Hayat dediğin ne ki ? Bir su gibi akıp gidiyor. Sende sevdiklerinle birlikte bu akan suyun içinde girdapa kapılmış yüzüp giden hava kabarcıkları gibisin. Etrafındaki hava kabarcıkları bazen yoluna çıkan bir kayaya tosluyor, bazende kıyıya vuruyor ve kayboluyorlar, nereye gidiyorlar bilemiıyorsun . Etrafında küçük küçük yeni kabarcıklar beliriyor, onlardan yeni sevgiler ve güç topluyorsun. Bazen de arkana bakıyorsun, ilk başladığın yer'e ne kadar uzaktasın artık. “Ama ben buraya ne kadar çabuk gelmişim...................” diyorsun.
Cem Özmeral ,Nisan 2012
1975 yılının bir yaz gecesi İstanbul Hilton’un alt katındaki Pub’da genç bir çift, köşede iki kişilik bir masada oturmuş konuşuyorlar. Kızın üzerinde gül kırmızısı uzun etekli bir elbise var. Elbisenin kızın incecik belinden aşağıya inen kısmı kırmızı beyaz şeritlerle ve bunların üstüde beyaz kırmızı beneklerle desenli. Elbise, kızın kusursuz bakır rengi sırtını ve kollarını açık bırakarak boyuna bir gerdanlık gibi bağlanmış.Kestane rengi saçları çıplak omuzlarına düşmüş bembeyaz dişleri ve iç gıcıklayıcı gülüşü ile nişanlısının gözlerine bakıyor. Kızın gözleri badem, badem, kara kara..
Delikanlı esmer ve ince yapılı. Ayağında bol paçalı bir blucin, bağrı açık büyük yakalı çivit mavisi bir gömlek. Saçlar ensesinin dibinden kıvrılmış, alında kahkül olmuş, favoriler kulaklarını tamamen örtmüş. İnce bıyıkları ağzının iki yanına sarkmış güldükçe gamzelerine karışıyor. Eli artık çok sevdiğini bildiği kızın elinin üstünde, gözleri mutluluktan çakır keyif.
O yıllar İstanbul Hilton İstanbul’un belli başlı üç beş lüks otelinden biri belkide birincisi. 1955 yılında yapıldığında soğuk savaştan sonra Marshall yardımlarıyla başlayan Amerikan yayılımında Türkiyede Amerikan sermayesi ile yapılan ilk otel. İstanbul’a gelen önemli ziyaretçiler burada ağırlanıyor. Sosyetenin gençleri saçlarını Elvis Presley gibi briyantinleyip, kızlar pileli eteklerinin altına siyah beyaz topuksuz ayakabılarını giyip Hilton’a çaya geliyorlar. Türkiyede çevrilen her Hollywood ve Türk filmi, Hilton Oteli ve otelin muhteşem boğaz manzarası ile ilgili bir sahneyi muhakkak içine alıyor. Rusyadan Sevgilerle’nin James Bond’u da, Topkapı’nın Peter Ustinov’uda, Turist Ömerin Sadri Alışık’ıda bu otelde kalıyor zaten.
1970 lere gelindiğinde devirde değişmiş, zevkler de, giyim kuşamda, müzikte. Önceleri otel müşterilerine ve rezervasyonlu özel davetler dışında herkese açık olmayan restoran ve barlar artık giyiminiz kuşamınız uygun olduğu müddetçe herkese serbest olmuş. Delikanlı Amerikaya gitmeden önce, büyük bir bankada müfettiş muavini iken Hilton oteli’nin altındaki İngiliz tipi bu pub’a sıkça gelirmiş. Belki de bu alışkanlıktan olacak sevdiği kızı bu akşam alıp buraya getirmiş.
Delikanlı masanın üzerindeki Winston Lights paketini genç kıza uzatarak önce onun sonrada kendi sigarasını yaktı ve gelecekteki evlilik planlarını konuşmaya başladılar. Birbiriyle tanışmaları oldukça ilginçti. Genç adam kafayı bozup, Türkiyedeki işini bırakıp Pennsylvania Satate Universitesine master yapmaya gitmişti. Kız ise Ohio’nun Columbus kentinde yaşayan bir Türk anne babanın kızı idi. Orada Üniversiteyi bitirmiş, şehrin en büyük mağazası Lazarus da satış elemanı olarak çalışıyordu.
Hani vardır ya bir dostunuza gidersiniz, konu konuyu açar,” bizim Amerikada bir dostumuz var şurada yaşayan” dersiniz. “Aaa” derler “bizim de bir tanıdığın oğlu var şurada okuyan”. İşte bu gençlerin tanışması da öyle olmuş. Genç adama, “Columbus Ohio’ da yaşayan bir aile ve güzel bir kızları var, sende komşu eyalettesin istersen bir ziyaretelerine git” demişler. Önce, boş ver demiş genç kendi kendine, ama sonra kızın bir resmini görmüş, hoşuna gitmiş. Noel tatilinde yapacak bir işi olmayınca atlamış Greyhound otoübsüne, ver elini Columbus.
“Biliyormusun ben seni ilk defa görmeden önce sesini duydum ve önce sesini sevdim. Gelmeden önce size telefon etmiştim telefonu sen açtın ve “Baba, Baba seni Pennsylvania’dan biri arıyor dedin. Sonra Columbus’a geldiğim ilk gece seninle beraber Türk öğrencilerin evlerinde düzenlediği bir partiye gitmiştik”.
Genç kız o günü çok iyi hatırlıyordu. Genç adamı babasının bir arkadaşının oğlu olarak tanıtmış, bir anda partideki üniversiteli gençler kaynaşmış ve o gece çok güzel vakit geçirmişlerdi. Partiden sonra yeni tanışan iki genç, genç kızın en yakı arkadaşı Sezen’ide aralarına alarak Ohio State kampüsdeki Tony’s Pizza ya gitmişlerdi. Columbus’da tipik, soğuk bir Aralık gecesiydi. Genç kızın o gece üzerinde çok güzel bej rengi deve tüyü bir manto vardı, oturduğu zaman muntazam ince bacaklarını palto’nun etekleri ile kapatıyor ve devamlı gülerek konuşuyordu. Kız kırmızı Volkswagen arabasının direksiyonunda, delikanlı yanında, Sezen de arka koltukta idi. İki genç kız, kah kah kah, kih kih kih birbirleri ile konuşurken cümleye Türkçe başlıyorlar, İngilizce ile bitiriyorlardı. Zaman zamanda genç kız heyecanla konuşurken ,oğlanın tasdikini almak istercesine gayri ihtiyari onun diz kapağına dokunuyordu. Tabii Amerikada büyümüş olan genç kız için refleks olarak yapılmış bu hareket, genç adamın kafasında “kız benden hoşlandı galiba” düşüncelere neden oluyordu.
Aslında o beraber oldukları bir kaç gün içinde birbirlerinden gerçekten hoşlanmışlardı ve delikanlı Pennsylvania döndükten sonra mektuplaşmaya başladılar. O Mayıs genç adam Masterini tamamladıktan sonra Haziran sonuna kadar New Orleans da kaldı ve oradan bir yük şilebi ile İstanbul’a geri döndü. On beş gün süren yolculuktan sonra bir iki gün dinlendi ve hemen iş aramaya başladı. Babası yıllarca gemi inşaa ve petrol şirketleri ile çalıştığından ona hemen bir iş buldu. Daha önce muhasebecilik ve banka müfettişliği yapan, bankacılık konusunda M.A. si olan genç adam Cerrahoğlu şirketinde ne iş yapacağını bilmiyordu. İşe başladığı gün ona bir masa verdiler ama ne yapacağını anlatan olmadığı gibi genç adam kendisine sanki ona “Amerikadan gelmiş ukala” der gibi baktıklarını hissetti. Bu duruma bir saat dayanabildi sonra müdüre teşekkür ettikten sonra,” bu iş bana göre değil deyip” kapıdan çıkıp gitti.
GENC KIZIN ANNESI BABASI ILE GENC ADAM COLUMBUSDA
Genç kız Ağustos ayında İstanbul’a geldiğinde genç adam iş aramakla meşguldü. Daha önce yazışmışlar ve bir birbirlerinin İstanbuldaki telefon numaralarını almışlardı. O Ağustos gecesi genç adam, annesi babası, anneannesi ve küçük kardeşi ile Etilerdeki evlerinde oturmuş televizyonda canlı olarak Amerikalı ve Rus astronotların buluşmasını izliyorlardı. Telefon çaldığında, genç adam birazda bu tarihi programı yarıda kesmenin verdiği kızgınlıkla telefona gitti. Ama bir anda uzayda’ki buluşmayı filan unuttu, telefondaki tanıdık bir kız sesi vardı :
“Cem’le konuşabilirmiyim ben Sitare”.
Sitare İstanbul’a bir aylığına gelmişti ve Moda da teyzesi ve kuzenlerinin evinde kalıyordu. Ertesi gün iki genç Moda da buluştular, Cem Sitare’nin kuzenleri Leyla ve Tahir ile tanıştı, o gece hep beraber Moda Deniz kulubüne gittiler. Tahir ve Leyla nın babaları, Sitarenin eniştesi eski Bursa mebusu ve Başbakan Yardımcısı Haluk Şaman, zamanında Demokrat Partinin ağır toplarından biriydi. Vekillik yapmış, Avrupada yaşamış, kültürlü bir beydi. İki genç birkaç gün sonra Galatasaray’da dolaşırken tesadüfen Enişte ile karşılşacak ve ayak üstü kısa da olsa konuşacaklardı. Haluk Bey Yassıada duruşmalarından sonra Sitare’nin teyzesi Nermin Hanımdan ayrılmış ve yeni bir izdivaç yapmıştı. Zamanının çoğunu Büyük Kulüpte, Moda Deniz Kulubünde ve Beyoğlunda müdavimi olduğu lokantada eski arkadaşları ile briç oynayarak geçiriyordu.
O gece gençler hep beraber Moda deniz kulubüne girerken, kapıda cam bir çerçevenin içinde kulubün bir üyesinin resmini gördüler, resmin altına “Vefat” başlığı atılmıştı. “llk okul birinci sınıftan beri Amerikada okumuş ve orada büyümüş olan Sitare gayet güzel Türkçe konuşuyor fakat Türkçe okuma ve yazma da çok zorlanıyordu. Güçlükle okuduğu “Vefat” kelimesinin anlamınıda bilmediğinden “kim bu Vefat ?” değince Tahir ve Leyla gülmeye başladılar, Cem ise sadece gülümseyerek ciddiyetini korudu.
Kapıdan girerken çok titiz kurallar uygulanıyor, ceketi olmayanlara ceket veriliyordu. Tahir bu durumu bidiğinden yaz günü kısa kollu gömlekle gezen Cem’e ödünç bir ceket vermişti. Giriş kapısından aşağıya prinç trabzanlı çok gösterişli bir merdivenle iniliyordu. Merdivenin hemen üstünde Atatürk’ün ve Celal Bayar’ın büyük boy portreleri yer alıyordu. Merdivenin altında ise her tarafı mermerle kaplı bir salon çok güzel ve rahat koltuklarla döşenmişti. Buradan dışarıya çıktığınızda, Moda koyu, Fenerbahçe ve Kalamış kıyıları bir ressamın tuvalinden çıkmış güzel bir resim gibi sizi karşılıyordu.Terasın hemen yanında uzunca bir Amerikan Bar, barın etrafında sırtı açık tuvaletli genç ve güzel hanımlar, kravatlı ve beyaz ceketli şık beyler rakı ve viski kadehlerini yudumluyorlar, garsonların getirdiği çerezleri atıştırıyorlardı. Denizden hafif bir meltem esiyor, Amerikan Barın yanında, saçları hafifçe kırlaşmış, boynunda bir fular olan solist, gitar çalarak çok güzel Fransızca şarkılar söylüyordu. Cem, Sitareyi elinden tutarak dans pistine doğru götürdü. Sitare’nin üzerinde beyaz uzun etekli güzel omuzlarını açık bırakan şile bezi bir elbise vardı. Genç adamın içine bir ürperti geldi, o anda genç kızı sevmeye başladığını anladı, onu kendine doğru yaklaştırdı ve yanakları bir biri ile bitişti .
SAMAN AILESI, HALUK SAMAN VE MODA DENIZ KUBUNDE CELAL BAYAR RESMI
Daha sonraki günlerde iki yeni sevgili İstanbulda hem akraba ziyaretleri yaptılar hem de gezdiler. Önce otobüse atlayıp Bursaya oradan da, Sitare’nin Büyükbabası ve Babaannesi nin kamp yaptıkları Çınarcık'a gittiler. Tüm aile iki genci büyük bir sevgiyle karşıladı, beraber yamek yediler hatta Büyükbaba Cem’e bir kadeh rakı bile ikram etti.
Genç adam bir sigara daha yaktı ve Hiltonun Pub’ında masaya gelen garson kızdan bir draft bira daha ısmarladı sonra genç kıza dönerek :
“Valla hiç unutamayacağım, Halan yanlışlıkla su bardağına rakı koymuş, ben beyaz rakı kadehin den bir yudum aldım sonra, su niyetine rakı dolu bardaktan büyükçe bir yudum aldım. Tabi rakı boğazımdan geçerken neye uğradığımı şaşırdım ama Büyükbabaya hiç bozuntuya vermedim.
Önündeki Bloody Mary’den kamışla bir yudum çeken genç kız genç adamın elini tutarak:
” Benim de bu yolculukta en unutamadığım nedir biliyormusun ? Bursadan geriye dönerken yolda yağmurun başlamısı ve otobüsün damından üzerimize yağmur damlaları gelmesi, muavinin’de bize bir şemsiye vermesi ve sonra bu romantik ortamda senin bana evlenme teklif etmen”.
Nişan öncesi iki genç her iki ailenin de onayını almak için ellerinden geleni yaptılar. Genç adamın ailesi Amerikadan gelen genç kızı çok sevmişti. Yakın zaman önce kalp krizi geçirip kısmi felç olan Anneanne çok sevdiği ilk torununun hiç değise sevdiği kızı görmüş onu öpüp sevmişti. Onlara bir hediye almak istedi, ertesi gün Cem’in annesi ve Sitare çarşıya çıktışlar ve Anneanne’nin hediyesi olarak Sitarenin çok sevdiği ve uzun yıllar kullanacağı kırmızı bir pardesü aldılar. Ama Sitarenin Anneannesi ve Teyzesi bu nişana pek sıcak bakmadılar. Evet, Cem’in iyi bir tahsili vardı, ama Teyze ve Anneanne çok beğendikleri genç bir diplomatı Sitareye daha uygun bulmuşlar ve onların buluşmasını için ortam ayarlamışlardı. Sitare bu buluşmayı hiç istememiş ama teyzesini kıramamış, Cem’e de çekinerek bu buluşmadan bahsetmişti. Oysa, Babannesi öylemi davranmıştı? Babannenin Bursada’ki komşuları, oğulları için Sitareyi çok beğenmişler ve kızın resmini televizyonlarının üzerine koymuşlardı. Babaanne: “ Sitare Amerikada tanıştığı bir gençle nişanlanıyor deyince de ; “Aaa olurmu bize söz vermiştiniz” diyerek komşuluğu o anda bozmuşlardı.
İşte birbirini sevmeye başlayan iki genç bu durumlardan son derece rahatsız olmaya başladılar ve ellerini sıkı tutmaya karar verdiler. Sitare, Columbus’daki anne ve babasına telefon etti ve kendilerine Cem’le önce nişanlanmak sonra da evlenmek istediğini söyledi ve onların müsadesin istedi . Zaten genç adamda daha önce yazdığı bir mektupla kendilerinden kızlarını istemiş ve ” kızımız isterse bizimde kabulumüz” cevabını almıştı. Gençlerin niyeti İstanbul’daki nişandan sonra gene burada yıldırım nikahı kıymak ve de birkaç ay sonra Cem Amerikaya geldiğinde orada düğün yapıp evlenmekti. O gün, santral aracılığı ile yapılan uluslararası telefon görüşmesinde, Columbus’daki Anne ve Baba İstanbuldaki nişan ve Columbusdaki evlenmeye onay verdiler ama İstanbul’daki nikah işini hiç duymadılar yada o heyecanla tam anlamadılar.
Sitare’nin halası ve eniştesi ve kızları Zeynep çok candan insanlardı. Amerikadan gelen yeğenlerini çok severlerdi onun sevdiği gencide hemen sevdiler ve benimsediler ve nişanı kendi evlerinde yapmak istediler. Kısa zaman sonra da Halanın evinde aile içinde bir nişan yapıldı. Nişan yüzüklerini iki gencin tanışmasına vesile olan ahbaplardan Kemal Bey taktı. Nişandan sonra Cem nişanlısını aldı Columbus’dan arkadaşları Sezen ile birlikte Club 33’ gittiler ve bu güzel günü kutladılar.
Genç kızın İstanbuldaki günleri çok çabuk geçiyordu. Amerikaya dönmesine bir hafta kalmıştı ve yeni nişanlı çift gündüzleri nikah işleri ile uğraşmaya akşamları ise İstanbul’u gezmeye ayırmışlardı. Bir gün Etiler sırtlarından Bebeğe iniyorlar, oradan Robert Koleji gezip Emirgana çay içmeye gidiyorlar, ertesi akşam Bağdat caddesine çıkıp dolaşıyorlar akşam yemeğini Fenerbahçede deniz kenarında bir lokantada yiyorlardı. Ama bu gezilerde iki nişanlı hiç yalnız kalamamışlardı. Yanlarında ya Sitare’nin arkadaşı Sezen, yada kuzenleri Zeynep, Leyla ve Tahir yada Cem’in küçük kardeşi Mustafa vardı. İkiside bundan gocunmuyor ama zaman zamanda başbaşa kalıp ilerde ne yapacaklarını planlamak istiyorlardı. İşte bu akşam Hilton otelinin pub’ında genç kızın Amerikaya dönmesine iki gün kala, belki de beraber yaptıkları otobüs seyahatleri dışında ilk defa başbaşa kaldıkları bir andı.
Genç adam garsona hesabı ödedikten sonra nişanlısının elinden tuttu birlikte otelden çıkarak otelin önünde bekleyen siyah bir taksiye atladılar. Cem, şöföre Emirgan’a çay bahçesine çekmesini söyledi. Sitare artık bavullarını toplamış Boyacıköyde Kemal Bey ve Perihan hanımların evinde kalıyordu, iki gün sonrada buradan Yeşilköy’e geçmek daha kolay olacaktı. Siyah Chevrolet Emirgan’da çay bahçesinin önünde durdu, nişanlılar taksiden ele ele inerek set üstündeki masalardan birine oturdular . Birazdan beyaz önlüklü bir garson semaverle çay getirdi. Karşı yakada Anadolu sahilindeki ışıklar boğazın kara sularına vuruyor suyun üzerinde pırıl pırıl yakomozlar oluşturuyordu. Arkalarındaki Emirgan korusunda Ağustos böcekleri ötüşüyor, sıcak yaz gecesinde denizden gelen hafif bir rüzgar insanın içini ürpertiyordu.
-Biliyormusun Cem, bugün beni evden almaya gelince çok şaşırdım. Ben giyindim, süslendim sense ayağında blucin ile Hilton oteline gittik. -Haklısın hayatım, ben oralara o kadar çok takım elbise, ceket ile gittim ki, birazda State College’ deki barlara gider gibi rahat olayım dedim.
Genç kız ilk defa nişanlısına bir konuda sitem etmişti, ikiside bu olaya gülmeye başladılar.
NISAN, 19 AGUSTOS 1975
Son bir hafta ne kadar zor ama o derece heyecanlı ve güzel geçmişti. Bir hafta içinde bütün nikah işlemlerinin yapılması ve nikahın kıyılması gerekiyordu. Bu konuda en büyük yardımcıları Cem’in Kartal Savcısı olan dayısı olacaktı. Lemi Dayı iki nişanlının eline yıldırım nikahı için bir dolu müracaat belgesi vererek, bunlarla ilgili işlemleri yapın ve sonra bana gelin dedi.
İlk olarak zührevi hastalıkları olmadıklarına dair bir belge almaları icap ediyordu. Genç adam bu konuyu nişanlısına anlatmakta biraz zorlandı ama mecburen Tarlabaşında bu kağıdı alacakları binaya gittiler. Beş katlı eski bir binanın daracık merdivenlerinden yukarıya çıktılar. Genç kız, merdivenlerden aşağıya inen topuklu ayakabalı, aşırı makyajlı kadınları hayret ve biraz da korku ile izliyordu. En üst kattaki masada ki memur gençlerin yüzüne şöyle bir baktı kağıdı imzaladı ve genç adama dönerek sen Haydarpaşadaki hastaneye giderek orada muayene’den geçeceksin dedi. Bu da nerden çıktı diye iç geçirdi genç adam. Nişanlısının elinden tuttu, dik merdivenlerden düşmemeye gayret ederek aşağıya indiler. Taksimden bir dolmuşa binerek Karaköye indiler ve oradanda Haydarpaşaya geçtiler.
Haydarpaşadaki hastane eski fakat büyük bir bina idi. Geniş tavanlı güzel binaya girince bir önceki acaip yerden korkmuş olan genç kızın yüreğine biraz su serpilmişti. Koridordaki mübaşirlere sorarak yıldırım nikahı için muayene yapılacak odayı buldular. Kapının önünde on kadar genç sıra bekliyordu. Kimilerinin yanında evlenecekleri kızlarda vardı. Birazdan kapı açıldı ve üzerinde uzun beyaz önlük olan bir doktor bütün genç erkeklere içeri girmelerini söyledi. Genç erkekler kapıdan pencereye kadar mübaşirin yardımı ile bir yarım daire yaparak sıraya dizildi. Sonra doktor gençlere gömleklerinin kemerin üstünde kalan sağ kısmımlarını açmasını söyledi. Sırayla herkesin göbek hizasında karnının sağ tarafına baktı ve sonra teker teker gençlerin ellerindeki kağıdı imzaladı.
Cem dışarıya çıktığında Sitare:
”aa bu kadar çabuk bittimi? diye sordu.
Evet Cem de pek bir şey anlamamıştı bu muayeneden, ama çok şükür bu işlem bitmişti.
Ertesi gün genç adam nişanlısını aldı ve Eyüpün yolunu tuttular. Bu defa yapacakları işlem genç kızın anne ve babasının kayıtlı olduğu Eyüp nüfus memurluğundan nüfus kaydını alarak genç adamın kayıtlı olduğu Üsküda Doğancılar nüfus memurluğuna nakletmekti. Buluştukları zaman bu defa sitem sırası Cem deydi, Sitare kısa kollu bluz ve blucin giymişti Eyüp Sultanın nasıl bir yer olduğunu tabiki bilemiyordu. Eminönü meydanında, Eyüp’e gitmek için dolmuş aradılar ama bulamayınca çaresız bir halk otobüsüne bindiler. Kadıköy ve Moda’da yaz tatillerini geçirmeye alışık olan genç kız ter kokuları içinde sardalye kutusu gibi bu otobüsüde geçirdiği yarım saati hiç unutamayacak, ileride evleneceği adama hep hatırlatacaktı. Eyüpteki nüfus idareside eski bir bina idi . Nüfus işlemleri yapılan kapının önünde uzun bir kuyruk oluşmuş içeriye ne giren nede dışarıya çıkan oluyordu. Sonunda genç adam dayanamadı, nişanlısını elinden tuttuğu gibi çat kapı içeriye daldı. Amerikadan geldiklerini, işlerinin acil olduğunu söyleyerek masa başında oturan memurdan yardımcı olmasını istedi. Memur önüne uzatılan kağıtları inceledikten sonra, odanın bir köşesinde duran siyah ciltli defter-i Kebirlerden birini aldı ve sayfalarını çevirerek aradığı sayfadaki bilgileri okudu sonra gençlere döndü ve gözlüğünün üstünden bakarak.
-Hanım kızım bir kere sizin bana verdiğiniz doğum tarihinizde anne ve babanız evlenmiş gözükmüyor. İkincisi de sizin burada nüfus kaydınız yok.
- Yani nişanlımın annesi babası hiç evlenmemiş, nişanlımda hiç doğmamış öylemi?
- Yok Efendim, muhtemelen anne ve babanın evlilik kaydı geç yaptırılmış ama nişanlınızın doğumu buraya hiç nakledilmemiş.
-ee ne yapacağız şimdi ?
-Doğum yeri Ankara dediniz, Ankaraya gidip nüfus kaydını oradan alacak ve sizin nüfus kaydınız olan Üsküdar’a götüreceksiniz.
Genç çift çaresiz Eyüp Nüfus memurluğundan ayrıldılar ve bu sefer bir taksiye binerek Eminönüne döndüler. Yolda bir durum değerlendirmesi yaparak o gece otobüsle Ankaraya gitmeye karar verdiler. Genç adam, Ankarada yaşayan ve hem liseden hemde Siyasal Bilgiler fakültesinden yakın arkadşı Ömer’i aradı ve Ankaraya geleceklerini ve onlarda kalmak istediklerini söyledi. Ertesi sabah Ömer, garajlara gelerek arkadaşını ve nişanlısını arabası ile alarak evine getirdi. Ömer okuldan sınıf arkadaşları İlknur ile evlenmiş ve çok sevdiği arkadaşının adını koyduğu Cem isimli yeni bir bebekleri olmuştu. O gece eski arkadaşlar eşleri ile birlikte Çankayada bir cafeye giderek hem birer içki içtiler hemde eski günleri yad ettiler. Ömerle İlknur okul boyunca birbirleri ile çıkmış son derece serbest insanlardı. Eve geldiklerinde misafirlerine birer likör yanındada taze kızılcık ikram ettiler. Bebekleri kendi odalarında kalıyordu ve misafirlerine diğer yatak odasını ayırdılar. Odada bir yatak vardı. Gece oda kapısını kapattıktan sonra genç adam yastıklardan birini aldı pencerenin yanındaki kanapeye uzandı.
Ömer Turizm Bakanlığında müfettiş olarak çalışıyordu. Zaten Siyasal Bilgiler Maliye şubesinden çoğu arkadaşları müfettiş olmuştu. Mezun olduktan sonra Cem İş Bankası Müfettişi, Raşit Hesap Uzmanı, Mesut (Yılmaz) da Turizm Müfettişi. Devlet daırelerinin girdisi çıktısını iyi bilen Ömer ertesi günü arkadaşlarını aldı ve Kocatepedeki nüfus memurluğuna götürdü. Müdüre çıkarak 1951 yılı nüfus kayıtlarını incelemek istediğini söyledi. Üçünü birden siyah kaplı defterlerin bulunduğu odaya aldılar. İki arkadaş 1951 yılı ile ilgili kitapları bizzat kendileri incelemeye başladılar. Sonunda Ömer Ekim,Kasım ve Aralık aylarını kapsayan kitabı buldu ama kitabın büyük bir bölümü boştu ve sayfalar arasında atlamalar vardı. Ömer elinde kitapla müdüre çıktı ve genç kızın elindeki nüfus kağıdındaki doğum tarihinin buraya işlenmemiş olduğunu söyledi. Müdür, iç geçirerek:
- bu daha öncede başımıza gelmişti. O yıl kayıtları yapan memur ayyaş bir adammış, sonradan işten el çektirmişler ama maalesef bazı kayıtların eksik olduğu sonradan görülmüş.
-Peki ne yapacağız bu arkadaşlar İstanbul’dan sırf bu kaydı almak için geldiler.
-Endişe etmeyin ben size bu nüfus kaydını : zainden ötürü nüfus kağıdı kaydına binaen vereceğim ama arkadaşlar İç İşleri bakanlığına gidip bunu tasdik ettirecekler .Ben oradaki müdüre şimdi telefon edip sizin bugün geleceğinizi bildireceğim.
Genç nişanlılar Ömer’e teşekkür ettiler sen git işinden kalma diyerek Bakanlıkların yolunu tutular. İç işleri bakanlığını alt katındaki bodrum katındaki Nüfus İşleri ile ilgilenen müdür getirilen evrakı eline aldı ve inceliyorduki odada büyük bir çatırtı duyuldu. Bu sırada nişanlı çift ayakta masanın karşısında duruyorlardı ve genç kız önünde nuh nebiden kalma iskemlenin alt tahtasına ayağını dayamıştı ve yılların yükünü çekmiş iskemle de aniden çatırdayarak kırılmıştı. Müdür gençlere ters ters baktı, önündeki kağıdı imzaladı ve biraz evvel elinden bıraktığı gazeteyi okumaya devam etti. İki nişanlı müdüre teşekkür edip odadan çıktılar ve kapı kapanınca derin bir oh çektiler. Genç kızın içinden nişanlısına sarılmak geldi ama kendini frenledi.
Ertesi sabah Harem istasyonunda otobüsden indiler ve hiç vakit geçirmeden bir taksiye atlayarak Salacktan Üsküdar meydanına, oradan da Doğancılar parkının yanındaki Üsküdar Nüfus İdaresine geldiler. İkisininde kalbi acaba yeni bir aksilik olacakmı diye heyecan içinde çarpıyordu. Ama korktukları olmadı, sonunda genç kızın nüfus kaydı genç adamın nüfusuna geçirilmiş nikah için gerekli son belgede tamamlanmıştı.
Genç adam nişanlısının elinden tuttu oradan bir dolmuşa atlayarak, amca oğlu Bülentin Altunızadedeki evine gittiler. Cem nişanlısını lise yıllarının can yoldaşı Bülent ve eşi Meral ile tanıştırdı. O akşam Meral genç nişanlılara güzel bir sofra hazırladı hep beraber oturup rakı içip sohbet ettiler. Sitare Efes Birası içmekle yetindi. Meral o gece, mezeler içinde Türkiyede ilk defa piyasaya çıkan patates püresi yapmıştı. Gece genç adam nişanlısını Göztepede halasının evine bıraktı. Ertesi gün ikisi içinde büyük bir gün olacaktı.
Sabah genç nişanlılar Lemi Dayı ve Servet yengenin Suadiyedeki evine gittiler. Lemi dayı onları alıp arabası ile Kartal Savcılığına getirdi . Evraklarını inceledi, bu sırada Sitare ile Cem yandaki pasajdaki fotoğrafçıda evlilik cüzdanı için vesikalık resim çektirdiler. Saat onbirde Kartal evlendirme dairesinin önü gençlerin İstanbuldaki akrabaları ile dolmaya başladı. Sitarenin Halası, Eniştesi ve kızları Zeynep, kuzenleri Tahir ve Leyla, Cem’in Anne ve Babası, kardeşleri Cenan ve Mustafa, amca oğlu Bülent ve eşi Meral ve Lemi dayının eşi Servet Yenge. Nikah şaitliklerini Cemin babası ve Sitarenin Nail eniştesi yaptılar. Sitare’nin üzerinde beyaz uzun kollu ipek bir elbise Cem’in üzerindede beyaz keten bir takım elbise vardı. Nikahı Lemi dayı kıldı. İmzalar atıldıktan sonra genç adam, sevdiği kızı iki yanağından öptü. İstanbulda ve Nişanda o kadar resimleri çekilmişti ama nikah’a fotoğraf makinası getirmek kimsenin aklına gelmemişti. Nikahla ilgili tek bir kare resimleri bile olmayacaktı. Ama akşam evliliklerini kutlamak için kuzenleri Zeynep ile gittikleri restaurant'da bu eksikliği giderdiler.
NIKAHTAN SONRA, 28 AGUSTOS 1975
Genç adam önündeki semaverden son bir bardak çay daha koydu bir sigara daha yaktı ve nişanlsının elini avuçları içine alarak:
-Vizenin çıkması kimbilir kaç ay sürecek, ben senin yokluğuna nasıl dayanacağım ?
Genç kızın gözlerinde şimdi bir hüzün belirmiş biraz evvel gülen ağzında, alt dudağı üst dudağına birleşmiş buruşup büzülmüştü.
- Bilmiyorum, bilmiyorum.
Genc kızla genç adam sahil kenarında Boyacıköye doğru yürüdüler. Boğazın rüzgarı sertleşmeye başlamıştı. İkisinin üzerinde kısa kollu gömlek vardı, genç adam eşinin çıplak omuzlarını sağ kolu ile sarıp sarmaladı. Bahçe kapısına geldiklerinde birbirlerine sarıldılar ve genç adam genç kızı öptü.
Cem Özmeral 27 Nisan 2012 Dublin, Ohio
O GÜNLER BİZİM MUTLULUĞUMUZU PAYLAŞAN BÜYÜKLERİMİZİ VE ARKADAŞLARIMIZI SEVGİ İLE ANIYORUZ.ONLAR ARTIK KIYIYA ÇIKTILAR.