarmış hep. Boğazın ormanlık arazisinde avladığı av hayvanlarını Imparator Konstantine bir rahiple hediye olarak yollamış ve kendisinden Mokopion denilen bölgede bir av köşkü yaptırmak için izin istemiş. Hediyelerden hoşlanan fakat genç Sultandan şüphelenen Imparator, "bir şartla yaparsın demiş köşkünü; köşkün kapladığı alan bir sığırın büyüklüğünü geçmeyecek". Sultan Mehmet düşünmüş taşinmış sonunda bir çare bulmuş bu probleme. Koca bir mandayı kestirmiş, derisini yüzdürüp ip gibi ince şeritlere ayırmış, sonrada yaptıracağı Hisarın sınırlarına yaydırmış bu şeriti. Ikibin duvarcı ustası ve bin rençber kırk gün içinde bitirmişler koca kaleyi. Konstantin itiraz edecek, barış anlaşmamızı ihlal ettin diyecek olmuş, ama iş işten geçmiş, artık Sultan Mehmet İstanbulu feth etmeye hazırmış.
Bir söylentiye göre Anadolu tarafından Rumeli Hisarının burçlarını gözlerinizle takip ederseniz bunların eski yazıyla Muhammet (Mehmet) yazdığını görürmüşsünüz.
C.Ö. 19 Şubat 2009.
TERLER DİREK EFSANESİ
CLICK ON PICTURE
TERLEYEN DİREK
Belkide Istanbulda en fazla efsane Ayasofya ile ilgili olarak söylenmiş ve yazılmıştır. İşte bunlardan biride Terleyen Direk ile ilgili olanıdır. Mermer sütunun üzerinde bugün aşinmayı korumak için olmalı, bakırdan, ortası delik koca bir göze benzeyen bir levha vardır. Hergün binlerce turist, bu gözün ortasındaki deliğe parmaklaını sokarlar. İnanışa göre, parmakları nemlenirse dilekleri tutar, hastalıklarına şifa bulurlar. Nedir bunun aslı? Belki sütun yapımı konumu nemi içine çeker ve adeta terler. Ama, efsaneye göre bu sütunun hikayesi taa Fatih zamanına gider.
Fatih Sultan Mehmet, Konstanipole kuşatamasının uzadığını görünce hocası Akşemseddin'e akıl danışır, kuşatmanın ne zaman sonuç vereceğini sorar.Oda , Vedud isimli bir müminin, şehrin düşmesi için gece gündüz dua ettiğini ve kuşatmanın ellinci günü hakkın rahmetine kavuşacağını ve genç Sultanın o gün sur kapısından içeri gireceğini söyler. Bilindigi gibi, Fatih Sultan Mehmet Istanbulu aldıktan sonra namaz kılmak için ilk gittiği yer Aya Sofya kilisesi olmuştur. Fatih kiliseyi yanındakilerle gezerken içerdeki mermer sütunlardan birinin dibinde beyaz bir ışık görür. Hocasi Akşemseddin ile o yöne doğru ilerlerler. Direğin dibinde bembeyaz bir ışık seklinde bir cenaze yatmaktadır. Cenazenin göğsünde kufi yazıyla kırmızı bir su şeklinde "Vedud" yazmaktadır. Genç Sultan, kıbleye doğru uzanmış bu bedenin hocasi Aksemseddin'in kendisine bahsettiği mümin Vedud olduğunu anlar ve onun hemen yıkanılmasını ve defnedilmesini emreder. Yetmiş yedi evliya ve ulema merhumun yıkanması icin teşebbüse geçtiklerinde, terleyen direkten "merhum yıkanmıştır, hemen defni gerekir " diye bir ses duyarlar. Bunun üzerine kendisini bir tabutun icine koyarlar. Tabut yetmiş yedi alimi ve hocayı adeta peşinden sürükleyerek bugünkü Yeni Caminin bulunduğu yere getirir. Tabut burada bir kayığa konulur. Kayığın ne yelkeni ne de kürekleri vardır. Kendi kendine , Haliçin sularında süzülerek Eyüp'e gelir. Burada gene kendiliğinden açılmış bir mezara girer. Mezar kapanırken içinden " YAA VEDUD" diye bir ses duyulur. C.Ö. 3 Mart, 2009
SARI SIDIKA SULTAN
SARI SIDIKA SULTAN
Kocamustafapaşa semtindeki Sümbül Efendi Camiinin avlusunda belkide Istanbulun ayakta kalmış en eski mezarları bulunur. Çocuklugumuzun bir kısmı bu semtde gectiğinden özelikle Sümbül Efendi ve Kocamustafapaşa ile konuları daha önce incelemiştik. Ama şimdi yazacağımız aynı caminin avlusunda Büyük Konstantinin kızı Katherina'nın son derece gösterişsiz mezarı ve onun hemen karşisında bir kuş kafesini andıran mezarda yatan Hazreti Hüseyinin kızları Fatma ve Zeynep Sakine kardeşlerle ile ilgili.
Rivayet odurki , Hiristıyanlığın yayılması için büyük çabalar gösteren ve kendi adını verdiği Konstantinopolis şehrini bir Hiristiyan mabetine çeviren imparator kendisine cariye olarak gönderilen bu iki müslüman kızına dinlerinden dönmeleri ve hiristiyan dinine geçmelerı için bir ay süre tanır. Kerbela olayından sonra çok cefa ve yokluk çekmis olan bu iki kız kardeş Konstantinın kızı Katherina ile yakın bir arkadaşlık kurarlar.İki kız kardeş din değiştirmeyi reddettikleri gibi Katherinayı o kadar etkilerlerki, imparatorun kızı gönül rızası ile Müslumanlığa geçer. Bir aylık süre dolduktan sonra Fatma ve Zeynep Sakine kardeşler Konstantin tarafından öldürtülür ve eski bir manastır olan bugünkü caminin avlusuna gömülür. Sonradan "Sarı Sıdıka Sultan" adını alan Katherina ise nasıl ölür bilinmez ama, o da çok sevdiği iki arkadışının hemen karşisına defnedilir.
Manastır bahçesinin içindeki ulu çinar agacı bu kardeşlerin ölümüne o kadar üzülmüstürki bir gece içinde kararır ve kuruyuverir. Bu kurumuş ve cansız ağaç tam on dört yüzyıl gövdesindeki olukta biriktirdigi sularla güvercinlere ve kuşlara bir çesme olur. İşte benim çocuklugumdan beri bildiğim, bel vermiş ve gövdesine destek için etrafı tahta bir binacık ile çevrilmis cansız ağaç , Sümbül Efendi Camiinin avlusunda ölümlerine şahit olduğu üç kızın mezarlarının yanında, ebediyete olan yolculuğuna devam etmektedir.
C.Ö. 9 Mart, 2009
SUMBUL EFENDI HIKAYESI ICIN RESME TIKLAYIN
YELKOVAN KUŞU VE ERGUVAN AĞACI
YELKOVAN KUŞU VE ERGUVAN AĞACI
Istanbulla ilgili efsaneler ve hikayeler yalnız insanlar, tanrılar ve tarihi olaylarla sınırlı değil. Bu güzel şehri yüzyıllarca insanlarla paylaşan diger canlılar; yani bitkiler ve hayvanlarla ilgili bir sürü hikayede var şüphesiz. Bizde bunlardan ikisinin; yelkovan kuşları ile erguvan ağacının öyküsünü paylaşalım dedik sizinle. Yeni Cami önündeki güvercinler ne kadar Istanbulun bir simgesi ise, vapurları takip eden , yolcuların simit parçacıkları attıği beyaz martılar, eskiden Marmarının sularında çokca cirit atan yunus balıkları, boğaz sırtlarında baharda ıhlamur ve erguvan ağacları ve gül bahçeleri içinde konserler veren bülbüller, inanışa göre yalnız Eyüp ve Üsküdarda yaşayan leyleklerde bu şehrin ayrılmaz bir parçası olmuştur hep.
Ya denizin üzerinde alçaktan uçup fır fır dönen yelkovan kuşları? Hani o Orhan Velinin şiirlerinde " şu ada senin bu ada benim" diye kilometrelerce uçan uzun çengel gagalı, sırtları gri, karınları beyaz, derileri su geçirmez balık avcısı, rüzgar kovalayıcısı yel-kovan lar. Hikayeye göre Sultanın boğazın karşi yakasında bir sevgilisi varmış. Sultan sevgilisine posta güvercini ile mektup yollamış bir gün. Mektubu boğazın sularına düşürüp kaybeden beyaz güvercin çareyi denizci ve dalgıç, uzun gagalı kuşlardan yardım istemekte bulmuş. O gün bugünde bu kuşlar denizin hemen üzerinde dönüp durur, kah yel kovalar, kah dalış yapıp mektubu ararlarmış.
Bogaziçinin en güzel mevsimi süphesiz bahardır. Bu mevsimde Aşiyandaki serviler yeniden can bulmuşcasına daha bir yeşerir, fıstık çamlari kozalakları ile bir yılbaşi ağacı gibi uzaktan pırıl pırıl parlar. Bir gelin giysisini andıran beyaz çicekleri ile at kestanesi ağaçları sevgilileri erguvan ağaçları ile sarmaş dolaş doyumsuz bir aşk yaşarlar adeta. Mevsimine göre, Yıldız Parkındaki gök kusagının her rengindeki laleler ve Emirgan Korusunda bülbüllerin serenat yaptıği mis kokulu gülistanlar... Hikayeye göre Erguvan ağacı önceleri beyaz çiçekli bir ağacıkmış. Hazreti İsa'ya ihanet eden havarisi "Juda" yaptıgı hatadan o kadar üzülmüski sonunda kendini beyaz çiçekli ağacın dallarına asıp ölmeyi tercih etmiş. Beyaz çicekli ağaç İsaya ihanet eden bu Juda'dan o kadar utanmışki, çicekleri önce pembeleşmiş, kızarmış sonunda mor bir renge bürünmüş. O gün bugünde Hiristiyanlar bu ağaca "Judas Tree" demişler. Işte Nisan ortasında Üsküdardaki Fethi Paşa korusunda, yada Rumeli Hisari ve Boğazici Üniversitesi sırtlarında en yoğun ve dorukta olan bu güzel Erguvan ağaclarının öyküsüde böyle.