Selçuk arkadaşımla yaptığımız bugünkü gezimize İstanbul’un beşinci tepesindeki Yavuz Sultan Selim Camiinden başladık. Vapurla Üsküdar’dan Eminönü'ne her geçişimde Kız Kulesini geçince İstanbulun tarihi yarımadasındaki camii silüetlerini hayranlıkla seyrederim. Bazen yanımda oturan genç çiftler parmakları ile bir caminin silüetini gösterip, “bu hangi cami diye birbirlerine sorarlar”. Verdikleri cevap da genellikle yanlış olduğundan ister istemez lafa girip anlatma lüzumunu hissederim:
“Şu solda gördüğünüz Sarayburnu üstündeki tepe İstanbulun 1. tepesi, burada soldan sağa Aya Sofya ve Sultan Ahmet camilerini görüyorsunuz. Gene soldan sağa sırayla: 2. tepede Nuru Osmaniye, 3. tepede Beyazıt ve Süleymaniye camileri, 4. tepede Fatih Camii , 5. de ise Sultan Selim Camii yükseliyor. En uzak sağda 6. tepe de ise Mihrimah Sultan camii görünüyor. 7. tepe arkada Kocamustafapa-Cerrahpaşa bölgesi, Marmara denizi tarafında kalıyor, burada Sümbül Efendi Camii ve Haseki Hürrem Sultan Külliyesi var”.
İskeleye yanaşırken de Eminönü meydanındaki Yeni Cami (Valide Camisi)ni ve hemen arkadaki Rüstempaşa camiini işaret eder, sözlerini balla kestiğimi varsaydığım gençlere iyi günler dileyip vapurdan inmek için yanlarından ayrılırım.
İşte bu kadar İstanbulu gezen ve anlatan ben bugüne kadar ilk beş tepedeki camilerin tümünü gördüğüm halde altıncı tepedeki Yavuz Sultan Selim camiini hiç görmemiştim. Bu nedenle gezimize burada başlayıp sonra tepeden Haliç kıyılarına inerek Kırmızı Mektep , Heraclius Surları, Bahariye adaları, ve Kağıthane deki Sadabad camii gibi birkaç nirengi noktası seçmiştik. Tabii yolumuz üzerinde önümüze kilise, cami, türbe, park ne çıkarsa onları da görüp inceleyecektik. Bahariye Adaları hariç bunların hepsini gerçekleştirdik de. Bahariye adalarının nerede olduğunu bilene bugüne kadar rastlamadım. Bunlar Haliçte, Sütlüce karşısındaki eski çöp adaları, şimdi yeşillikler içinde nadir kuşların yaşadığı sit alanı. Bir kayık kiralayıp hiç değilse yanından geçmek belki de üzerine ayak basıp fetih etmek niyetindeydim, ama kara bulutların artması ve yağmurun başlaması üzerine bu projeyi başka bir sonbahara bıraktık. Yavuz Sultan Selim Camii ve bahçesinde ki türbeler o kadar zengin ve muhteşem ki burası başlı başına ayrı bir yazı konusu olacak. O nedenle aşağıdaki yazı 5. tepeden Haliç'e inerken ve Haliç kıyısında gördüklerimiz kapsıyor.
KIRMIZI MEKTEP
KIRMIZI MEKTEP
Kırmızı Mektep ya da eski adıyla Mekteb-i Kebir’in tarihi aslında fetih yıllarına kadar dayanıyor. Fatih Sultan Mehmet İstanbulu aldıktan sonra burada Rum Patrikhanesinin kalmasına ve Fetih’ten hemen bir yıl sonra 1454 yılında İstanbulun 5. tepesinde bir Patrikhane Akademisi’nin kurulmasına izin veriyor. Pangia kilisesinin hemen yanındaki Rum ve Osmanlı toplumunda üst derece görev yapacak idari amirlerin yetiştirilmesi amaçlanan okulda zengin Bulgar ailelerinin , Eflak ve Boğdan Beylerinin çocukları da okuyorlar.
Bugün Fener tepelerinde gördüğümüz Patrikhane Akademisinin devamı olan ve çoğu kişinin Rum Ortodoks Patrikhanesi zannettiği kırmızı tuğlalı bina 1881 yılında Rum mimar Konstantinos Dimadis tarafından Özel Fener Rum Lisesi olarak inşa edilmiş. Kırmızı Mektep'in arsası daha önceki yüzyılda Patrikahane Akademisinden mezun olan yazar, tarihçi ve müzisyen Boğdan Prensi Dimitri Kandemir'e aitmiş. 17210 altına mal olan binanın finansmanını Rum banker Gergios Zeriphis karşılamış. Avrupanın en büyük beşinci Şatosu sayılan binanın tuğlaları Marsilya’dan getiriliyor.
İki yıl önce de buraya gelmiş ama aşağıdaki demir kapı kilitli olduğu için çeri girememiştim. Ama bu sefer şansımız yaver gidiyor. Kızlı erkekli ortaokul ve lise öğrencileri bağrışa çağrışa okulun en yukarıdaki merdivenlerinden aşağıya iniyorlar. Açık kalan demir kapıdan içeri girip merdivenlerden yukarı çıkarken okul görevlisi bizi karşılıyor. Rica, minnet yukarı çıkmamıza izin veriyor. Okulun içine giremiyoruz ama hiç değilse avlusunda dolaşıp hem fotoğraf çekiyoruz hem de Rum asıllı görevli den bilgi alıyoruz. Kırmızı mektebi anlatmak güç; şato mu desem, katedral mi, kale mi, yoksa okul mu? bilemiyorum. Üç katlı binanın ortasında iki katlı bir kulesi var. En üst de burçlar, duvarlar granit ve kırmızı tuğla ile kaplı. Revaklı koca pencereler, binanın tam alnında Haliç’e bakan koca bir saat. “Üç kat “ dedik ama sanki en alt kattan merdivenle sokağa inilen yerde iki gizli kat daha var. Özelikle buraları ve binanın ilk katındaki pencereler demir parmaklıklarla koruma altına alınmış. Binanın bakır yeşili kubbesi yerden tam kırk metre yükseklikte. Kubbenin altında, içinde yıldızları seyretmek için kullanılan antik bir teleskop olan bir observatuvar varmış. Yukarıdan kuş bakışı olarak binayı seyrederseniz kanatlarını açmış bir kartal görürmüşsünüz. Eski Bizans’ın simgesi olsa gerek.
Okulun bahçesine teras ya da balkon demek mümkün, ince uzun etrafı demir parmaklıklar ve tel örgülerle çevrili bir alan. Bana biraz Avusturya Lisesin de yedi yıl yatılı okuduğum okulun avlusunu hatırlattı. Bizimki betondu, burada hiç değilse mini bir halı saha futbol ve basketbol sahası var, birbirinin içine girmiş. Bu halı sahanın bitiminde, basketbol potasının arkasında iki katlı küçük bir ev var, ana binanın aynısı kırmızı tuğla ve granitten, herhalde bir idare binası. Terasın tam ortasında bir Atatürk büstü yer alıyor; yüzü okula bakıyor, altındaki kitabede Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür yazıyor. Arkada da da Taş Kızak Tersanesinden Galata Kulesine kadar uzanan Haliç’in güzel manzarası.
Yüzlerce öğrenciye öğretim verebilecek okulda bugün yalnız 58 öğrenci var, 23 ü ilk ve orta öğretim, 35 i de lise öğrencisi. Tedrisat Milli Eğitim bakanlığına bağlı diğer yabancı okullar gibi, Rumca ve Rum Edebiyatının yanında bütün fen , edebiyat sanat ve spor dersleri Rumca; Türk dil ve Edebiyatı, Tarih, Coğrafya, Ahlak , Sosyoloji ve Milli Güvenlik Bilgisi Türkçe okutuluyor. Ama bemim en çok dikkatimi çeken şey Değerler Projesi adlı etkinliklerle öğretmenlerle öğrencilerin : Birlik Beraberlik, Nezaket ve Görgü Kuralları, Vatan Sevgisi ve Sabır gibi temel toplumsal konuları işlemeleri. Bütün bu bilgileri aldıktan sonra görevli arkadaşa teşekkür ettik ve halı sahanın olduğu yan kapıdan sokağa çıktık.
Merdivenli mektep sokağı denilen sokaktan aşağı iniyoruz, bütün sokak merdiven basamağı, daha önce gördüğümüz sokağa at giremez deniyordu buna araçta giremez, tek yol tabanvay.Merdivenlerin dönemeç inde dört genç oğlan sanki köşeyi tutmuşlar bize bakıyorlar. Çekinerek arkamıza bakmadan yanlarından geçiyoruz. Hırlısı var, hırsızı var, tinercisi var, evsizi var. Bilemiyorsun. Yokuşun aşağısında çöp dolu boş bir arsada başına kapüşon çekmiş eşofmanlı bir genç iki keçi yavrusuna elinden yemek yediriyor. Sonunda bir düzlüğe çıkıyoruz artık Ayvansaray’dayız. Burada yukarılarda hiç göremediğimiz az da olsa yeşillikler var. Zaten sokak isimleri de bunu yansıtıyor: Marul sokak, Bostan sokak. Önümüze gene bir demir kapı ve taş duvarlar çıkıyor. Kapalı kapıdan içeri bakıyoruz,nar ağaçları ve gül tarhları içinde en gerideki tek katlı bir binaya uzanan bakımlı parke bir yol. Burası ünlü Panagia Vlaherna Meryem Ana Ayazması.
“Biliyormusun” Selçuk diyorum” üç büyük din de hafta sonu günlerini ibadet için paylaşmışlar. Müslümanlar Cuma, Yahudiler Cumartesi, Hristiyanlar ise Pazar. Ama bu ayazma dünyada Pazar yerine Cuma ayinlerinin yapıldığı tek kilise. Nedeni de yedinci yüzyıl başında ki bir efsaneye bağlanıyor. Avarlar şehri kuşatmış, Bizans düştü düşecek. Sonra bir Cuma günü hava bozuyor, bir fırtına çıkıyor ve gök yüzünde Meryem Ana beliriyor. Hava şartları giderek kötüleşince Avarlar şehri işgalden vazgeçip geri çekiliyorlar. O gün bugün de buradaki Ortodoks Rumlar ayinlerini Meryem Ana’ya minnetlerini belirtmek için Cuma günleri yapıyorlar”.
“Gerçekten çok ilginç” diyor Selçuk, “çok eskilerde burada Meryem Ana’nın Kudüs”ten getirilen hırkasının saklandığını duymuştum, ama kim bilir sonra ne oldu? Böyle konuşa konuşa Heraclius surlarına doğru yürümeye devam ediyoruz.
İstanbul’un surlarını: Bizans Surları (Sur-i Sultani), Marmara Deniz Surları, Theodosius Kara Surları, Haliç Surları ve Galata Surları diye, yapılış tarihleri, konumları ve inşa edenlerin adlarına göre sınıflandırmak mümkün. Bu surlardan ilk üçünü harabe halinde de olsa, restore edilmiş de olsa, aralarında boşluklar ya da evler de bulunsa, trenle veya herhangi bir araçla gezerken görebilirsiniz. Ama Haliç Surları ve Galata surları için aynı şey söylenemez. Haliç ve Galata Surlarından bugün günümüze kalmış izler bulmak zordur. Haliç vapuru ile Eyüp’e defalarca gitmişimdir. Gene böyle bir yolculuk sırasında vapurdan Ayvansaray civarında, kıyıdaki evlerin arasında kalmış birkaç sur kalıntısı görmüştüm. Haliç surlarından kalma bu surlar biraz ileride karaya doğru dönerek bir kavis yapıyordu. Burada oldukça geniş bir bölgede surlar burçları ile hala ayakta duruyordu. Büyük olasılıkla burada eskiden şimdi yıkılmış olan sur kapılarından biri vardı. En akla yakın olanlar da Cleomenes (Ayvansaray) ya da Ayia Anastasia (Atik Mustafa Paşa) kapılarıydı. Eve döndükten sonra kitapları ve haritaları açtım, internet’e girdim ve buradaki surların Heraclius Surları olduğunu öğrendim. Peki kimdi bu Heraclius, bu surları ne zaman ve ne için yapmıştı? Anlatalım:
Heraclius yedinci yüzyıl başlarında Roma İmparatorluğunun Kuzey Afrika Eyaleti’nin valisi Heraclius’un aynı isimdeki oğlu. Bu tarihlerde Bizans’da Phocas adlı zevk ve sefahat düşkünü bir imparator halkına sefalet çektiriyor. İmparatorluk batıda Avarların, doğuda ise İran’daki Sassanid İmparatorluğunun tehditi altında korumasız bir durumda . Genç Heraclius 3 Ekim 610 tarihinde gemileri ile Mısır’dan Constantinopolis’e geliyor ve kıtlık ve sefalet içindeki şehirde halkın yardımı ile kolayca ilerleyerek sarayı basıyor, İmparator Phocası öldürerek idareyi ele alıyor. Sonra da kilise rahiplerini ve şehrin ileri gelenlerini topluyor ve onlara; “bir şartla sizin imparatorunuz olurum” diyor, “Kilise ve zenginler para verecek, vergiler artacak, yeni bir ordu kuracağız, yolsuzlukların önüne geçeceğiz ve düşmanlara karşı duracağız”. Şehri kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya olan Kilise ve zengin sınıf bu teklifi mecburen kabul ediyor ve böylece Heraclius 36 yaşında Doğu Roma’nın imparatoru oluyor.
Heraclius’un tahta çıktıktan sonra yaptığı ilk işlerden biri batıdaki Avar’lara 200 000 altın karşılığı anlaşmak oluyor. Arkasını sağlama aldıktan sonra bu defa Acemlerle yapacağı savaşa hazırlanmaya başlıyor. Bu hazırlık tam on iki yıl sürecektir. Bu sıralar İranlılar Antakya, Şam, Kudüs gibi önemli şehirleri işgal etmişler, Anadoluya yiyecek kapılarını kapatmışlar ve Constantinopolis de kıtlıklara neden olmuşlardır.
Hazırlıklarını bitiren Heraclius 622 yılında ordusu ile İran’a doğru yürüyerek beş yıl sürecek bir sefere çıkar. Heraclius ordusu ile savaştayken bir İran ordusu sallarla boğazı geçmek ister, fakat Constantinopolis deki Bizans ordusu tarafından durdurulur ve büyük kayıplar vererek geriye püskürtülür. Anlaşmaya sadık kalmayan Avarlar ise tepelerden Haliç’e gemilerini indirerek Ayvansaray civarında Constantinoplis’e saldırıya geçerler ve bu bölgedeki kiliseleri yakıp yıkarlar. Bizans ordusu bu saldırıyı da durdurur ve Avarların şehre girmesini önler. Diğer tarafta seferdeki Bizans ordusu Heraclius’un komutasında İran’a girip şehirleri yakıp yıkarak ilerlemekte ve Sassanid İmparatorluğunun sonunu getirmektedir. 628 yılının Eylül ayında Heraclius önünde filler, İran’dan aldığı ganimetler ve İranlıların Kudüs’ten getirdiği Hazreti İsa’nın üzerine gerildiği haçla birlikte muzaffer bir İmparator olarak Constantinopolis’e geri döner. İmparatorun şehre döndükten sonra yaptığı ilk işlerden biri Theodosius’un kara surlarının kuzey batı ucundaki Preton surundan Ayvansaray da ki Ayios Dimitrios kilisenin yanına kadar gelen deniz surlarını yeni bir sur silsilesiyle birleştirmek olmuştur. Avarların şehre girmeye çalıştığı bu boşluk da böylece surlara kapatılmıştır. İşte bu surlar ileride Heraclius surları olarak anılacaktır.
Savaştan sonra Heraclius’un sağlığı giderek bozulacak ama o savaştan sonra on üç yıl daha yaşayacaktır. Bu devrede daha çok Hristiyanın dininin çeşitli mezhepleri arasında ki anlaşmazlıkları gidermek için uzlaşma yolları aramış ama başarılı olamamıştır. Onu tarih kitaplarına geçiren en önemli başarılarından biri, Roma İmparatorluğunda kullanılan resmi lisan olan Latince’yi reddederek Constantinopolis de halkın lisanı olan Yunanca’yı (Rumca) resmi lisan olarak kabul etmesi ve uygulamaya koymasıdır. Bazı tarihçilere göre Heraclius Müslüman Araplar’la diyalog kurmuş ve Hz. Muhammed ile elçiler vasıtasıyla irtibata geçmiştir. Bazı Müslümanların inanışına göre Heraclius gerçek anlamda bir imparator, Hz. Muhammet’in Allahın son elçisi olduğuna inanan ve İslamı kabul etmiş bir hükümdardır. Diğerleri ise Hz. Muhammet ile Heraclius arasında mektupla ya da elçi aracılığı ile hiç bir irtibat olmadığını söylerler. Gene aynı şekilde bazı tarihçiler onu Cesar’la kıyaslarlar ve onu Roma’nın son büyük İmparatoru sayarlar. Bu görüşte olanlar Heraclius eğer İran’ı yıkıp yakmasaydı, Büyük İskender hiç bir zaman “Büyük olamazdı” derken, diğerleri de Araplara verdiği tavizler yüzünden 633 yılında İslamın yayılmasına ve İranlılardan aldığı birçok şehrin Araplara geçmesine neden olduğunu söylerler.
Bu surların hemen yanı başında beş yatır var. Bunlardan ilk ikisi Atik Mustafa Paşa mahallesinde Eyüp Sultan’a giden yolun üstünde. Hazreti Cabir 604 ve 697 yılları arasında yaşamış ve tam on dokuz savaşta hazreti Muhammet’in yanında bulunmuş. Naklettiği 1540 hadis ile Peygamberden en fazla hadis nakleden kişilerden biri. Muaviye dönemindeki İstanbul’a gelen ordunun da bayraktarlığını yapmış. Muhhammedü’l Ensari ise hem Eyüp El Ensarinin arkadaşı hemde Sahabe-i Kiram’dan, yani Hz. Muhammet’i görmüş ve ona arkadaşlık etmiş kişilerden. O da Eyüp El Ensari gibi 668 kuşatması sırasında şehit düşmüş. Fetihten sonra yapılan türbe, II. Mahmut zamanında yeniden yapılıyor ve en son 1996 yılında restore edilmiş. Diğer üç yatırda Preton kara suları bölümünde ,surların içine yapılmış bir türbede. Bunların üçü de gene Sahabe-i Kiram’dan; Ebu Şeybet-ül Hudri, Ebu Ahmed El Ensari ve Hamdullah El Ensari. Bu küçük mescitli türbenin bahçesi de bir park şeklinde düzenlenmiş, yeşil çimler ve gül tarhları arasında Osmanlı mezar taşlarının yükseldiği bir Hazire de aynı bahçe içinde yer alıyor.
Selçuk’la teker teker bütün yatırları gezdik, surların yanındaki park da yürüdük. Acaba diye düşündüm, burada yatan Sahabe-i Kiram yatırlarından Hazreti Muhammet ile Heraclius arasında elçilik yapanlar var mıydı ? Bunların yaşadığı tarihler hem Heraclius hem de Hz. Muhammet’in devirleri ile aynıydı, acaba bugün Heraclius surları içinde meftun olmaları bir tesadüf müydü? Bu düşünceler içinde hava karamadan son durağımız olacak Kağıthane deresi kıyısındaki Sadabaat Camii’ne gitmek üzere Eyüp tarafına giden yolun karşısındaki otobüs durağına geçtik.
Sadabad camii ilk defa 1822 yılında Sultan III. Ahmet tarafından Kağıthane deresinin kıyısında Sadabad sarayı ile birlikte yaptırılıyor. Cami iki defa yıktırılıp en son 1862 yılında Sultan Abdülmecit döneminde saray mimarı Sarkis Balyan tarafından yeniden yapılmış. Bir yazlık malikane olarak tasarlanan saray ise tam üç kere yıkılıp yeniden yapıldıktan sonra 1940yılında tamamen yıkılmış.
“Sadabad” kelime anlamı olarak uğurlu ve imar edilmiş yer demek, belki de bu nedenle devamlı yıkılıp yeniden yapılanmış hem saray hem de cami. Saray ilk defa Patrona Halil isyanında tahrip edilmiş, II. Mahmut’un yerine yaptırdığı ikinci saray ise aradan geçen elli yıldan sonra Sultan Abdülmecit tarafından yıktırılıp Çağlayan Sarayı adı altında yeniden yaptırılmış. 1940 da tamamen yıkılan sarayın arazisinde bugün daha önce istihkam okulu olarak kullanılan günümüzde ise Kağıthane Belediyesi olarak işlev gören bina var.
Aziziye Camii adıyla da anılan Sadabad camisi Balyan kardeşlerin diğer tasarımlarındaki camiler gibi neo- gotik tarzında çok özgün bir yapı. Pembe badanalı kagir binası üst üste kemerli büyük pencerelerle bezenmiş, ahşap kubbesinin yanında yükselen minare bol pencereli şerefesi ile adeta deniz kenarında kumların üzerinde toplayacağınız şeytan minaresi denilen bir deniz kabuğunu andırıyor. Minarenin en büyük özelliği de bahçeden girilen merdivenden yukarıya çıkacak bir kişinin aynı anda caminin içindeki merdivenden minareye çıkan müezzinle hiç karşılaşmadan şerefeye ulaşmaları. Bir minarenin içinde yüz taş basamaktan yapılmış birbirini görmeyen iki merdiven. Batılıların “Sweet Waters of Europe” dedikleri Kağıthane deresinin cami bahçesinin yanında kıvrıldığı yerde iki küçük iskele var. Biri Hünkar kayığının, diğeri ise vezir kayıklarının yanaşması için yapılmış. Anlayacağınız nevi şahsına münhasır, görülmesi olmazsa olmaz bir cami. Bizde bu ilginç camiyi görmek için Haliç tepelerinde başladığımız tura devam ediyoruz.
Hava kararmaya başlarken Kağıthane otobüsünden indik, köprüden geçerek derenin karşı yakasında ki camiye doğru yürüdük. Burada kıyı boyunca uzanan bir parkın içinde çim tarhların üzerinde batı ve güney Anadoluda çokça görülen açık hava müzelerinden biri vardı. Çam ve servi ağaçları ve kırmızı güller arasında mermer sütun başları, kırık sütunlar, çeşme yalakları, mermer alaturka tuvalet taşları, çiçek işlemeli şerefe korkulukları yerlerde yatıp duruyorlardı. Bütün bunlar yirminci yüzyıl başında yapılan restorasyonlarda camiden sökülen ve 1939 yılında ki depremde kırılıp caminin kubbesini delen minare den arta kala parçalarmış. Parkın bitiminde upuzun iki katlı bir bina var, camiye geçmek için mecburen Kağıthane Belediye binasının bahçesinden yürüdük. Bu sırada hava iyice kararmaya başlamış kara bulutlar dan yavaş yavaş yağmur çiselemeye başlamıştı. Caminin bahçesine yeni restore edilmiş, kırmızı beyaz taşlı bir duvarın ortasında revaklı beyaz mermer kapıdan giriyorsunuz. İçeri girince camiinin dört tarafını tahta perdelerle restore edilmek üzere kapalı olduğunu gördük.
Caminin dere tarafında da kubbeye kadar tahta inşaat iskeleleri yükseliyordu. Caminin dış yüzeyi gül pembesine boyanmış, pencere kenarları beyaz boyayla çerçevelenmiş, kubbenin çinkosu yenilenmiş, en üsteki topaç şeklindeki başlık altın yaldızla parlatılmıştı. Minare gerçekten bir deniz kabuğuna benziyordu. Kesme taştan bembeyaz ince uzun bir gövde, şerefe altı köpük, köpük oyma taşla örülmüş, Ortadoğu camilerinin minarelerine benzer şerefenin üzerinde tam on minik pencere, hemen üzerine oturtulmuş çam yeşil’i bir dam, onun üzerinde beyaz bir silindir ve en tepede Kremlin Sarayı tipinde altın bir kubbe ve zirvesinde İslam’ın simgesi, altın yaldıza batırılmış ay. Bu güzel minareyi hayranlıkla seyrettikten sonra birkaç fotoğraf çektim, ama ne yazık ki, caminin restore edilmekte olan iç kısmına giremedik. Bahçe kenarında yürüdük, dere üstündeki küçük köprüden geçtik. Dere boyunda padişahın betonla onarılmış iskelesini ve biraz ilerde yanına iki sandal bağlanmış vezir iskelesini seyrettik. Bir iki fotoğraf çektim ama kameranın objektifine yağmur taneleri düşmeye başlayınca bugünkü geziyi artık sonlandırmak vakti gelmişti. Selçuk “gel abi” dedi “buradan bir otobüse atlayalım, önce Beşiktaş çarşısında Kartal Yuvasından sen alışverişini yaparsın, sonra da Balmumcu da “Aleni”de birer kebap yeriz. Hem Alen Markaryan la tanışırsın hem de benim has Beşiktaşlı kuzenim Tolga Türkyılmaz’ı görürüz.
Yürümekten ayaklarımız ağrımış, karnımız acıkmış ve ıslanmaya başlamıştık. Şemsiyeleri açarak otobüs durağına doğru yürüdük.