YENIKAPI DA ARKEOLOJIK BULGULARIN SINIFLANDIRILISI
MARMARAY, TAKSİM VE GEZİ PARKI
İstanbul’dan Columbus’a döneli tam bir hafta olmuş. “Rüya Şehir” de geçirdiğim 14 yoğun gün, uçak yolculuğunun yorgunluğu ve orada kaptığım soğuk algınlığından sonra bugün ilk defa biraz kendime geldim ve hemen yazmaya koyuldum. “2013 ün Kasımında İstanbul’da en çok neyi beğendim ve en fazla neyi sevmedim?”. İsterseniz önce sevdiklerimizden başlayalım.
Öyle güzel şeyler sıkıştırdım ki on dört güne: Kumkapı’da ve Bebek’de yenilen yemekler, Samatya’da ve Haliç tepelerinde geziler, Kuzguncuk’da ve Yıldız Teknik Üniversitesi yerleşkesinde geçirilen saatler, Ortaköy ve Kız Kulesinde içilen çaylar, sabahları apartman görevlisinin getirdiği gazete ve sıcak simitle uyanışlar, gezilen camiler, türbeler, müzeler, liseden arkadaşlarla buluşmalar, üç kardeş beraber geçirilen özel zamanlar, dostlarla Yalova ve Bursa’ya yapılan bir yolculuk ve belki de en güzeli yeni okurlarla tanışıp onlarla yapılan sohbetler ve imzalanan kitaplar.
2013 Kasımın’da İstanbul’da ki en önemli olumlu değişiklik nedir derseniz, tek kelimeyle “Marmaray” derim. Katılırsınız, katılmazsınız ama ben İstanbul’un altını da çok severim. Orada her karış toprağın altında Neolitik dönem den, Roma ve Bizans’a, Osmanlı dan, Cumhuriyet Türkiyesine, yalnız ev sahibi medeniyetlerin değil, şehri fetih etmeye çalışan Gotlar’dan Araplar'a ya da talan eden Haçlılar'a kadar tam 8000 yıllık bir tarihin ayak izleri yatar. Marmaranın altındaki onuncu Prens adası: Vardonisi , Küçükyalıda’ki Arkeolojik kalıntılar, Karaköydeki Tünel, Yerabatan ve Binbir Direk sarnıçları, İstanbulun deniz altındaki zincirleri, Rumeli Fenerindeki mitolojik “Çarpışan Kayalar” gibi çok bilinmeyenleri araştırıp bulmak ve yazmak en çok zevk aldığım konulardır. Kim bilir kaç kişi uzaya gitmek ister; ben ise Haliçteki Bahariye adasına çıkıp bu adalara ayak bastım demek isterim. Ne yazık ki bu son yolculuğumda yağmurlu hava, bir kayık kiralayıp Sütlüce’den bu eski çöp adalarına gitme projemi engelledi. Ama Marmaray ile denizin altından tarihi yarımada dan Üsküdar’a geçme planımı İstanbul’a indiğim ikinci gün gerçekleştirdim.
Evet 29 Ekim 2013 de açılan Marmaray’dan 14 Kasım’da geçerek bu yolculuğu yapan ilk Columbus, Ohio’lu olma şerefine eriştim :). İleriki günlerde vapurla iki yaka arasında en az on kere gittimse de, en az yedi kez Marmaray’ı kullandım, özellikle Kumkapı, Samatya gibi yerlerde yediğimiz güzel akşam yemeklerinden sonra Çiftehavuzlardaki apartımanıma dönerken. “Beş dakika da Beşiktaş” derler ya artık on iki dakika da Yenikapı’dan , Ayrılıkçeşme’ye gidiyorsunuz. “Ayrılık Çeşme neresi ?”diyeceksiniz, bu ismi İstanbul’da bilene rastlamadım. Altunizade ile Hasanpaşa arasında, Carrefeur’un olduğu yer. Benim bildiğim kadarı ile eskiden hacca gidecekler burada çeşme başında toplanır ve kervanlarla Mekke’ye doğru yola çıkarlarmış.
MARMARAY ISTASYONLARI
RECEP BAYAR VE MOTORSIKLETI
İstanbul’da ikinci gecem, İstanbullite muhabiri arkadaşım Selçuk’la tarihi yarımada’da yaptığımız gezilerden sonra Kadırga’dan kıyı kıyı giderek Kumkapı’da Neyzen Restoran’da soluğu aldık. Burada onun ikramı balığımızı yedik, iki kadeh içeceğimizi içtik, akşam saat dokuz civarı, Yenikapı’ya kadar yürüyerek Marmaray istasyonunda evimize gitmek üzere birbirimizden ayrıldık. O Cihangir’e gidecek ben ise Çiftehavuzlara.
Yürüyen merdivenlerden yerin altına indim, turnikelerden İstanbul kartımı geçirdim, turnike pencersin de kart dan 1,35 TL düşüldüğü yazdı. Kart, Karaköy’de Tünel’in yanından aldığım, üzerinde fotoğrafım olan benim gibi “seniorlar” için “İndirimli Taşıma kartı”. Sonra yürüyen merdivenle daha da aşağıya inerek peronlara geldim. Trenler on dakika da bir geliyor; sağ taraf taki peron dan Sirkeci, Üsküdar, Ayrılıkçeşme istikametine, soldan da Kazlıçeşmeye gidiyorsunuz. İçerde Karaköy Tünelin’e benzer hafif bir nem ve rutubet kokusu var. Birkaç dakika sonra Marmaray’ın Kadıköy istikametine giden treni geldi, turkuaz mavisi koltuklarda kendime bir yer buldum ve oturdum. İstanbullular sanki kırk yıldır treni kullanıyor gibi oturmuşlar, olağan bir görüntüdeler. Eskiden herkes gazete açıp okurdu, şimdi ise i- phone ları ile text atıyor, internet de dolaşıyor ya da kulaklıkla müzik dinliyorlar. Birkaç dakika sonra tren biraz yavaşlıyor, henüz kullanıma açılmamış olan Sirkeci İstasyonun dan geçiyoruz, dört dakika sonra da Üsküdar dayız. Hani Üsküdarlı Azîz Mahmûd Hüdâyî Efendinin efsanevi hikayesi vardır, denizin kabardığı en fırtınalı bir günde müritleri ile kayığa atlarlar, o denizi süt liman yapar ve bir kaç dakikada Üsküdar’dan Saray burnuna geçerler. Biz de denizin üstündeki bu “Hüdai Yolu”nun altından Üsküdar’a geçtik sanki. Bir dört dakika daha sonra da Ayrılıkçeşmedeyiz. Aynı İstasyondan metroya binip Göztepe’ye gitmek var, ama ben “bakalım Ayrılıkçeşme neresiymiş?” diye tekrar yeryüzüne çıkıyorum. Capitol AVM sinin önündeyim şimdi. Buradan bir dolmuş ya da otobüsle Çiftehavuzlar tarafına giderim diye düşünüyorum, sonra bütün vasıtaların Üsküdar tarafına gittiğini görünce, karşıya geçiyorum.
Dolmuş ve otobüsler gelip geçiyor ama sahil yoluna giden pek vasıta yok. Trafik ışığının kırmızı olmasından yararlanarak, ışıkta bekleyen motosikletli bir kurye’ye Bağdat caddesi civarına giden vasıtaları soruyorum. “Abi burası oldukça sapa, istersen ben sana bir kıyak yapayım, atla arkaya” diyor. Maceramı istiyorsun, al işte sana macera!. Sol bacağımı kaldırıp çocuğun arkasına oturmaya çalışıyorum, ama bacak bir kütük, mecburen kurye bacağımı tutup motosikletin öbür tarafına geçiriyor. Bu defa iki ayağımı yukarıya kaldırıp ayak yerine koyacağım, ama karanlıkta bir türlü ayakları yerleştiremiyorum. Bir pedala basıyorum, frene basmış ya da vites değiştirir gibi sesler çıkıp motor yavaşlıyor. Sonunda ayağımızı da yerleştiriyoruz ve motosiklet yolculuğumuz başlıyor. Genç arkadaş motoru vasıtaların arasından zig-zaglar yaparak kullanıyor, saçlarım hava da uçuşuyor, ama ben hayatımdan memnunum. Sonunda Bağdat caddesinin üst sokaklarında bir yerde beni bırakıyor. Recep Bayar isimli özel okullara kuryelik yapan gencin fotoğrafını çekerek kendisine teşekkür ediyorum ve Bağdat caddesine doğru yürüyorum.
İleriki günlerde İstanbullu arkadaş ve akrabalardan kime sorsam Marmaray’a henüz binmemişler. Çoğu dudak bükerek nereden kalktığını, nereye gittiğini bile bilmiyor. Kimi: “a ben arızalı biliyordum” diyor, kimi “korkarım” diyor, kimi de “ben vapuru tercih ederim” diyor. Sanki biraz “direngezi” protestosunun devamı gibi algılıyorum bu dudak bükmeleri. Ben anlatınca onlarda ikna oluyorlar ve Kadiköy’lü arkadaşları bir Samatya akşamından sonra Marmaray’la Ayrılıkçeşme’ye oradan da metro ile Kadiköyde’ki arabalarına götürüyorum, aradan geçen süre yalnızca 40 dakika ; İstanbul trafiğinde bir mucize zaman. Sonra teker teker kardeşlerimi ve son olarak da Naperville’den dostum Ercan’ı Üsküdar’dan Yenikapı’ya götürüp getiriyorum. Ercan hem bir bilim adamı hem de “Çarşılı” ve sıkı bir “direngezi aktivisti”. Önce teklifime pek sıcak bakmadı ama yolculuğu yapıp, su altındaki kanalın nasıl inşa edildiğini gösteren pano resimleri görünce onların tek tek fotoğraflarını çekti ve bu tecrübe den çok hoşnut kaldı. Geliş gidiş 24 dakikalık yolculuğumuzun cabası da Yenikapıda’ki Arkeolojik Liman kalıntılarını tepeden görmek oldu.
Toplu taşıma araçları benim gibi İstanbul’u karış karış gezmek isteyenler için tam biçilmiş kaftan. İstanbul kart dolmuş ve taksi hariç her yerde geçiyor, hem de iki saat içinde vapur, deniz motoru,metro, metrobüs, otobüs ,tren, tramvay,tünel, Marmaray gibi dokuz toplu taşıma aracının birinden diğerine aktarma yaptıkça giderek küçülen ücretleri kartınIzda yazılı tutardan düşerek.
Ama diyelim ki sapa bir yerdesiniz ve taksiye bineceksiniz. İşiniz şansa kalmış, bir kere yağmurda taksi bulmak imkansız. Bindiğiz taksinin şoförü de iyi de çıkabilir kötü de. Birgün Marmaray ile Göztepe durağında indim. Ama bu Göztepe durağı E- 5’in üstünde,yağmur da başladı, eve gitmek için taksi şart. Durakta bekleyen bir taksiye bindim, adam da keçi sakal, “Selamınaleyküm, maşallah, inşallah” falan diye konuşuyor. Dersin ki kaidelere uyan birisi olması lazım, ne gezer, araba çiseleyen yağmurun altında uçuyor, bizim şoför kendisinden başka herkesi hatalı bulmakla ve onlara laf yetiştirmekle meşgul. Karşıdan gelen arabalarla o kadar yakın geçiyoruz ki nere de ise çarpışacağız. Arka koltukta tam kemerleri bağladığım sırada güüüm diye bir ses geliyor. Şaşırarak bu ses ne diyorum, karşı istikametten gelen araba ile teğet geçmişiz ve bizim taksinin şoför mahallindeki aynası bu sürtüşme de kırılıp kapının yanından aşağıya sarkmış. Eeeh geçmiş ola.
Zaten istanbul’da mecbur kalmadıkça araç kullanmak , ve taksiye binmek fazla akıl karı değil.
HER YER TAKSİM HER YER “BETON” VE “DİLEN” GEZİ
Finikuler cikisi
Her yer gezi her yer beton
Gezi ve Divan
Istanbul’da Marmaray’ın açılmasından bir ay kadar önce Taksim ve Gezi Parkının yeniden yapılanmış şekli sessiz sedasız kullanıma açıldı. Geçen yıl tam bu zamanlar meydan tahta perdeler ile çevrilmiş ve büyük bölümü de vasıtalara ve yayalara kapanmıştı. Ben de o günlerde Şişli’ye gitmek için Gezi parkının içinden geçerek kestirmeden Halaskar Gazi Caddesine çıkmıştım. Bugün gene Selçuk arkadaşla bu defa Şişli'deki Askeri Müzeyi gezmek için Taksim de buluştuk. Finiküler den Taksim meydanına çıkınca biraz da hayretle etrafıma baktım. Eskiden arabaların, otobüslerin, yayaların ahenkli bir keşmekeş içinde birlikte olduğu Atatürk Kültür Merkezine doğru giden bölüm bir beton yığını halinde uzayıp gidiyordu. Halaskar Gazi caddesinin başlangıcında Mc Donald’s la başlayan Havaş’a kadar uzayan bütün restoran, dükkan ve cafelerin yerinde yeller esiyor, beton meydan caddeye doğru meyil yaparak uzayıp gidiyordu. Atatürk ve silah arkadaşlarını temsil eden göbekteki Cumhuriyet anıtı bu anlamsız beton düzlükte ufacık kalmış, Gezi Parkının önünden Atatürk Kültür Merkezine uzayan dik dörtgen alanın ortasına devasa bir bayrak çekilmişti. İnsanların çoğu hiç bir şey yapamayacakları bu boşlukta yürümektense kenar kenar Divan oteli ve Sıra Serviler tarafında trafik’in olduğu cadde kısmından yürüyor, Finiküler den çıkanlar da Cumhuriyet anıtı civarında kümeleşip, İstiklal caddesine doğru kalabalığa karışıyordu.
Selçuk’la merdivenlerden çıkarak Gezi Parkına girdik, beş ay önce genç, yaşlı, çoluk çocuk ülkesini seven insanların direndiği, biber gazı yiyip Tomalar dan sıkılan su ile püskürtülmeye çalışıldığı, rengarenk çadırların, ilk yardım istasyonlarının, çöp bidonlarının, seyyar kütüphanelerin, yiyecek stand lerinin olduğu bu park şimdi boş, üzgün ve sessizdi. Bir yıl önce gördüğümde tüm bakımsızlığına rağmen elli küsur yıllık ağaçları, banklarda oturan evli, evsiz insanları, seyyar satıcıları ile park bana daha bir canlı ve anlamlı gelmişti. Şimdi ise yaşlı ağaçların çoğu budanmış, parkın ortasına sıra sıra iple çizilmiş gibi yeni ağaçlar dikilmiş, İstanbulun çoğu yerinde olduğu gibi tarhlara tek tip menekşe cinsinden çiçekler dikilmişti. Kremlin meydanı gibi göz alabildiğine beton bir meydanın yanında karakterini zorla kaybetmiş, maziden size hiç bir şey hatırlatmayan bir park vardı artık. Her yer Taksim, her yer beton du.
Catlaklar ve insanlar
Vapurda
Taksimin alti
Park’tan gerisin geriye gidip tekrar meydan’a çıktık. Bu defa eskiden dükkanların olduğu yerden yürüyoruz. Bu beton değişik, belki yeni tip bir şey, sanki içine plastik karıştırılmış gibi bir görüntüsü var, ama daha bir ay önce açılan meydanın yerlerinde uzun uzun çatlaklar oluşmuş bile. Aşağıda, yerin altında trafiğin geçtiği, otobüs duraklarının olduğu yerin tavanlarında da daha kış gelmeden sızıntılar oluşmuştu. Eskiden dükkanların olduğu hat toprak doldurulup bir meyille parkla birleştirilmiş ve üzerine kalıp kalıp çimler konulmuş. İşte burada yol boyunca Suriye’den kaçan evsiz insanlar oturuyor. Bizim dilenciler yetmiyormuş gibi, şimdi de Suriyeli dilenciler ailece, çoluk, çocuk çimlerin üzerine oturmuşlar, gelen geçenden para istiyorlar. Bir ailenin birlikte dilendiğini görünce insanın hem içi burkuluyor, hem de bunların burada ne işi var diyorsun. “Direngezi” bitmiş “Dilengezi” başlamış.
Aslında İstanbul’daki dilenci sorunu benim her gelişimde artışını izlediğim bir olay. Son iki yılda özellikle iskele meydanlarında ilk okul çağındaki kız çocuklarının para karşılığı kağıt mendil sattığını yada armonika çaldığını görüyordum. Ama bu yıl sanki bu sayıda yüzde bin artış var. Bir tarafta şehrin her yerinde türeyen Suriyeli aileler, sonra vapurlardaki seyyar satıcı tipi dilenciler. Bir bakıyorsun vapur iskeleden kalkar kalkmaz genç bir kadın armonika çalıyor, yanındaki küçük çocuk da para topluyor. Dönüş vapurunda başı örtülü temiz pak bir kadın kan kanseri olan oğlu için kalem satıyor. Ertesi gün gene sabah vapurunda biri kız üç genç çalgı çalıp para topluyorlar, akşam vapurunda gene temiz pak örtünmüş başka bir teyze doktor ve ilaç parasını ödeyemediği hasta oğlu için bağış istiyor. En ürkütücüsü de Sirkeci tren istasyonu yanında gördüğüm eski zamanları andıran bir dilenci. Adam veya kadın bembeyaz kefen gibi sargılar içinde yerde yatıyor, yanında da avucunu açmış bir kadın. Kimdir bu insanlar, gerçekten hastaları var mıdır, vapurlara, istasyonlara nasıl girerler, dilenci şebekelerine bağlımıdırlar, bilemiyorsunuz. Çoğu zaman küçük çocuklu olanlara acıyıp para veriyorsunuz ama para çocuğa mı gidiyor, yoksa başkasına mı onu da bilemiyorumsunuz.
Bir tarafta mantar gibi yükselen gökdelenler, AVM ler, İstinye Parklar, Zorlu Centerler, Çamlıcaya yapılan devasa camiler, diğer tarafta sokakta su satan kadınlar, okul çağında mendil satan çocuklar, modern vapur dilencileri, Suriyeli mülteciler. Türkiye deki çarpıklıkları, yazan ve konuşan o kadar çok yazar ve kişi var ki. Ben ise genellikle “ olanla, öleni” onlara bırakır, yalnız gördüğüm güzelikleri yazmaya çalışırım. Ama bu defa galiba ben de güzellikleri bir daha ki yazıya bırakarak o kervana katılmak zorunda kaldım.