Süleymaniye de bir ara sokakta kuru fasulyesi ile ünlü bir lokantada ikisi kız ikisi erkek dört liseli genç öğlen yemeği yiyorlardı. Hava yağmurlu olmasına rağmen açık havada cadde üzerindeki masalardan birini tercih etmişlerdi. Üzerinde parka ve başında Chetipi bir kep olan Maruf arkadaşlarına dönerek, Arkadaşlar Rahşan hocamızın verdiği tarih ödevini tamamlamak için hazırmıyız diye sordu. Gençlerin üçü de evet anlamına başlarını salladılar. Tarih hocalarının verdiği ev ödevinde, her öğrenci İstanbulun tarihi anıtlarından birini ve bu anıtla ilişkisi olan tarihi bir kişi hakkında iki sayfayı geçmeyecek bir yazı hazırlayacaktı. Yazı eğer resim, mecmua yada gazete kupürü gibi bilgilerle süslenirse bir not da cabası ikramiye alacaklardı. Rahşan öğretmen not konusunda oldukça cimri idi ,ondan yedi alanlar sanki on almış gibi sevinirlerdi.
Semay ile Tülin Kadıköy tarafında oturuyorlardı ve her gün Karaköy vapuruna beraber binerler ve kule dibindeki okula yürüyerek çıkarlardı. Kızların ikisi de giyimine çok düşkündü, Semay ın üzerinde saçları gibi siyah bir kazak altında da ekose bir etek vardı, Tülin ise iki parçalı bir tayyör giymişti. Cemal okulda leyli okuyordu ve bugün salı olmasına rağmen izinli olarak dışarı çıkmak onun için bulunmaz bir nimet olmuştu. O gün tarih son dersti ve Rahşan Hoca ev ödevi nedeniyle ders yapmadan bütün sınıfa izin vermişti. Cemal ders bittikten sonra yatakhaneye giderek evladiyelik kruvaze takım elbisesini üzerine geçirmiş ve hep beraber arkadaşları ile kapağı okul dışına attmışlardı. Yağmur başladığından Bankalar caddesinden bir tramvaya binip Eminönüne geçmişler buradan da Mısır çarşısından yukarıya Süleymaniye doğru yürüyerek yemek yedikleri lokantaya gelmişlerdi.
Maruf ,Vefa semtinde oturuyordu onun için bugün gezecekleri yerlerde arkadaşlarına rehberlik yapacaktı. Maruf un boynunda körüklü Bessa marka eski bir fotoğraf makinası vardı. Bu makina ile çekeceği resimler hepsi için eksra bir not demekti.
MİMAR SİNAN TÜRBESİ
MİMAR SİNAN TÜRBESİ
Yağmur biraz hafiflemiş dört genç Süleymaniye Kuru Fasulyecisin den çıkıp Ağa Kapısına doğru yürümeye başlamışlardı. Kızlar yanlarında getirdikleri plastik yağmurluk ve kapışonları başlarına geçirdiler, Cemal ile Maruf da bir şemsiyeyi paylaşıyorlardı. Cemal cebinden bir paket Yeni Harman sigarası çıkardı ve arkadaşlarına ikram etti. Kızlar almadılar, Maruf Zippo çakmağı ile Cemalin ve kendi sigarasını yaktı. İstanbul Müftülüğünün önüne geldiklerinde beş altı yaşlarında bir kız çocuğunun önünden geçtiler. Kızın lüle lüle günlerdir yıkanmamış kestane rengi saçları darmadağınıktı. Dudaklarındaki ağız armonikasını anlamsız bir melodi ile üflerken yalvarır bakışlarla gri renkli kocaman gözlerini gençlere dikmiş bakıyordu. Semay çantasından bir yirmi beş kuruş çıkardı ve kızın önündeki maşrapaya bıraktı, biraz önce Süleymaniye de yaşlı bir dilenci kadına dayanamayıp para veren Tülin de son bozuk parasını küçük kıza verdi.
Fetva yokuşunun başına gelmişler tam Mimar Sinan Caddesine doğru karşıya geçeceklerdeki yokuş yukarı çıkan bir at arabası karşılarına çıktı. Maruf ,aman durun çocuklar diye herkesi durdururken, yokuş yukarı çıkmaktan yorulmuş at ağzında köpükler saçarak kişnedi ve ön ayakları ile şaha kalktı. Arabacı, çüşşş diye bir taraftan atı durdururken, liseli gençlereulan önünüze baksanıza! diye çıkıştı.
Araba tekrar yola düzüldükten sonra gençler caddeyi geçip iki yolun kesiştiği yerdeki üçgen alana kendilerini attılar. Üçgenin uç noktasında bir sebil ve iki kenarındaki Mimar Sinan ve Fetvahane caddeleri boyunca uzanan mermer duvarlar içinde bir türbe vardı.
Semay: Işte arkadaşlar dedi, benim ödev bölgem burası, inanamıyacaksınız ama bu mütevazi türbe Mimar- ı Azam Sinanın türbesi. Maruf bu türbeyi herkesten iyi biliyordu ama Tülin ve Cemal ilk defa görüyorlardı.
Mimar Sinan belki de Süleymaniye Külliyesindeki Kanuni Sultan Süleymanın türbesini gölgede bırakmamak için kendi türbesini böyle küçücük yapmış,
diye devam etti Semay.
Aslında eskiden bu iki sokağın birleştiği şu üçgen alanın içinde Mimar Sinanın mütevazi evi de varmış, ama bu ev sonradan yıkılmış. Mimar Sinan hayattayken evinin bahçesinin köşeciğine türbesini yapmış. Evinin yanına da bir sibyan mektebi yapmış ama o da günümüze ulaşamamış. Düşünün, arkadaşlar, üç yüz elliye yakın eser bırakan bu büyük Sinan kendi hayatını anlatırken* bile gerçekçi ve ne kadar mütevazidir ve şöyle der,
Bu değersiz kul , Sultan Selim Hanın saltanat bahçesinin devşirmesi olup , Kayseri sancağından oğlan devşirilmesine ilk defa o zaman başlanmıştı. Acemi oğlanlar arasından sağlam karakterlilere uygulanan kurallara bağlı olarak kendi isteğimle dülgerliğe seçildim. Ustamın eli altında , tıpkı bir pergel gibi ayağım sabit olarak merkez ve çevreyi gözledim. Sonunda yine tıpkı bir pergel gibi yay çizerek , görgümü artırmak için diyarlar gezmeye istek duydum. Bir zaman padişah hizmetinde Arap ve Acem ülkelerinde gezip tozdum. Her saray kubbesinin tepesinden ve her harabe köşesinden bir şeyler kaparak bilgi, görgümü artırdım. İstanbula dönerek zamanın ileri gelenlerinin hizmetinde çalıştım ve yeniçeri olarak kapıya çıktım.
Semay Mimar Sinanı anlatırken diğerleri de hem onu dinliyor hemde etrafı inceliyorlardı. Mermer duvarın içinde demir parmaklıklı bir dua penceresinin arkasında Mimar Sinanın türbesi görünüyordu. Bu türbe alışılmış türbelerden farklı olarak yanları açık, altı adet mermer sütun üzerine konulmuş bir tonozun altında duruyordu. Damın ön kısmında küçük bir kubbe vardı. Bu kubbenin bir benzeride mezar duvarlarının dışında kalan sebilin üstünde görülüyordu. Mimar Sinanın kabrinin başucunda mermerden çok güzel işlenmiş bir kavuk vardı. Üçgen mezarlık alanı boydan boya iki buçuk metre boyunda beyaz taştan mermer duvarlarla çevrilmişti. Taş duvarın içinde mermer çerçeveli pencereler vardı. Pencerelerin içinde bir biri üzerine geçirilmiş taş dairelerden birer kafes örülmüştü. Hacet penceresi denilen ve kabrin tam baş kısmına gelen pencerenin içinde ise demir parmaklıklar vardı. Bu pencerenin tam üstünde altın yaldızlı bir kitabe de şu satırlar okunuyordu.
Ey iden bir iki gün dünya sarayında mekân Cay-i asayiş değildir âdeme milk-i cihan Han Süleymana olub mimar bu merdi Güzin Yapdı bir cami verir Firdevsi âlâdan nişan Emri şahile kılub su yollarına ihtimam Hızr olub abıhayatı âleme kıldı revan, Çekmece cisrine bir tâkı muallâ çekdi kim, Aynıdır âyinei devranda şekli Kehkeşan Kıldı dört yüzden ziyade mesçidi âli bina, Yapdı seksen yerde cami bu aziz kârdan. Yüzden artuk ömr sürdü akıbet kıldı vefat Yatuğu yeri Hüda kılsın anın bagı cinan Rıhletinin Sâi-i dâi tarihini Geçdi bu demde cihandan pîri mimaran Sinan 996.
Peki Sinanın yanındaki diğer üç mezar kime ait? diye sordu Cemal. Valla bildiğim kadarı ile Mimar Sinanın sağı ve solundaki mezarlarının biri onun ikinci karısı Gülruh Hatuna, diğeri ise torunu Derviş Çelebiye ait olduğu söylenir. Üçüncüsü ise şöhretli bir mimara aitmiş, ama ismini unuttum.
diye yanıtladı Semay.
Aaa ben bir kitapta okumuştum! Türkiye de Neo- Klasik mimarinin öncülerinden Ali Talat Bey, ölünce çok sevdiği Mimar Sinanın yanına gömülmesini vasiyet etmiş. 1920 li yıllarda vefat edince de onu buraya gömmüşler, diye atıldı Tülin.
Semay:
Mimar Sinan Şehzade ve Süleymaniye camileri için; Çıraklığımda İstanbuldaki Şehzade Camiinde icra ettim, kalfalığımda da Süleymaniye Camiini. der. Sinan Süleymaniye Külliyesini bitirince caminin anahtarını Sultan Süleymana takdim eder. Sultan Süleyman ise, bu eseri sen yaptın, ilk olarak da içeri girmek senin hakkın der ve anahtarı iade eder. Herhalde Mimar Sinan ömrünün son yıllarını bu küçük kabristana bitişik evinde geçirdi.
İşte arkadaşlar benim tarih ödevim bu kadar.
VEFA BOZACISI
Gençler Semayın sunumu çok beğenmişlerdi. Cemal, şimdi nereye gidiyoruz? diye sordu. Maruf, Dağbaşını Duman Almış marşı temposunda ; Yürüyelim Arkadaşlar !diyerek öne geçti. Boza içeceksiniz şimdi dedi.
Ahşap evler içinden arnavut kaldırımı sokaklardan geçerek Vefa ya doğru yürüyorlardı. Köşebaşında bir çınar ağacının yanında durdular, Maruf ağacın altındaki büyük taşı göstererek, biliyormusunuz bu taş ne taşı?diye sordu. Herkesin dudak bükmesini görünce; Bu bir el kesme taşıymış. Eski devirlerde bunun üzerinde iki demir halka varmış. Hırsızlık yapanların eli burada bileğinden kesilirmiş. Tabii hırsızın da çesitlisi vardır. Mesela kıtlık devrinde yada ailesine ekmek çalan bir hırsızdan bahsetmiyoruz. Bu daha ziyade büyük hırsızlıklar ve kendisine emanet edilen malları çalıp zimmetine geçirenlere uygulanırmış. Bana bunu babam anlatmıştı. O görmemiş ama ona da babası Müneccimbaşı ve İstanbul Müftüsü Arif Efendi söylemiş .
Dört arkadaş önce Vefa Lisesinin sonrada küçük bir caminin yanından geçtiler ve üç yol ağzı bir meydana geldiler. Maruf soldaki üç katlı taş binayı gösterek, işte bizim oturduğumuz ev burası dedi. Yanındaki ahşap evlerin içinde bu taş bina daha bir dikkat çekiyordu. Yan duvarında tam damın altında mermerden oyulmuş bir ayyıldız ve 1922 tarihi göze çarpıyordu. Sokaktan aşağı doğru yürümeye devam ettiler. Dar sokağın dik bir yokuşla kesiştiği yerde bej renkli badanalı iki katlı bir binanın önüne geldiler. Binanın üç kemerli ön yüzünde kocaman kırmızı bir tabelada Tarihi Vefa Bozacısı yazıyordu.
Maruf, Vefa Bozacısının hikayesi uzundur dedi. Evliya Çelebinin yazılarında İstanbulda bir tarihte üç yüz kadar boza imalathanesi ve bu bozaları sokak sokak dolaşıp satan bin kadar bozacı olduğundan bahseder. O zamandan beri, bu fermantasyonlu içecek yemekten sonra insanın sindirimini kolaylaştıran, büyük küçük bütün ailenin soğuk kış geceleri mangal etrafında toplanıp sohbet ederken tercih ettiği bir gelenekmiş. Dedem Hacı İbrahim Bey ve Kardeşi Hacı Sadık Bey 1800 lü yıllarda Yugoslavyanın Prizren köyünden İstanbula göç etmişler ve Vefa semtine yerleşmişler. Burada açtıkları bozacıda ekşi olan bozaya biraz daha tad katarak imalata ve satışa başlamışlar. Şu elimde gördüğünüz 1876 yılından ki alamet-i farikayı gösteren eski resimde : VEFA BOZA, ŞIRA VE SİRKE FABRİKASI MUCİT VE MÜSTAHZİRİ HACI SADIK VE HACI İBRAHİM BİRADERLER KURULUŞ TARİHİ 1293
yazıyor.
Yani dedem ve büyük amcam Bozayı miladi 1876 yılında Vefa Semtinin bir markası haline getiriyorlar. Sonra yıllar geçiyor ve önce amcam Hacı Sadık Bey vefat ediyor. Dedem İbrahim Bey bir müddet kardeşinin oğlu ile Vefa Bozacısını birlikte işletiyorlar . Ama sonra dedem hastalanıyor ve hastalığı sırasında nasıl oluyor bilinmez, dedem haklarını amcamın oğluna devrediyor. Dedem ölünce de kardeş çocukları tamamen ayrılıyorlar. Dedemin oğlu Mehmet Emin Vefa 1956 da "Vefa Bozacısı Hacı İbrahim Oğlu Mehmet Emin Vefa" adıyla Şişhanede bir imalathane açıyor ve baba mesleğine burada devam ediyor. Şu tabelada gördüğünüz gibi Hacı Sadik Beyin oğlu İsmail Vefa da Vefa Bozacısı olarak tarihi binada boza ve sirke satışına devam ediyor.
Maruf, iç geçirerek ön cephesi bir yuvarlak silindir gibi iki sokağı da gören üç katlı taş binayı işaret etti. Dedem bu bozacı dükkanın yanındaki binanın üst katında otururdu. Burası onun gençken gelip kardeşinle birlikte yerleştiği ve onların Boza ile Vefa ismini eş anlama getirdikleri yerdi. Ne yazıktır ki onun ismi artık bu semtte yok, hatta onu bırak Eyüp Sultan mezarlığındaki mezar taşı bile zamanla kayboldu. İsterseniz siz içeri girip birer boza için, bende elimdeki kitapları gidip eve bırakayım. Daha iki tarih projemiz daha var, bunları elimizde taşıyıp hamallık etmeyelim diyerek arkadaşlarının yanından ayrıldı.
Diğer üç arkadaş ortadaki kemerin içindeki camlı kapıdan dükkana girdiler. Dükkanın sol tarafında boylu boyuna tahta bir tezgah uzanıyordu. Tezgahın arkasında, iznik çinileriyle süslü duvarın önünde boza güğümleri vardı. Tezgahın üstünde de müşterilere servis yapılan boza bakraçları ve bardaklar konmuştu. Başında ahçı şapkası olan bozacı, kapının yanında ki kasada duruyor ve müşterilere buradan servis yapıyordu. Dükkanın arka bölümü boydan boya bir etajer aynası ile kaplanmıştı . Aynanın altındaki duvara bitişik sırada, son derece şık iki hanım bozalarını içip sohbet ediyorlardı. Sağ tarafta ki duvarın bir köşesinde Atatürkün burada yıllar önce içtiği bozanın bardağı cam bir fanus içinde müzeleştirilmişti. Hemen yanındaki bütün duvarı kaplayan rafın üzerinde enva- i çeşit sirke şişeleri yerleştirilmişti. Duvarlardaki İstanbul gravürleri arasında da bozayı tarif eden ve faydalarını anlatan bir tabela da şöyle diyordu.
Boza darı irmiği su ve şekerden imal edilir. Boza mayalanması sırasında laktic asit üretir. Ender gıda maddelerinde bulunan bu asit çok değerli olup, hazmı kolaylaştırıcı bir etkisi vardır. Süt yapıcı özelliği dolayısıyla hamile bayanlara ve vitamin kaynağı olarak sporculara tavsiye edilir. Kolera hastalığının tedavisinde de son derece etkilidir.
Üç arkadaş paralarını birleştirip birer bardak boza aldılar ve mermer masalardan birine oturup hem bozalarını içtiler, hemde bundan sonraki tarih ödevini konuşmaya başladılar.
MOLLA GÜRANI KİLİSE CAMİİ
MOLLA GÜRANİ KİLİSE CAMİİ
Birazdan Maruf kapıda göründü, hep beraber Bozacıdan çıkıp arnavut kaldırımı yoldan yokuş aşağı inmeye başladılar. Köşe başında, üzerinde mavi önlüğü başında kasketi ile yaşlıca bir adam tezgahını kurmuş mangal üstünde kavrulmuş kestane ve leblebi satıyordu. Adamın cüssesine oranla çok büyük bir kafası vardı. Cemal, acaba Pazarola Hasan denilen adam bu mu? diye aklından geçirdi. Tülin yaşlı adamdan yüz gram leblebi alıp gazete kağıdından yapılmış külahtan arkadaşlarına ikram ederek, Çocuklar bilirsiniz benim resim ve güzel sanatlara olan merakımı!. O yüzden sanat değeri yüksek ve çok eski bir binayı seçtim, adı Molla Gürani Kilise Camii, biraz aşağıda kalıyor gelin oraya doğru yürüyelim dedi.
Yokuştan aşağı bakıldığında Haliç kıyıları görülüyordu, yağmur durmuş Fatih Camiinin minareleri arasında gök kuşağı çıkmıştı. Sol tarafta bakımsız bir Osmanlı mezarlığında kedi yavruları mezar taşları arasında oynaşıp duruyordu. Yokuş aşağı doğru inerken sağ tarafta küçük bir kol yapmış, kör bir sokağı andıran yoldan ufak bir düzlüğe iniyordu. Bu küçük yolun düzlüğe kavuştuğu yerde kırmızı tuğladan yapılmış tipik bir bizans kilisesi yada bir manastır kompleksi vardı. Kilisenin güney tarafında oraya sonradan ilave edildiği pek belli olmayan bir minare yükseliyordu. Minare Selçukluların mimarisinde görülen tuğladan yapılmış olduğundan sonradan eklendiği kırmızı tuğlalı bizans kilisesi ile tam bir uyum içindeydi.
Cemal önden giderek düzlüğe vardı, dar yol buradan da ahşap evler arasında Haliç e doğru devam ediyordu. Kilisenin ön cephesi yer seviyesinden bir metre kadar yükseklikte idi ve iki taraflı, sonradan yapılan bir merdivenle ana kapıya çıkılıyordu. Binanın cephesinde, en uçlardaki ikisi tuğla ile örülmüş, sekiz tane kemerli pencere vardı. Pencerelerin altındaki duvarın içinde çok eski devirlerden kaldığı belli olan, hepsi birbirinden ayrı desenli mermer oyması taşlar yerleştirilmişti. Semay ile Tülin merdivenlerden çıkarak, yeşil demir parmaklıklı pencerelerden kilisenin içine baktılar. Tadilat dolayısı ile bina ziyaretçilere kapalı idi. Maruf ahşap bir binanın önüne geçmiş kilisenin resmini çekiyordu. Birazdan o da arkadaşlarının yanına geldi ve Tülin ben bu camiyi Kilise Camii olarak bilirdim, anlat bakalım bu Molla Gürani adı nereden geliyor dedi.
Tülin,
Theodoros Kilisesinin ilk defa 5. yüzyılda Aziz Theodorosa adanmak üzere yapıldığı tahmin ediliyor. Bunun ispatı da temeldeki taşların bu devirin izlerini taşıması. Bugün gördüğünüz bina ise XI yüzyılda Aleksios Komnnenos devrinde yapılmış, bu devirde İstanbul tuğla ocaklarından alınan tuğlalar kullanılmış yapıda. Binalar Komnennos ve Palaiologos mimarisinin bir örneği, tuğla ve taşlar birbirlerinin alternatifi olarak kullanılmış çoğu yerde. Sonra Haçlı seferleri sırasında kilise tahrip ediliyor ve 1261 yılında büyük bir tamirat görüyor ve şu gördüğünüz dış narteks binaya ekleniyor. 1453 yılında Fatih İstanbulu aldıktan sonra Hocası Molla Güraniyi bu kiliseyi Camiye çevirmesi için görevlendiriyor. Camii 1833 yılına kadar içindeki mozaikler ve kubbelerinin iç kısmındaki resimler ile yaşamını sürdürüyor. Bu tarihte büyük bir yangında mozaiklerin bir çoğu kayboluyor.1848 yılında yapılan onarımda resimlerin üstü sıva ile kaplanıyor. Neyse ki bundan tam bir asır sonra 1937 de yapılan onarım sırasında bu sıvalar sökülüyor ve kalan mozaik ve resimler tekrar gün yüzüne çıkarılıyor.
Tülin bunları söyledikten sonra elindeki notlara bir göz attı ve devam etti: Molla Güraninin hayatına gelince; Molla Gürani Suriyede doğup Kahirede yetişen büyük bir din adamı ve alimmiş. Tefsir, kıraat, hadis ve fıkıh konularında engin bilgi sahibi imiş. İstanbula gelince onu Padişah 2. Muratın huzuruna cikarmışlar. Padişah Molla Güraninin bilgisinden o kadar etkilenmişki, onu Manisada bulunan şehzadesi Mehmetin hocalığına tayin etmiş. Hatta çok dik başlı olan oğlunu dövebileceğini bile söylemiş. Molla Gürani ise geleceğin Fatihini yola sokmak için, Arapça olan bir yazıyı Şehzadeye tercüme ettirmiş. Yazıda öğrenciyi eğitmek için dayağın mübah olduğu yazılıymış. Bunu okuyan Şehzade Mehmet kısa zamanda yola gelerek, önce Kuranı hatim etmiş sonrada Hocasından ilim irfan ve lisan öğrenmiş.
Padişah oğluna kısa zamanda bu kadar bilgiyi öğreten Molla Güraniyi mükafat olarak Vezir tayin etmek ister. Ama o, benden başka bu işi bekleyen çok kişi var deyip, Bursa Kadılığı ile yetinmiş. Fatih İstanbulu aldıktan sonrada saltanatı boyunca ona hep akıl danışmış ve Molla Gürani Şeyhülislamlığa kadar yükselmiş. Bir bayramda hava kötü yerler çamurluymuş. Molla Gürani Padişahtan affını isteyerek bayramı uzaktan kutlayayım der. Padişah ise, biz onlar burada olunca Bayram ederiz deyip, onun atı ile selamlığa kadar gelmesine izin vermiş.
Molla Gürani şu gördüğünüz camide ilim, irfan ve dini bilgileri insanlara öğretmiş. Ömrünün son yıllarını küçük evinin bahçesinde geçirirken, bir gece onun sabaha kadar kuran okuduğunu görmüşler. Sabah yanına gelen vezirlere ve müminlere Üstünüzde olan hakkımı ödeme zamanı bugündür. İkindi vaktine kadar benim üzerime Kuran- ı kerim okumaya devam ediniz, ikindiden sonra fazla uzamaz. demiş ve Sultan İkinci Beyazıtın bütün borçlarını ödemesini ve bizzat cenaze namazını kılmasını ve cenazesinin ayaklarından çekilerek mezara getirilmesini vasiyet etmiş. İkindi ezanı okunurken de kelimeyi şahadet getirip ruhunu teslim etmiş. Ertesi gün Padişah cenaze namazını kıldıktan sonra Molla Gürani, Aksaray ile Topkapı arasında, tramvayların geçtiği Vatan Caddesinin yanında kendi yaptırdığı caminin bahçesine gömülmüş. Ama tabi kimse onu ayağından çekmeye cesaret edememiş, beyaz kefene sarılı naaşını bir hasır üzerinde mezara sürüklemişler. İşte benim hikayede böyle bitiyor.
Cemal, Valla o kadar güzel ve detaylı anlattın ki kıskanmadım desem yalan olur, benimki sizin anlattıklarınız yanında biraz sönük kalacak galiba diyerek endişeli bir yüz ifadesi takındı.
ŞEHZADEBAŞI VE İSTANBULUN ORTASI
ŞEHZADEBAŞI VE İSTANBULUN ORTASI
Cemal : Şimdi arkadaşlar sizi İstanbulun ortasına götüreceğim, hem Şehzade Camiini gezeriz hemde eski Şehzadebaşından ve Direklerararasından bahsederiz.
Hep beraber biraz evvel indikleri yokuştan yukarı doğru çıkmaya başladılar. Kalabalık ana yola çıktılar ve yaya kaldırımından ileride görülen Şehzade Camiine doğru yürüdüler. Köşebaşında, yakındaki bir ilkokuldan çıkmış siyah önlüklü öğrenciler bir macuncunun etrafında toplanmış rengarenk macundan almak için sıralarını bekliyorlardı. Karşı kaldırımdaki Sinemada Belgin Doruk ve Ayhan Işıkın Küçük Hanımefendi filminin afişleri görülüyordu. Sinemanın önünde elinde siyah bez bir torba olan tombalacı: Salem var , Marlbora var, çek çek al diye çığırtkanlık yapıyordu.
Cemal Şehzade Camiine yaklaştıklarında durdu ve iki sokağın kesiştiği duvardaki yeşil renkli bir sütunun üzerine elini koyarak: İşte arkadaşlar İstanbulun ortası burası dedi ve devam etti:
Şehzadebaşı İstanbulun Fatih ilçesinde adını çokca duyduğumuz bir semt. Semtin en büyük özelliği bütün tarihi dokuların tam ortasında bulunması. Örneğin Beyazıt Meydanı ve Beyazıt Kulesi, İstanbul Üniversitesi, Bozdoğan yada Valens Kemerleri, semte adını veren Şehzade Camii, tarihi Vezneciler ve Direklerarası sokakları, ünlü Vefa Bozacısı ilk başta aklımıza gelen semti çevreleyen tarihi yerlerden sadece birkaçı.
Aslında Şehzadebaşı bu tarihi dokuların tam ortasında derken fazla abartmış olmuyoruz. Zira eski inanışa göre Şehzadebaşı Sur İçi Istanbulununda en orta noktası imiş.Tarihi Mese yolu (Divan Yolu) üzerindeki Milion taşı dünyanın sıfır noktası yada tam ortasın simgeler ve bütün yolların sıfır noktası burası kabul edilirmiş. Belkide bu Bizans inancına paralel olarak Osmanlılarda İstanbulun tam ortasını Şehzadebaşı olarak seçmişler. Bilindiği gibi Osmanlı zamanında İstanbul denince akla sur içi yani tarihi yarımada gelirdi. Bizim çocukluğumuzda bile Üsküdardan yada Kadıköyden vapura atlayıp karşıya geçince İstanbula gidiyoruz derdik.
Mimar Sinan Şehzadebaşı Camiini yaptırdığında, Caminin Veznecilere bakan avlu duvarına, içinde demir bir mil olan ve dönen yeşil bir taş koydurmuş. Kimine göre de burada Bizanslılar zamanından beri şehrin ortasını gösteren bir işaret zaten varmış ve Mimar Sinan da Şehzade Camiini inşa ederken bu taşın yerine yeni bir taş dikmiş. Camii duvarının içinde çakılı kalmış yeşil taş bugün artık dönmüyor, dönmediği gibi etrafından her gün geçen binlerce kişinin dikkatini bile çekmiyor.
Tülin, eliyle sütunu okşayarak ne kadar güzel bir taş bu Ayasofyanın içindeki sütunların taşına benziyor dedi
Cemal olabilir tabii dedi ve Şehzade camiinin bahçe kapasına doğru yola öncelik ederek: Semte adını veren Şehzadebaşı Camii ve Külliyesi şüphesiz bölgenin en önemli yapısı.. Mimar Sinanın çıraklık eserim dediği bu cami bence onun en güzel eserlerinden biri. Caminin içinde insana huzur veren bir aydınlık, kubbesinin iç kısmındaki beyaz üzerine kırmızı renkteki motifler, onun hemen altındaki pencereleri kaplayan rengarenk vitrayler, tavandan asılı eskiden yağ kandilleri taşıyan dev avize, zeminde gene tavanla uyumlu kırmızı renkteki yekpare halı ve diğer camilerde görülmeyen üzeri nakış gibi işlenmiş iki güzel minare.
Caminin avlusu da güzel, ama içindeki türbeler biraz kasvet verici ve üzücü. Bilindiği gibi Kanuni Sultan Süleyman çok sevdiği oğlu Şehzade Mehmeti kaybedince yaptırmış bu koca Külliyeyi. Ama gel zaman git zaman tahtı korumak için öldürülen her şehzade buraya defnedilmiş sanki. Türbenin içine pencereden baktım: bir dolu küçücük sandukalar.
Hep beraber camiyi gezdiler, çıktıklarında Semay : Aman Allahım sanki Mimar Sinan bu Camiyi yaparken, küçük Şehzadeye bir çocuk ve oyuncak bahçesi olarak düşünmüş. Cıvıl cıvıl renkler, pırıl pırıl yaldızlar, kubbenin içi de ayrı kalaydeskop dedi. Maruf da en çok el örgüsü gibi dantel dantel işlenmiş minarelerin güzelliğinden etkilenmişti.
Cemal:
Gelin biraz da eski Direklerarasında dolaşalım ve size biraz da bu semtten bahsedeyim
Maruf:
Hepimiz yorulduk istersen orada bildiğim küçük bir börekçi var orada oturup birer gazoz içelim, sende bize şu benim semti anlat diye yanıt verdi . Kızlar bu teklifi severek kabul ettiler. Börekçi ye girdiklerinde Maruf herkese birer Çamlıca Gazozu ısmarladı , boş olan masalardan birine oturdular ve Cemali dinlemeye devam ettiler.
Vezneciler semtinin en önemli binası zamanında Keçecizade Fuatpaşa Köşkü imiş. Osmanlıların son dönemlerinde burası Maliye Nezareti (Bakanlığı ) olarak kullanılıyordu.Köşkün bahçesi ve Vezneciler caddesi de bu devirde tefeciler, altın, gümüş alıcı ve satıcıları ve arzuhalciler ile doluymuş. Altın ve gümüş sikkeler burada tartılır, emekliler maaşlarını burada kırdırırlarmış.
Belki de bu parasal işler dolayısı ile sokağa Vezneciler adı verilmiş. Arzuhalcilere gelince, bunlar genellikle devlet kapısında işlerini yürütmek isteyen vatandaşların dilekçelerini yazarlarmış. Ama bu arzuhalcilerin müşterilerinin büyük bir kısmını kadınlar teşkil edermiş. Çarşaflarının ve feracelerinin içinde yüzleri kapalı bu genç kızlar arzuhalcilere aşk mektupları yazdırmak için gelirlermiş genellikle.
Direklerarası denilen sokak yada bölge ise Şehzade Camiinin iki minaresinin bulunduğu Veznecilerin paraelinde olan sokak. İsmini Onsekizinci yüzyılda burada bulanan seksen küsur dükkanının önündeki mermer revak yada sütunlarda varmış. İlk zamanlarda yeniçerilerin bir gezi ve alışveriş yeri olarak ün yapan bu sokak on dokuzuncu yüzyılda, özelikle Ramazan aylarında bir eğlence merkezi haline dönüşüyor.
Buradaki dükkanları Damat İbrahim Paşa Şehzade Camiinin külliyesine gelir sağlamak için yaptırıyor. Mimar Hamit Sözer 1920lerde çocukluğunun geçtiği Şehzadebaşındaki dükkanlardan birkaçını şöyle sıralıyor*:
Sokağın en başında Tunuslu Fesçinin dükkanı, hemen onun yanında günümüzdeki kuru temizlemecilerin başlangıcı sayılabilecek Lekeci dükkanı. Biraz ileride kavanoz kavanoz rengarenk akide şekerlerinin sergilendiği Udi Cemil Beyin Şekerci dükkanı, yanında bir manav ve onun hemen bitişiğinde bir erkek terzihanesi. Biraz ötede özellikle Ramazan ayında pideleri ile ün yapan Çinili fırın ve yolun bitiminde İbrahim Ethem Beyin Eczanesi .
Direklerarasının diğer önemli dükkanlarını da kıraathaneler oluşturuyor.Bunların en ünlüsü emeklilerin müdavimi olduğu İkbal Kıraathanesi imiş. Burada semtin emeklileri hem gazeteleri okur hemde birbirleri ile sohbet eder tartışırlarmış. Bu İkbal kahvesi bana Burhan Felekin Cumhuriyet gazetesindeki pazar günleri yazdığı haftalık yazıdaki kişileri hatırlatır. Gerçi, Burhan Felekin kahvesi muhakkak Üsküdarda dır ama emekli tipleri aynıdır; Konsolos, Eczacı, Müdür, ....
Gözünüzün önüne getirmeye çalışın, Direklerarasında Ramazan ayındasınız: İftar topu atılalı saatler olmuş vakit neredeyse sahura yaklaşıyor. Ferah sinemasında at, ip ve trapez cambazları gösteri yapıyor, Hilal sinemasında Şarlonun sessiz filimleri gösteriliyor, yol boyunca sıralanmış küçük dükkanlardaki kıraathane ve tiyatrolarda Meddah oyunları, Karagöz Hacivat, Orta Oyunu gibi geleneksel Türk Tiyatrosunun başlangıcı sayılan oyunlar sergileniyor. Meddah Aşki, bir sıranın üzerine oturmuş, elindeki uzun sopası ile raftaki külah, fes, takke ve şapkalardan birini alıp başına geçiriyor ve kişilerin taklidini yapıyor. Diğer bir binada Meddah Sururinin orta oyunu, bir diğerinde kanto gösterileri var. Sokaklar insanlar ve seyyar satıcılar ile dolu : Maniciler, destancılar, panoromacılar, horoz şekercileri ve şerbetçiler, sucular, her derde deva Hacı Baba hapı satanlar, sopaların üzerinde yürüyen cambazlar...
Vakit gece yarısını artık çoktan geçmiş artık sahur vakti gelmektedir. Şimdi Davulcu Ömer Ağa boynunda davulu sokak sokak gezmeye ve eğlencenin bittiğini, ibadetin başladığını tokmağı ile davuluna güm güm vurarak ilan etmeye başlamıştır. Davulcu Ömer Ağa iri yarı, kaytan bıyıklı yakışıklı bir adamdır. Sokak aralarından geçerken kafeslerin arkasında genç kızlar kendisini süzer, daha cesaretli olanları sokağa inip bahşişlerini verip kendisine güzel laflar atarlar.
On dokuzuncu yüzyılın ortalarından sonra Sur Içi Istanbulun eğlence merkezi ola Şehzadebaşı yavaş yavaş yerini Beyoğluna kaptırıyor. Şehrin eğlence merkezi tiyatroları ile sinemaları ile birlikte yavaş yavaş Cadde-i Kebire kayıyor. Hele 20 yüzyılın ortasından itibaren, buranın en önemli binalarından biri olan ve Şehir Tiyatrolarının başladığı Letafet apartmanı, Yeniçeri Hamamı, Ferah Tiyatrosu gibi nirengi noktalarının yıkılıp yerine otellerin açılmas , yolların köstebek yuvasına, meydanların altını üstüne getirilmesi ile tarihi Şehzadebaşıda adeta tarihe karışıyor.
Kemani Tatyos Efendinin, Udi Cemil Beyin, genç Lemi Atlının fasıl yaptıkları Fevziye Kıraathanesi, Hacı Reşitin Çaycı dükkanı, Şule Kıraathanesi, Acemin Kahvesi, Turan Sineması, Naşit Tiyatrosu artık yok. Tiyatroların yerini oteller, kebabçılar, berberler almış.
İşte böyle bayanlar,beyler benim hikayede böyle biter.
Maruf: Yirmi senedir içinde yaşadığım semtin tarihini ne güzel anlattın, çok beğendim dedi. Kızlar da hemfikirdiler, hem öğrendik hem de nostalji yaptık diye eklediler.
Günün sonu gelmişti. Cemal okula dönmek istemedi o gece. Kocamustafapaşaya gider bu gece Anneannemde kalırım, diyerek arkadaşları ile vedalaştı. Maruf sınıf arkadaşlarını Aksaraydaki Eminönü otobüs durağına kadar götürdü. Pertevniyel Valide Camiinin önündeki otobüs durağından Kocamustafapaşa otobüsüne binen Cemal biletçiye elli kuruş vererek paso dedi . Eski Magirus balık istifi tıklım tıklımdı, içerde kesif bir koku vardı. Cemal şöförün yanında, yerden çıkma zangır zangır titreyen vitesin yanında tavandaki kayışa tutunarak ayakta zar zor duruyordu. Acaba bundan kırk elli yıl sonra bugün gezdiğimiz yerlerde aynı arkadaşlarla beraber olsak acaba neler görürdük diye düşündü.