Saat sabahın onu, Üsküdar İskele meydanında Beşiktaş İskelesi önündeki büfenin yanındaki banklarda oturmuş çay içiyor, Beşiktaş’tan gelecek Ercan’ı bekliyorum. Bugün İstanbul’da ki son günüm ve ilk defa hava bozdu, yağmur yağıyor. Sabah Selçuk aradı, “abi senin gidişine İstanbul bile üzüldü, ağlıyor” diyor. Aslında İstanbul’u yağmur altında da görmek güzel, denizin rengi gri, insanların elinde siyah şemsiyeler, kimisi de parkalarının kapüşonunu başlarına çekmiş koşuşup duruyorlar vapur iskelesine doğru. Oturduğum bank’ın üzerinde bir güneş şemsiyesi var, kazığı kuzeyden gelen poyrazı ve yağmuru engellemek için eğri konulmuş. Büfeci karton kutuları kesmiş sıraların üzerine koyuyor insanların popoları ıslanmasın diye. Gelen yanıma ilişiyor, bir çay, yanında kaşarlı tost ya da simit, yan yana, diz dize oturuyoruz insanlarla. Sağımda sigarasını izmaritini önündeki küllükte söndüren kırmızı çizmeli genç kadın çayın parasını ödeyip kalktı. Gençten biri geliyor çekingen, “gel otur diyorum” yanımdaki kuru kartonu göstererek. O sırada cep telefonu çalıyor, Ercan gelmiş iskelenin önünde beni bekliyor, başında Beşiktaş kepi, elinde şemsiye.
Bugünkü programımızda önce Kuzguncuk var, sonra Üsküdar’da birkaç cami, Kızkulesi ve belki Marmaray ile Yenikapı’ya gidip geliş. İstanbul’da yağmur yağınca taksiler kısa mesafelere gitmeye nazlanırlar, otobüs duraklarında hangi otobüse bineceğimizi aramaktansa yağmur altında Kuzguncuk’a yürümeyi tercih ediyoruz.
*Eski devirlerde Üsküdar'ın ismi altın şehir anlamına gelen Hirisopolis, Kuzguncuk un ise İmparator II. Justinian zamanında yapılan altın kiremitlı bir kiliseden dolayı Hirisokeramas imiş.
ESKİ TEKEL BİNASI
Deniz tarafındaki yaya yolundan yalıların ve restore edilmiş eski köşklerin önünden çiseleyen yağmurun altında konuşa konuşa yürüyoruz. Boğazın gri’ye bürünmüş suları dalgalı, Avrupa kıyısındaki saraylar ve camiler seçiliyor da, tepelerdeki gökdelenler sis bulutları içinde. Boğaziçi köprüsü gümüş bir gerdanlık gibi iki yaka arasında asılı duruyor, uzaklarda yelkovan kuşları soğuk sulara dalıp balık avlıyorlar. Yolun sağ tarafında muazzam bir hayalet bina dikkatimi çekiyor. Bina beş katlı, her katında revaklı beş pencere boşluğu var, yapının dört tarafındaki duvarlar ön cephenin aynısı. Binanın ne damı var, ne de içinde katları, içi bom boş. Önce bu heybetli eski yapının fotoğrafını çekiyor, sonra belki kapısında bir yazı filan vardır diye karşıya geçiyoruz. Yanımızdan şık giyinmiş bir kadın geçiyor, elli,elli beş yaşlarında, elinde şeffaf bir şemsiye, gözleri Boğaz grisi. Ercan kadına bu hayalet binanın ne binası olduğunu soruyor, kadın Türkçe bilmiyorum deyince soruyu İngilizce tekrarlıyor.
“Ben de bilmiyorum o binayı, ama hemen şu yanındaki sıra sıra binalar eskiden “Turkish Monopoly”’e aitmiş, şimdi ise İstanbul Devlet Opera ve tiyatro binası olarak kullanılıyor ve burada temsiller veriliyor”diyor İngilizce.
“How interesting !“ diyor Ercan “Where are you from ? ”
“Serbia”
“and what are you doing here?”
“I am living here for a few months”
Sırp hanımla birkaç kelime daha konuştuktan sonra kendisine teşekkür ediyor ve eski tekel binalarına doğru yürüyoruz. İlk binanın girişinde güvenlik var ve tadilat dolayısı ile bizi içeri almak istemiyorlar. Ercan kendisinin Amerika’da yaşayan bir bilim adamı, benim ise bir “İstanbul Yazarı” olduğumu söylüyor, “
“bir yetkiliyi çağırsanız da buraya kadar gelmişken içeriyi bir gezsek!”
“ Abi sen yoksa Murat Belge misin?” diyor genç güvenlikçi yüzüme bakarak.
“Yok diyorum nerede !, ama bir iki İstanbul kitabım var, yeni kitabımda buradan da bahsetmek isterim”.
Tatlı dilimize dayanamayan güvenlikçiler binanın idari amirini çağırıyorlar ve o da bize yandaki binaya götürüyor. Burası İstanbul Devlet Tiyatrolarının, İstanbul Senfoni Orkestrasının ve İstanbul Devlet Opera ve Balesinin ortaklaşa kullandığı binalar. Buradaki bir güvenlik memurunun eşliğinde binayı geziyoruz. Bale ve opera çalışmaları burada yapılıyor ama temsiller Kadıköy de’ki Süreyya sinemasında veriliyormuş. Tiyatro öyle değili hem burada provalar yapılıyor hem de tiyatro sahnesinde temsiller veriliyor. Burası İstanbul Devlet Tiyatro sahnelerinin sekiz sahnesinden biri, adı da : Üsküdar Tekel Sahnesi. Küçük çok şirin odeon şeklinde, seyircilerin yukarıda sahnenin aşağıda olduğu bir tiyatro sahnesi.
Bizim bu sahneyi gezdiğimizin ertesi günü burada Matei Visniec’in Türkçeye Çehov Makinası adıyla çevrilen oyunu sergilenecekti. Keşke bir gün daha kalıp da bu oyunu görebilsek diye konuşuyoruz. Sonra güvenlik memuru bale odalarını ve senfoni orkestrasının prova odalarını gezdiriyor bize. En üst katta da Tekel binasından kalma bira kazanları, şarap, fıçıları ve içki yapımında kullanılan eski aletlerin sergilendiği Tekel Müzesi yer alıyor.
FETHİ PAŞA KORUSU VE HÜSEYİN AVNİ PAŞA ÇEŞMESİ
Şimdi Fethi Paşa korusunun aşağı kapısı önünden geçiyoruz. Anadolu yakasında Erguvan ağaçlarının en sık ve en güzel olduğu yer Fethi Paşa korusudur. Buraya yılar önce bir Nisan ayında gitmiştim. Yemyeşil fıstık çamları, çınar ağaçları, egzotik palmiyeler arasında her yeri arsızca kaplayan eflatun ve morun her tonunda erguvan ağaçları vardı. Avrupa tarafında baharda erguvan seyretmek isterseniz de Rumeli Hisarı sırtları ve Boğaziçi Üniversitesi kampüsü en güzel temaşa alanlarıdır. Buradaki tepelerin moru karşı yakadaki Fethi Paşa korusu ile adeta yarışa girer her Nisan.
Yağmur yağmasa, keşke çıkıp koruyu gezebilsek diye konuşuyoruz Ercan’la. Uzun zamandır belediye tarafından işletilen koruda, koşu pistleri, jimnastik aletleri, cafeler ve restoranlar var. Giriş kapısının hemen arkasında yaprakları dökülmüş ağaçlar arasında koca koca sarmaşık dallı, domatese benzeyen kavuniçi renkli meyveli iki büyük ağaç dikkati çekiyor. Ercan “buradan tam anlaşılmıyor ama sanırım Trabzon hurması bunlar” diyor. Cennet hurması da denilen bu mayhoş tatlı meyvelere bu mevsim İstanbul’un bazı manavlarında rastlayabiliyorsunuz. Asıl vatanı Çin ve Japonya olan bu meyveler daha çok Trabzon ve Artvin yöresinde yetiştiriliyormuş ve özelikle ishali ve demir eksililiğini giderici etkileri olduğu söyleniyor.
Fethi Paşa Korusunun girişini geçince karşınıza bu defa Hüseyin Avni Paşa Çeşmesi çıkıyor. Zaten bu kıyı şeridinde o kadar çok paşa yaşamış olmalı ki adına da Paşa Limanı denmiş bölgenin. Yeni restore edilmiş çeşmenin gerçekten görülmeye değer heybetli bir görüntüsü var. Yol seviyesinin yarım metre kadar altında kalmış çeşme beyaz mermerden yapılmış. Orta daki ana çeşmenin üzerinde mermere oyulmuş kabartma dal, yaprak, deniz kabuğu motifleri ve iki sütun arasında musluklu bir kurna var.Bu ana çeşme den sağa ve sola doğru meyilli şekilde inen yalakların üzerlerinde de beşerden tam on çeşme daha yer alıyor, ama bunların muslukları görülmüyor artık. Tanıtıcı levhadan okuduğumuz kadarı ile çeşme 1874 yılında yapılmış. Hüseyin Avni Paşa kimmiş derseniz : 1874-1875 yıllarında bir seneyi aşkın bir süre Sultan Abdülaziz’in Sadrazamlığını yapmış. 30 Mayıs 1876 da Mithat paşa ile birlikte Sultan Abdülaziz’in devrilmesi ile sonuçlanan darbeyi planlayanlardan biriymiş. Ama devrik Sultanın kayınbiraderi Çerkez Hasan bunu onun yanına bırakmamış ve eniştesi Abdülaziz’in ölümünden tam on beş gün sonra 15 Haziran 1876 da Hüseyin Avni Paşa’yı konağında yaptığı bir toplantıyı basarak bazı hükümet üyeleri ile birlikte öldürmüş.
Kaynakça:
http://www.istanbulkulturenvanteri.gov.tr/detay/envanter_id/58049 a
SURP LAZAROVIC KILISESI VE KUZGUNCUK CAMII. Courtesy by E. Alp
Kuzguncuk İstanbulun en İstanbul kalmış semtlerinden biri, belki de birincisi. Yalnız görüntü olarak söylemiyorum, gelenekleri, görenekleri ve insanı ile de. Daracık daracık sokaklar, arnavut kaldırımlı yollar, kahveler, bakkallar, manavlar, berberler, yokuşlar, ağaçlar, bostanlar, camiler, kiliseler, cumbalı evler, yalılar, kıyıya bağlanmış sandallar, martılar ve meyhaneler.
İnsanının %95 i okur yazarmış, yarısı İstanbul doğumlu ve bugün yalnız yüz kadarı Ermeni, Rum ya da Yahudi kökenli vatandaşlar. Sokakların isimleri burada bir zamanlar yaşamış sıradan insanların öyküsünü anlatıp türküsünü söylüyor adeta: Simitçi Tahir Sokak, Tenekeci Musa Sokak, Limoncu Şakir Sokak ve daha nicesi. Deniz kıyısındaki İsmet Babanın meyhanesinde eski müşterilerin resimleri ve isimleri var duvarda: Kör Seyfi ,Pala Hüsnü,Paçavracı Muhlis,Berber Sabutay, Marangoz Vasil, Papaz Kadri, Amigo Bahattin ve daha onlarcası.
Eskiden nüfusun büyük çoğunluğu gayri müslim vatandaşlarmış, beraber kardeşçe yaşayan, bir birlerinden kız alıp veren, beraber eğlenip üzülen, birbirine yardım eden. Akşam üstleri bütün gün evde oturup yemek yapan kadınlar, takışıp takıştırıp iskelede yorgun argın iş den gelen kocalarını karşılarlarmış. İnsanlar sokaklarda mayoyla dolaşıp denize yüzmeye gider, bayramlarda komşularına kurban etinden paskalya çöreğine, hangi dinden olduğuna aldırmaksızın ikramlar yapar,muhtaçlara yardım ederlermiş. O meş’um 6-7 Eylül günlerinde mahalleli komşusuna sahip çıkmış, Bağlarbaşı tepelerinden inen yağmacıları Kuzguncuğa sokmamışlar. Kuzguncuklu eskiden beri meyvesini sebzesini buradaki bostanlarda yetiştirir bir kısmını kendisi yer kalanı da at arabaları ile İstanbulun diğer semtlerine yollarmış. Luka’nın bostanın marul ve çileği bütün İstanbul’a nam salmış bir zamanlar.
Kuzguncuk da bizim gördüğümüz iki cami ve en az üç kilise ve bir ayazma var. Boğaziçi köprüsünün ayağında deniz kenarındaki Üryanizade camii bir eve benzeyen ahşap yapısı, tahta minaresi, boğazdaki yalılara mahsus binanın altındaki kayıkhanesi ile gerçekten çok özgün bir camii. Camii 1889 yılında Sultan II. Abdülhamit’in Şeyhülislamlarından Üryanizade Cemil Molla Efendi tarafından yaptırılmış. Kuzguncuk’a gittiğimiz gün zamanımızın darlığı ve yağan yağmur dolayısı ile bu çok orijinal camii maalesef gezemedik. Ama sahil yolu üzerinde İcadiye caddesinin yakınında yan yana yapılmış Kuzguncuk Camii ve Surp Lusaroviç Ermeni Kilisesini kaçıramazdık. Kilise ilk olarak 1835 yılında ibadete açılmış ve 1861 yılında büyük bir restorasyon görmüş. Söylendiğine göre Saray mimarı Sarkis Balyan Beylerbeyi sarayını inşa ederken her sabah Üsküdar’dan Beylerbeyi’ne gelirken işine geç kalırmış*. Sultan Abdülmecit bunun nedeninin Sarkis Ustanın sabahları Bağlarbaşındaki kiliseye gidip ibadet etmesi olduğunu öğrenmiş. Bunun üzerine Sultan çıkardığı bir fermanla Kuzguncuktaki harap durumda olan küçük kiliseyi restore edip yeniden yapılandırmasını ve ibadetini burada yapmasını istemiş. Kilise ile yan yana olan Kuzguncuk camiinin yapım tarihi ise 1952. Kuzguncuk da giderek artan müslüman nüfusun ibadet ihtiyacını karşılamak için bir cami yapılmasına karar verilir. Kilisenin yanındaki arazi hayırsever bir Kuzguncuklu tarafından cami yapımı için bağışlanır ve kilise vakfı da camiinin yapımı için büyük bir para bağışında bulunur. Böylece bir kilise ve camii belki de dünya da tek örnek olarak yan yana, kardeş kardeş Kuzguncukluların ibadet ihtiyaçlarını karşılarlar.
Yolun karşı tarafından bir kaç fotoğraf çektikten sonra Ercan’la karşıya geçerek önce kiliseyi ziyaret etmek istedik ve bahçe duvarlarının önündeki kapalı kapını zilini çaldık. Bir müddet belki birisi vardır diye kilisenin kubbeyle örtülü çan kulesini, ilk kattaki ve ikinci kattaki kemerli pencereleri seyrettik. O sırada yanımızdan geçip camiye giden bir adam kilisesinin Pazartesi günleri kapalı olduğunu ama istersek Çarşamba günü gelip ayini izleyebileceğimizi söyledi. Bizde mecburen hiç değilse yandaki küçük ama şirin Kuzguncuk camisini gezmekle yetindik. Sonra gerisin geriye Kuzguncuk Sahil Parkına doğru yürüdük.
Amerika’da turistik yerlerde Kodak’ın en güzel manzara fotoğrafların çekilebileceği yerleri gösteren reklam levhaları vardır. Ercan, manzarayı görünce: ” burası Kodak Scenic Photo Spot” galiba diyor. Kıyı boyunca yalılar ve binalar arasında boş bırakılmış denizi gören küçük bir alan. Taş bir avlu, ağaç filan yok, oturmak için banklar koymuşlar, ama manzara inanılmaz. Karşınızda Çırağan Sarayından Ortaköy camiine kadar uzanan şerit, tepeler de sis altında “Mashattan” **gökdelenlerinin silüeti, sağ tarafta Beylerbeyinden Avrupa’ya bir gerdanlık gibi uzanan Boğaziçi köprüsü, dikkatli bakarsanız çok uzaklarda aynı kare içinde Kanlıca taraflarında Fatih köprüsü. Hemen yanımızda küçük bir çocuk annesi yanında denizde yalpalayan bir kayığın ipini çekmeye çalışıyor, denizin üstünde uçuşan martılar, motorların üzerinde dinlenen yelkovan kuşları. Uzaktan lacivert suların üzerinde beyaz köpükler savuran bir motor geçiyor, içinden bir adam bize el sallıyor. Sağ tarafımızda restore edilmiş ahşap bir köşk ve deniz kısmında köşkün uzantısı bir restoran var. Burası Kuzguncuk’un ünlü İsmet Baba Balık Lokantası. ” Bir toplantı sonrası buraya gelip balık yediğimizi hatırlıyorum diyor”. Ercan. “İnşallah bir gün bize de nasip olur” diyorum, kıyıdan ayrılıp İcadiye caddesine doğru sahil yolunun karşısına doğru geçiyoruz.
*İsmail Hakkı Konyalı, Abideler ve Kitabeleriyle Üsküdar, Istanbul 1977
** Mashattan, yazarın Maslak ve Manhattan kelimelerini birleştirmesi.
“İcadiye caddesi sahil yolundan tepelere doğru tırmanan iki tarafı çınar ağaçları ile donanmış, değim yerinde ise Kuzguncuk’un kalbinin attığı yer. Hem ana yolda, hem de ara yollarda rengarenk boyanmış bakımlı eski köşkler, çıkmaz sokakların bittiği yerlerde gök kuşağı rengine boyanmış merdivenler var. Caddenin üzerinde ekmek ve simit fırınları, kahveler restoran ve cafeler, butikler, takı dükkanları, fotoğraf ve resim atölyeleri, bakkallar ve organik köy ürünleri satan manavlar siralanmış. İstanbul’a geldiğim ilk günlerde kardeşim Cenan’la gene buraya gelmiş ve bir Pazar sabah Pita Kuzguncuk adlı küçük bir restoranda sabah kahvaltısı etmiştik. Niyetimiz bugünde servisi oldukça çabuk ve kahvaltı çeşitleri bol bu butik restoranda bir şeyler yemek. Ama bizim Ercan durur mu, hemen önünden geçtiğimiz Kastamonu Köy pazarına dalıyor, ben de arkasından.
“Üzümden bir tane tadabilir miyim, bunlar Çengelköy salatalığımı, muşmula var mı, ayvalar Ekmek ayvası mı ? “
Manav senelerce Florida’da yaşamış, sonra gelip Kuzguncuğa yerleşmiş entel bir kişi. Sıkı bir sohbete dalıyoruz, hem zerzevat hem de gündemdeki güncel olaylar konusunda. Sonra Ercan iki saltalık alıyor, birini kendi yiyip diğerini bana veriyor, bir de büyük Ayva.
Karşı tarafa Pita restorana doğru yürüyoruz. Serin havaya rağmen restoranın önünde paltoları üzerlerinde oturmuş çay için bir gurup var. Ben kapıdan içeri girerken Ercan izin istiyor ve dışarıda oturanların fotoğrafını çekiyor.
“Kimdi onlar, tanıyormusun? ”
“ Hepsi dizi oyuncuları, genellikle gurup olarak çalıştıkları için beraber gezerler, Öyle Bir Zaman Geçerki’deki Balıkçı bak orada tanıdın mı? Pencereden dışarı bakıyorum, gerçekten o; dizilerin isimsiz kahramanlarından yetenekli karakter oyuncusu Orhan Alkaya. Kadınlı erkekli guruptan diğerlerini tanımıyorum, belki içlerinde senaristler, set teknisyenleri, yazar olanlar var.
Siparişimize almaya gelen bayana sahanda pastırmalı yumurta ve birer çay ısmarlıyoruz, bir de ayvayı kesmek için bir bıçak. Benim bildiğim ayva sert olur ve insanın boğazına takılır. Bu ekmek ayvası sulu ve yumuşacık. Üzerine de nefis bir kahvaltı, artık karnımız doydu, geziye devam edebiliriz.
İcadiye caddesi üzerine iki Rum kilisesi var. Birincisi caddenin hemen başlangıcında duvarların arkasında kaybolmuş Ayios Yergios Kilisesi. 1821 yılında yapılmış ve 1952 yılında restore edilmiş. Bir rivayete göre burada daha da önceleri M.S. 550 yılında yapılmış bir kilise varmış ve hatta Kraliçe Teodora buraya kadar gelerek bir ayine katılmış. Kapısından içeriye girerken tesadüfen gördüğümüz bir görevli bütün ısrarımıza rağmen bizi içeri almadı. Bu kilisenin cemaati çok küçük olup yalnız Pazar günleri halka açıkmış. İkinci kilise ise yukarı doğru çıkarken sağ kolda, özelikle üç katlı heybetli çan kulesi ve arkaya doğru bir gemi gibi uzanan taş gövdesi ile görkemli bir yapı. Ayios Pantelemion kilisesi 1952 yılında yapılırken tasarım olarak Nuh’un gemisi örnek alınmış ve 3. yüzyılda Roma İmparatorluğu zamanında hristiyanlığı seçtiği için öldürülen hekim Aziz Pantelemion’a ithaf edilmiş. Ne yazık ki bu Pazartesi günü halka açık olmadığı için kiliseye girip gezmemiz mümkün olmadı. Bizde hemen karşısındaki İlia’nın Bostanına doğru yürüyüşümüze devam ettik.
İlia’nın bostanı Kuzguncuk vadisi içinde 17 dönümlük yemyeşil bir alan. Tam 700 yıldır yalnız Kuzguncuk’un halkına değil , Üsküdar ve Anadolu yakası çevresinde yaşayanlara taze sebze vermiş hep. Organik sebzeler: marul, kıvırcık salata, salatalık , domates, biber, patlıcan, kavun , karpuz , çilek. Bostanın tepelerinde Rum ve Ermeni mezarlıkları varmış eskiden. Bostanın Rum asıllı varislerinden Ilia daha hayattayken rant düşkünleri organik sebze bostanını, organ nakli ve yanık hastanesi yapmak için kiralamışlar. Kuzguncuğun çevreye duyarlı halkı,İstanbulun tüm yeşil sevenleri ile duvar olmuş, bostanın önüne geçit vermemiş 1990 lı yıllarda. Vakıf mecburen vazgeçmiş bu projeden ama son yıllarda bu defa araziyi özel okul yapmak için kullanmak istemişler . Bir kere daha set çekmiş Kuzguncuğun çevreci insanı yaşlısıyla, genciyle, çoluğu ile çocuğu ile. Buldozerlerin karşısına korkuluklar dikmiş, konserler düzenlemiş, İlia’nın bostanını bir şölen alanına çevirmiş ve şimdilik kazanmış savaşı.
Daha önceki tecrübeme de dayanarak tel örgülü demir parmaklıkların kapalı görünen asma kilidini açarak “gel girelim içeri” dedim Ercan’a. Tel örgünün üzerinde “25 yıldır direndik, direnmeye devam ediyoruz, teşekkürler İlia’nın Bostanı” yazıyordu yeşil kartonlarda. Girişte sağ tarafta da bir korkuluklar ailesi vardı.Sopaların üzerinde rengarenk entariler,etekler pantolonlar, pijamalar, formalar, hırkalar, tepelerinde erkek kız kukla suratlar ve Kuzey Ormanları Savunması yazan pankartlar. Beyaz fanilalı bir korkuluğun göğsündeki yazıyı okuyorum:
Dallar kesilmiş, alanlar sarılmış,
Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende,
Benden geçti mi demek istiyorsun,
Aç iki kolunu iki yana,
Korkuluk ol.
Rıfat Ilgaz
Birkaç fotoğraf çekiyoruz, sonra bu Kasım günü bile içinde sebzesi olmasa bile boş yeşilliği seyrediyor, temiz havayı ciğerlerimiz çekiyor ve bostandan dışarı çıkıyoruz.
Kuzguncuktaki son durağımız Nilgün Berber Hanımın takı dükkanı oldu. Daha önce bir yazıda okuduğum bu butik takı dükkanına gidip eşim Sitare’ye kendisine bir hediye alacağıma söz vermiştim. Şans da yardım etti dükkanın kapısına geldiğimizde Nilgün Hanım anahtarı ile kapıyı açıyordu. Genellikle atölyesinde tek başına çalıştığı için dükkan her zaman açık değilmiş. Nilgün Hanım bizi içeriye buyur etti ve ilk iş olarak müzik sistemini açtı .Tunuslu sanatçı Anouar Brahem'in* güzel müziği eşliğinde tezgahlardaki değerli taşlardan işlenerek yapılmış kolyeleri, bilezikleri , küpeleri ve diğer takıları incelemeye başladık. Bütün takılar genellikle Anadolu medeniyetlerinden esinlenerek yapılmış hiç biri birbirinin aynısı olmayan el emeği ve göz nuru ile yapılmış eserler. Ben eşime mavi çiçek motifli güzel bir kolye seçtim, Ercan da hem eşine hem de kızına değişik tasarımlı birer kolye aldı. Hediyelerimizi sardırdıktan sonra Nilgün Hanım’a veda ettik ve sahil yolundaki otobüs durağına doğru yürüdük.
CD : The astounding Eyes of Rita
ÜSKÜDAR'A DÖNÜŞ
Günü noktalamak, aslında yarın Amerika’ya geri uçacağım için İstanbulu noktalamak için Üsküdar’dayız şimdi. Ercan daha hiç Marmaray’la karşıya geçmediği için, “gel bir Yenikapı’ya kadar gidip gelelim” dedim. Kırk dakika içinde Yenikapı’ya gittik, arkeolojik kalıntıların olduğu 8000 yıllık limanı yukarıdan gördük ve Üsküdar’a geri döndük. Böyle kıtalar arası tarihin derinliklerine denizin dibinden bir yolculukta ancak İstanbul’da olurdu.
Program da İskele meydanındaki Mihrimah Sultan ve Valide-i Cedid camilerini gezmek ve en son olarak da Kız Kulesine gitmek kalmıştı. Kuzguncuk’daki kiliseler gibi Mimar Sinanın ünlü Mihrimah Sultan Camiini de gezmemiz nasip değilmiş bugün. İki yıldır restorasyon dolayısı ile kapalı olan cami çok yakında tekrar açılacakmış. Mecburen Üsküdar’ın “Yeni Camisi” de olarak anılan Sultan III. Ahmetin annesi Gülnuş Valide Sultan için yapılan Valide-i Cedid Camii’ne yöneldik. Bu caminin en büyük özeliklerinden biri duvarları üzerinde camii şeklinde yapılmış kuş yuvaları olmasıdır. Kuş yuvaları da üç asırlık camii gibi eskimiş, yer yer dökülmüş ve üzerleri simsiyahtı. Cami de bütün güzelliğine rağmen yorgun ve bakıma muhtaç duruyordu. En son gezdiğim Yavuz Sultan Selim ve Nur-u Osmaniye camilerinin restorasyon sonrası o iç açıcı muhteşem görüntülerinden sonra burada biraz içim acıdı. Ama dedim, eminim birkaç hafta sonra açılacak Mihrimah Sultan’dan sonra, kim bilir baba tarafimdan kaç akrabamın cenaze namazının kılındığı bu heybetli camiye de restorasyon sırası gelecektir.
Üsküdar meydanından Şemsi Paşa ve Salacak tarafına yürümek ne büyük zevktir. Bizde öyle yaptık, önce caminin arkasındaki çarşının içinden, sonra sahile çıkarak kıyı kıyı Salacak’a yürüdük. Balık tutan insanları seyrettik, İstanbul’un ve insanlarının kare kare resimlerini çektik, yeni aldığı fotoğraf makinesi tutukluk yapan bir gence yardım ettik. Kız Kulesine yaklaşınca endişeyle bugün bir kere daha kapıdan döneceğimizi anladım. Bozan hava ve dalgalı deniz dolayısı ile Kız Kulesine motor seferleri iptal edilmişti. Benim için pek dert değildi, daha on gün önce kız kulesini hiç gitmemiş kardeşimi oraya götürüp İstanbul’u seyrederek çayımızı içmiştik. Ama bugün Ercan için de bir ilk olacaktı, kısmet değilmiş.
“Çok özlemişim, sen de yer misin?” diyerek büfeden iki tane kağıt helva aldı Ercan. Yolun karşısında bir Simit Sarayı var iki katlı, üst katında İstanbul ayaklar altında. İki çay söyledik, poşeti açıp kağıt helvaları çıkardık, Kız Kulesini ve İstanbul’u seyrede seyrede sohbet ettik.
Ayrılırken, “böyle bir gün de olmuyor İstanbul, seneye bu buluşmayı iki güne çıkaralım” dedi Ercan. “Olur” dedim, İstanbulun o dayanılmaz ayrılık acısı içime çökmüştü bile.
Cem Özmeral
19 Aralık, 2013
Dublin, Ohio
Kadim dostum Ercan Alp'e Teşekkürlerle
OKUYUCU YORUMLARI
Sevgili Cem,
Çok güzel bir gezinti yaptırdın bize tekrardan. Beni en çok etkileyen Kuzguncuk'a da uğramışsınız. Ünlü meslekdaşım Cengiz Bektaş'ın çok emeği vardır oralarda.(kitabı: Ev alma, Komşu al). Dostum İzmirli heykeltraş Bihrat Mavitan'ın atölyesinin kapısı daima konuklara açıktır. Can Yücel'in de yaşadığı, "Fahriye Abla" dizisinin film seti, barış ve hoşgörü semtidir Kuzguncuk. Çok teşekkürler kardeşim.
C.Bodur
Cem:
Harika, çok duygulandım...Sende de bayaği bir "photographic memory" var yani..Gezi sırasında not almıyorsun ama herşeyi en ince detaylarına kadar hatırlıyorsun..
Hakikatten Sırp bayana sormuştum "and what are you doing here" diye..
Bu arada ben de birçok şey ögrenmiş oldum..Gerçekten seneye en az iki gün..
Sevgilerle...ellerine sağlık..
E.Alp
Sevgili Cem,
Cok tesekkurler... zevkle okudum ve Facebook'ta paylastim, insallah mahzuru yoktur. Benim annem de babam da Cengelkoy'lu, ben de hayatimin ilk yillarini orada gecirdim. Bogaz'in Anadolu yakasina oldukca hissen bagliyimdir. Babam hayattayken pazar gunleri hep gezerdik Beylerbeyinden Beykoz'a kadar, deniz kenarinda balik yemek, Kanlica'da yogurt, Hidiv kasri,Pasabahce cam fabrikasi... ne guzel hatiralar
Istanbullite'da her okudugum bana keyif veriyor ve senin gibi bu sehri bu kadar yakindan taniyan , bilip seven bir dost buldugum icin cok sansliyim. Tum sevimli alieni taniyip sevdigim icin de ayri mutluyum.
Tiraje
Sevgili Cem,
Kuzguncuk yazini zevkle, seni adim adim takip ederek okudum. Sana ilisikte bir yazi (kuzguncuk gazhanesi.doc) ve resimler (.JPG) gönderiyorum. Yazar galiba IGDAS'ta görevli. Kendisine bir gaz müzesi projesini konu alan bir yazi ve bol doküman gönderdim, cevap bile vermedi. Kendi yazisi Kuzguncuk gazhanesini konu alan ilginç bi çalisma. Belki zevkle okursun. Ben Internet'ten indirdim. Bu yaziyi güncellestirmek gerekir: geçen sene gezdim ve tüm projenin bir harabe halinde oldugunu gördüm. Projeyi tasiyan vakif iyice çuvallamis, "Maliyeciler" ismini rezil etmisler. Sit, kurtarilacak gibi degil...