Ben Üsküdar’ı çok severim. Bu sevgi herhalde baba tarafımdan Üsküdarlı olmamızdan kaynaklanır. İstanbula her gidişimde Çiftehavuzlardaki evden karşı yakaya geçerken iki kere Kadıköyden geçersem, bir kere de muhakkak Üsküdar iskelesine inip oradan vapura binerim. Üsküdar bana Cumhuriyeti’de hatırlatır, Osmanlıyı’da. Meydan’a her inişimde sanki bundan elli hatta yüz yıl öncesinde yaşıyormuşum gibi bir his gelir içime. Belki Mihrimah Sultan camiinden gelen ezan sesi, belki çarşıdaki balıkçıların bağırışları, belki Valide camiinin duvarlarındakı kuş kafesleri, belkide Karacaahmet mezarlığındaki koca koca Osmanlı’ dan kalma mezar taşlarıdır bende bu hissi uyandıran.
Babamın hem anne hemde baba tarafı Bulgaristandan 1876 lı yıllarda, yani 93 harbi sonunda İstanbula göç etmişler. Babamın Büyük babasının Vidinde büyük bir çiftliği varmış, Tuna nehri yoluyla Avrupaya meyva sebze ihraç edermiş. Üsküdar’a gelince önce bir bakkal dükkanı sonrada bir kahvehane açmış. Annesinin babası da gene Bulgaristanın Varna şehrinin Balçık kasabasından.(şimdi Romanya sınırları içinde). Ağazade Hanım (Büyük Babaanne) okumuş çok kültürlü bir hoca kadın. Babannemi İstanbulda doğuruyor 1902 yılında.
Babam kendi babasını “hayal meyal “hatırlıyor. O öldüğünde beş, altı yaşlarında imiş. ” Beni annemin babası Ağababam yetiştirdi” derdi. “ Ağababam beni elinden tutar Toptaşına gider Hasan Efendi’nin fırınından çörek alırdık. Mis gibi fırından yeni çıkmış Rumeli çöreğini yiye yiye Doğancılar Parkından geçer Tunusbağındaki evimize dönerdik”
Babamın anlattığına göre Doğancılar Parkı, onun zamanında hem halkın hafta sonları çocuklarını alıp gittikleri bir park yeri hemde Beyazıt ve Taksim meydanları gibi toplantı ve mitinglere sahne olan bir alanmış. İzmirin işgali ilk defa burada yapılan bir miting ile telin edilmiş. 1913 de Enver Paşa İttihatçiler ile Bab-ıali de kabine toplantısını basıp sadrazımı zorla istifa’ya zorlayıp Mahmut Şevket Paşayı başa geçiriyor. İşte o gün 31 Mart benzeri bu isyanın bir başlangıç ve toplantı noktası da Doğancılar parkı imiş.* Daha önceleri ise park Surre-i Hümâyûn Alayının İstanbuldan Mekke yolculuğuna başladğı toplanma yeri . Osmanlı devrinde Sure Emini adıyla bilinen bir hayır kurumu Padişahın adına değerli hediyeleri ve parayı at ve katır sırtında Mekke’ye götürüyorlar. Yolculuk burada büyük bir törenle başlar, Kartal'da ilk durağını verir ve buradaki katılımcılarla Mekke'ye hareket edermiş.
Doğancılar Parkı adını III.Selim’ in vezirlerinden olan Ahmet Paşadan alıyor. Doğancı denilen kişiler Osmanı Sultanın’a avlanması için av kuşları besleyip büyütüyorlar. Parkın olduğu yer o zamanlar avlanmaya müsait ormanlık ve kırsal bir alan. Sonradan Rumeli Beylerbeyliğine kadar yükselecek Ahmet Paşa padişahın doğancılarından biri ve burada yaşıyor, hem buradaki koruda av hayvanları yetiştiriyor hemde avlanıyormuş. Park’da adını işte bu Doğancı Ahmet Paşadan alıyor. Semt de bugün onun mefdun olduğu bir türbe ve birde kendisinin yaptırdığı hamam var.
*Wikipedia
REFET PASA ISTANBULA GIRIYOR 19 EKIM,1922
CUMHURREISI ATATURK'UN ISTANBULA ILK GELISI 1 TEMMUZ 1927
Babam altı yaşındayken, ağabeyisi Nizamettin ile bir sonbahar günü Doğancılar parkına gitmişler.
“Burada toplanan binlerce insan toplu halde Karakol’un önüne indik. Oğlum, o zamanlar İstanbul işgal altındaydı, İngilizler Selimiye kışlasında idiler. Halk yoksulluk ve perişanlık içindeydi. İşte o gün Refet Paşa Türk ordusu ile Üsküdara geldi. Piyadeler önümüzden geçtiler, halk sevinç içindeydi. Karakolun önünde, neredeyse at boyunda koca koca boynuzlu iki koç, İstanbula giren muzaffer Türk ordusuna kurban edildi. Sonradan büyüyünce öğrendim, Mudanya mütarekesi sonunda 19 Ekim 1922 de Refet Bele Paşa, Trakya bölgesini İngilizlerden devir almak üzere İstanbula gelmiş o gün. Ben o zamanlar daha okula bile gitmiyorum. Ertesi sene annem beni mahalle mektebine verdi. Orada eski Türkçe okuma ve yazmasını öğrendim. 1925 yılında ilk Cumhuriyet mektepleri açılınca da Hacı Selim Ağa’daki Taş mektep’e nakil oldum. Burada Latin alfabesi ile okuma yazmayı hemen öğrendik. Eski Türkçeyi hiç unutmadım ama Ethem ağabeyimin bana verdiği okuma yazma derslerinde bunun çok rolü vardır. O zaman ilk okul üç sene idi. Taş mektepten sonrada Toptaşındaki Sokullu Mehmet Paşa orta okuluna geçtim.
1927 yılında onbir yaşında ve İkinci Mektep(Orta Okul) ikinci sınıfdayken, Atatürk Cumhurreisi olarak ilk defa İstanbul’a geliyordu. O günü daha iyi hatırlıyorum, ağabeyimle gene Doğancılar parkına gittik. Doğancılar Parkı iğne atsan yere düşmez, o derece kalabalık. O zamanlar yüksek apartmanlar yok, parktan deniz görünüyor . Atatürk, Cumhurreisi, milli kahraman Halasker Gazi Mustafa Kemal Paşa, halk sokakları doldurmuş, ellerinde bayraklar. Atatürk Ertuğrul yatı ile kendini karşılayan gemilerin içinde geçerek Dolmabahçe Sarayına doğru ilerliyor ve orada karaya çıkıyor. Tabii bizim o kadar uzaktan Atatürk'ü görmemiz imkansız ama Ertuğrul yatını görmek ve o sonradan tarih olacak o anı yaşamış olmak, çok güzeldi.
Yıl 2011, aylardan Ekim, rüzgarlı bir sonbahar günü. Biraz evvel Babamın, Amcalarımın, Babannemin Karacaahmetteki kabirlerini ziyaret ettim. Mezarlığın Çiçekçi Camii kapısından çıkarak aşağıya Üsküdar’a doğru yürüyorum. Niyetim Doğancılardan inerek, Belediye binası yakınındaki Gülfem Sultan Camiini ziyaret edip birkaç resim çekmek. Caminin enteresan bir hikayesi var, bu konuda yazacağım yazı için bilgi toplamak istiyorum. Tunusbağına geldiğim zaman cep telefonum çalıyor. Arayan bizim istanbullite sitesinin baş müdavimi ve liseden benden beş sınıf küçük arkadaşım ve dostum Selçuk.
“Abi İstanbul’a gelmişsin, görüşelim”
“tamam ben Üsküdardayım”
“Problem değil, ben Cihangirdeyim, Kabataştan bir motorla yarım saat içinde Üsküdar motor iskelesinde olurum”.
“Oldu, bekliyorum.”
Cep telefonunu sevinerek kapatıyorum ve Doğancılar parkına doğru yürüyorum. Doğancılar parkı Tunusbağı ile Doğancılar yokuşunun köşesinde. Üsküdara inenler için yolu diagonal olarak keserek bir kestirme yol vazifeside görüyor. Parkın en üst noktasından ortadaki kalp şeklindeki havuza doğru içi taşlarla döşenmiş bir su yolu açılmış. Havuzun ortasında kayalar üstünde üzeri fıskiyeli siyah bir doğan heykeli var. Çoğu kimse bunu etraftaki güvercinlerden esinlerek yapıldığını zannediyor. Halbuki, yırtıcı gagası ile kayalar üzerindeki yuvasıyla bu basbayağı bir doğan. Havuzun bir köşesinede iki tane arslan heykeli dikilmiş. Parkın içinde güzel çim tarhları arasından aşağı doğru yürüyorsunuz. Yola çıktığınız kapının hemen yanında dört kurnalı, suyu artık akmayan mermer bir sebil var. Evliya çelebinin anlattığına göre Hazerfan Çelebi kendi yaptığı kanatları ile Galata kulesinden uçarak işte tam bu parkın ortasına konmuş. Keşke Arslan heykeli yerine bu efsanevi olayı canlandıran bir heykel konulsa buraya, diye aklımdan geçiriyorum.
Selçukla biraz sonra Üsküdar İskelesinde buluşuyoruz, deniz kenarında öyle bir rüzgar esiyor ki orada bir yerde oturup biraz sohbet etmemiz mümkün değil. Mecburen çarşıya doğru gidiyoruz, akşam üstü olmuş karınlar acıkmış, iyisimi birer döner kebap yiyelim. Köşedeki denize ve Valide Camiine bakan dönercilerden birininin ikinci katına çıkıyoruz. Döner, ayran, künefe ve tatlı bir sohbet. Ayrılırken bak Selçuk diyorum niyetim bugün Gülfem Sultan camiini gezmek ve resim çekmekti. Hani şu Muhteşem Yüzyılda hep Valide Sultanın yanında görülen Kanununinin, kimine göre ilk, kimine göre üçüncü karısının yaptırdığı cami. Eğer bu seyahattede buraya bir daha gelemezsem, resimleri senden rica edeceğim.
“Abi hiç problem değil benim için zevk, zaten yakında emekli oluyorum, seve seve yaparım.
GÜLFEM HATUN CAMİİ VE SADAKA TAŞI
Gülfem Hatun Camii İstanbulun son derece gösterişsiz ve küçük camilerinden biri. Üsküdarda Doğancılar yokuşunun dibinde, çarşının bitiminde sağ kolda yer alıyor. Aslında Arap camilerinin minarelerine benzeyen kubbeli minaresi olmasa, dikdörtgen şeklindeki gri sıvalı bina’yı sıradan bir ev zannedersiniz. Minarenin şerefesi ev balkonlarında olduğu gibi demir korkuluklarla cevrilmiş, kubbesine de alışılmış külah yerine bir kubbe oturtulmuş. Mimar Sinan’ın* tezkirelerinde adı geçen cami Kanuni Sultan Süleyman zamanında yapılmış ve o zamanlar yanında bir sibyan mektebi birde medrese varmış. Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında çıkan bir yangından sonra cami restore edilmiş ve orijinal şeklini kaybetmiş. Sibyan mektebi ve medrese ise tamamen ortadan kalkmış ve bir daha yapılmamış. Bu yangında yanan ve bir daha yerine konulmayan bir yapıda Gülfem Hatunun türbesi. Türbe tekrar yerine konmuyor ama Gülfem Hatunun mezarı taşı ile birlikte caminin bahçesine taşınıyor.
Gül ağızlı anlamına gelen ismiyle kim bu Gülfem Hatun? Onun kimliğini ve hayatını inceleyenler bu konuda çelişiyorlar. Söylentiye göre Gülfem Hatun Kanuni Sultan Süleymanın üçüncü hanımı ve Şehzade Murat’ın annesi. Şehzade iki yaşına gelmeden hastalanıp ölüyor.* Bu konuda yazanlardan Yılmaz Öztuna Şehzade Murat’ı babasının boğdurduğu kanaatinde.* Çağatay Uluçay’a göre de Gülfem Hatun eceliyle ölmemiş, idam edilmiş. Ama mezar taşında “Şehide-i saide” yani kutlu şehit yazısı nasıl bir nedenle yazılmış kafalarda bir başka soru işareti doguruyor. Kimine göre de Kanuni'nin birinci hanımı olan Gülfem Hatun Ukrayna asılı bir cariye imiş. Müslümanlığı kabul ettikten sonra dinine çok bağlı bir kişi olmuş ve çeşitli hayır işleri yanında Üsküdar da bir caminin hamisi olmuş. Hürrem Sultanın ölümünden sonra Sultan Süleyman uzun zaman hiç bir cariye’ye itibar etmemiş. Taa’ki Gülfem Hatun’u tanıyana kadar. Kanuni bu gül dudaklı, iyi huylu güzel cariyeyi çok sevmiş ve ondan başkasını havlet’e almaz olmuş. Bu durumu kıskanan bir cariye sırasını satması için Gülfem Hatun’a yüklü bir para teklif ediyor. O sıralarda Üsküdarda inşaa edilen caminin ve medresenin yapımı parasızlıktan durmuş durumda. Gülfem Hatun mecburen bu hayırlı işi bitirebilmek uğruna yapılan teklifi kabul ediyor. Hünkar’a Gülfem Hatun’un hasta olduğunu söylüyorlar. Ama kıskanç cariye para karşılığında havlet sırasını satın aldığını Hünkar’a söylüyor ama bu paranın cami yapımına kullanılacağından bahsetmiyor. Bu duruma çok içerleyen ve kandırıldığını anlayan Sultan Süleyman her iki kadınıda öldürtüyor. Ama bir zaman sonra Gülfem Hatun’un cami yaptırmak için kendisini kandırdığını öğrenince çok üzülüyor. Hemen yarım kalan cami ve medresenin bitirilmesini ve yanına Gülfem Hatun için bir türbe yapılmasını ve kitabesinede Şehide-i saide (kutlu şehit) yazılmasını emir ediyor.
Dış yapısı ile sıradan bir cami görünümündeki Gülfem Hatun camisini diğer camilerden farklı kılan iki ayrı özelliği daha var. Bunlardan birincisi caminin iki değişik bölümünde musevi inancını simgeleyen altı köşeli yıldız ve hiristiyan inancını simgeleyen haç işaretlerinin olması. Yazar -Fotografçı Zeki Tuncer** Üsküdarlı dostlarından duyduğu bilgiyi camiye giderek fotoğraflarını çekmek suretiyle doğrulamış. Bizde Selçuk arkadaşımızdan aynı camiye giderek bu resimleri bizim için çekmesini istedik. Caminin doğuya bakan avlu kapısı üzerinde mermer oyulmuş Eski Türkçe kitabenin altında gerçekten altı köşeli bir yıldız var. Gene şadırvanın bulunduğu avludaki kubbelerden sadece birinde seccadeye benzeyen tavan motifleri 44 adet haç ile süslenmiş. Bizans’dan kalan ve camiye çevrilmiş bir kilisede bu haçları görmek mümkün olabilir ama Kanuni Sultan Süleyman zamanında yapılmış bir caminin avlusunda bunlar ne anlama geliyor. Gene Zeki Tuncer’in Üsküdarlı dostlarına dayanarak yazdığını varsaydığımız bilgiye göre bunlar :
Bu caminin inşaatının yapımında çalışan Musevi ve Hristiyan işçilere, emeklerine karşılık Kanuni Sultan Süleyman'ın bir jesti dir.
Cami'nin bir diğer özelliğide bahçesinde bulunan sadaka taşı.
SADAKA TAŞI
Nidayi Sevim’in hazırladığı “Medeniyetimizde Toplumsal Dayanışma ve Sadaka Taşları *** adlı kitapta İstanbul’un çeşitli semtlerinde yirmi beş adet sadaka taşının varlığı tesbit edilmiş. Bu taşlardan birinin Karacaahmetde, birinin Doğancılarda ve birininde Gülfem Hatun Camiinin avlusunda bulunduğunu çeşitli kaynaklar belirtiyorlar. İstanbulda’ki bilinen bütün dikili taşları yazmış birisi olarak artık sıranın nişantaşları ve sadaka taşları gibi daha tali taşlar’a geldiğini düşünüyordum. Bu nedenle Gülfem Hatun camiinde olduğu söylenen sadaka taşı benim içinde böyle bir seriye başlangıç olacaktı.
Sadaka taşları Osmanlılar zamanında coğunlukla cami avlularına, medrese önlerine ve mahallelerin birbirleri ile birleştiği meydanlara, bazen de mezarlıkların kuytu köşelerine konulurmuş. Bunlara zekat taşı, dilenci mihrabı, fıkara taşı gibi adlarda veriliyor. Mezarlıklarda da daha çok cellat mezarlarına yakın yerlere konuluyorlar. Cellatlar sevilmeyen insanlar olduklarından mezarları genelikle şehir dışında kuytu yerlerde olur ve mezar taşlarında isimleri yazmazmış ve onlar öldükleri zaman ihtiyaç içindeki aileleri için mezarlarının yakınına böyle bir taş konurmuş.
Sadaka taşı Osmanlının en güzel gelenek ve adetlerinden biri. İslam inancıda ihtiyaç sahiplerine yapılacak yardımın yardımı yapılan kişiyi rencide etmemesi ve yardımı yapan kişinin gizli kalması esas. Yardım sahibi eğer bunu ihtiyaç sahibinin başına kakıyorsa yapılan hayırın hiç bir kıymeti kalmıyor. Böyle yapılan bir yardım minarenin şerefisinden kuyunun dibine düşmüş kadar değer kaybediyor. Sadaka taşlarının boyu en fazla iki metre, içinde ya bir oyuk ya da tepesinde yuvarlak boşluk var. Hali vakti yerinde olanlar gece karanlıkta buraya madeni paralar bırakıyorlar, kağıt para olursa rüzgarda uçabilir. Fakir fukara da gene karanlıkta kimse görmeden buradan ihtiyacı kadar parayı alıyor. Sadaka taşından ihtiyacı kadar parayı alan fakir biliyorki, kendisi gibi birçok ihtiyaç sahibi var, onların rıskına dokunmak günah. Parayı ne veren belli ne de alan, ama sosyal yardımlaşma, dürüstlük, iyilik ve güzellik en üst düzeyde.