Boğaziçi İstanbulun ortasından nehir gibi akan sihirli bir deniz. İki kıtayı birbirinden ayıran, kıvrıla kıvrıla akan lacivert suları ile, kıyılarında bir benzeri olmayan yalıları ve sarayları ile, Karadenizden Akdeniz’e gidip gelen gemileri ile, vapurları, balıkçı kayıkları, yamaçlarındaki yemyeşil koruları, balıkları kuşları ile, ciğerlerinize çekeceğiniz temiz havası ile insana hayat veren ve onu büyüleyen bir doğa harikası. İstanbul’a her gelen turist burada ne kadar kısa kalırsa kalsın vapurla veya tekneyle bir Boğaz turu yapar. Ama aynı şeyi Haliç için söyleyemeyiz. Ne zaman vapurla Haliçten Eyüp’e kadar gitsem yolcuların çoğunun tek tük yabancı turistler hariç, bu bölgede yaşayanlar olduğunu farketmişimdir.
Oysa Osmanlılar, Avrupalıların “Golden Horn” dediği bu durgun suya “Haliç-i Dersaadet” yani İstanbul Boğazı derlermiş. Tabii İstanbul’un Dersaadet dışında bizim saptayabildiğimiz yetmiş küsur ismi var. Boğaziçi’nin ismi ise” Haliç-i Bahri Siyah”,yani Karadeniz Boğazı imiş. Karadeniz boğazının insanların yaşadığı ve gezdiği bir yer olarak önem kazanması son üç, bilemediniz son dört yüzyılda olmuş. Oysa Haliç ezelden beri var, çünkü şehir zaten Haliçin iki yakasında kurulmuş. Bilindiği gibi Sarayburnunda ilk şehri M.Ö.668 yılında Megaralı Byzas kuruyor ve Kalkedonlulara da (Kadıköy), buranın güzelliğini görmeyip karşı yakaya yerleştikleri için “körler “ diyor. Oysa tarihi yarımada yedi tepesi ile hem güzel hemde bir iç deniz şeklindeki Haliç’i ile, denizden gelecek gemilere tabii bir liman sağlamakta. Yarımadanın etrafı koruma için önce Byzas tarafından, sonra M.S. 198 de Septimus Severus, 324 de Konstantin, ve 413 de Theodosius tarafından surlarla çevriliyor. Haliç’in Karaköy ve Eminönü arasındaki ağzı da 1453 de olduğu gibi denizden gelecek bir tehlike anında zincirle kapatılabiliyor.
Tarihi yarımadanın karşısı Galata ve onun yukarısı da Pera . Galata’nın adının eskiden buradaki sütçü mandıralarından geldiği söylenir. Pera ise Rumca “Karşı Yaka” anlamına geliyor. Zaten biz nasıl çocukluğumuzda Kadıköy’den karşıya geçtiğimizde ” İstanbul’a gidiyoruz” diyor idiysek, Bizanslılarda, kartal gagası şeklindeki tarihi yarımadadan, Cenevizlilerin yoğun olduğu Galata’ya geçtiklerinde “ karşıya geçiyoruz “ derlermiş. Galata kulesinin etrafı da Kasımpaşadan, Tophaneye kadar surlarla çevriliymiş. “Bizanslılar” dedik aslında bu tabirde on altıncı filan yüzyılda tarihçilerin Byzas’dan ürettiği bir isim. Oysa Rumlar kendilerini hep Roma İmparatorluğunun vatandaşları olarak görmüşler, Rum kelimesi’de Roma’dan türemiş, ama Rumlar hiç bir zaman kendilerine Bizanslı dememişler.
BEYAZIT KULESINDEN HALIC
PIER LOTI'DEN HALIC BY ERCAN ALP
Gelelim biz gene avrupalıların Golden Horn dediği , Haliç denizciğine. Neden mi “Golden Horn” demişler buraya “Tatlısu Balığı Avrupalılar”? Çıkın Büyük Çamlıca tepesine benim yaptığım gibi bir gurup vakti ve bakın Haliç’in altın parıltıları ile ışıldayan sularına, o zaman sizde anlayacaksınız nedenini. Haliç’in güneyindeki birinci tepeye şehir kurulmuş, Akropolis denmiş adına. Sonra hemen berisine de Nekrapolis denilen mezarlıklar yapılmış. “Dünyanın burası başlangıcı” denmiş, Ayasofyanın yanıbaşında, Tetrastoon denilen dört kenarlı Agoradan bir yol çıkmış” Mese” diye, bugünkü Yedikule deki AltınKapı ya kadar uzanmış. Yolun etrafında meydanlar kurulmuş, anıtlar dikilmiş. Megara Sarayındaki Gotlar sütunundan, Konstantin meydanındaki Çemberli Taşa, Beyazıt’taki Forum Tauri’den, Fatihteki Kıztaşına, Cerrahpaşadaki Arcadius sütundan, Kocamustafa Paşadaki Altı Mermerelere. Paganlıktan Hiristiyanlığa geçilincede kiliseler yapılmış zamanla bu semtlere. Küçük ve Büyük Ayasofyalar, Aya İrini, Khora ve Pontokrotor Manastırları, Fethiye Camii, Fenari İsa Kilisesi , Ayia Teodasia Sarayburnundan Haliç sırtlarına kadar İstanbulun bu eski “Boğaz”ını süslemişler
Sonra Fatih Sultan Mehmet Han’ın İstanbulu fethi ile 29 Mart 1453 de Osmanlılar devri başlamış . Mimar Sinan önce Yavuz Sultan Selim Camiini, çıraklık eserim dediği Şehzade ve kalfalığına rastlayan Süleymaniye camilerini yapmış Haliç’in sırtlarına. Sonra Haliç’in ağzında Mısır Carşısı yanına Rüstem Paşaya küçük bir cami yapmış çinileri ile meşhur. Ama asıl incisini Edirnekapı’daki altıncı tepe’ye kondurmuş, kimine göre aşık olduğu kadın, Mihrimah Sultana. Fatih Camii , Beyazıt Kulesi, Valens kemerleri, Zeyrek Camii, Haliç Surları, Tekfur sarayı hep Haliç’in güney kıyılarının tepelerinde görülürmüş. Haliç’in batıdaki en dip kısmında’da İslam’ın en değerli üç mekanından biri Eyüp Sultan Camii ve türbesi, birçok ünlü Osmanlının son istirahatgahı Eyüp mezarlığı, Sultan Reşatın türbesi, Feshane, Pier Loti’nin, İstanbulu seyredip sevgilisi Aziyade’ye şiirler yazdıgı tepe varmış. Kuzey kıyılarında ve yamaçlarında Galata Kulesi, şimdi Kuzey Deniz Saha Komutanlığı olan Mühendihane-i Bahri Hümayün, Kasımpaşa tersanesi, Has Bahçedeki Aynalı Kavak, Agatha Kristi’nin bir zamanlar bir odasında roman yazdığı Pera Palas, Sütlücede Rahmi Koç Koç müzesi, gibi kimi Cenevizlerden, kimi Osmanlıdan, kimide zamanımızdan görüntüler...
Altın Boynuz Haliç’in iki yakasını bir köprüyle birleştirme fikri çok öncelere ait. Galatada’ki köprüden önce, ki bu köprü bugüne kadar dört defa değişmiştir, 6.cı yüzyılda I. Justinian bugünkü Sütlüce ile Eyüp arasında bir köprü yaptırmış. Fatih Sultan Mehmet de İstanbulun fethi sırasında Kasımpaşa’dan Ayvansaray’a demir halkalarla birleştirilmiş fıçılardan oluşan bir köprü çektirmiş, üzerindeki tahta kalaslardan da askerler tarihi yarımadaya girmişler. Kimine göre de aslında bu köprü karadan Kasımpaşa’ya indirilen gemilerin yan yana demir atmasından oluşmuş.
Bugün Haliç’in üzerinde dört köprü var. Birincisi, Karaköy ile Eminönü arasındaki yeni Galata köprüsü. Burada bir köprü yapılma fikri ilk defa Sultan II Beyazıt zamanında ortaya atılmış hatta Leonardo da Vinci köprünün çizimlerini bile yapmış. Ama o zaman gerçekleşmeyen bu fikir tam 3,5 asır sonra 1845 yılında Sultan Abdülmecit zamanında gerçek oluyor. Galata köprüsünün o zamanki ismi Cisri-Cedid. Bu ilk köprü tam üç defa daha yenilenerek 1990 lara kadar geliyor. 1992 yılında çıkan bir yangın sonucu kullanılmaz hale geliyor ve yerine şimdiki köprü yapılıyor. Eski köprüde ikiye bölünerek Balat- Hasköy arasına taşınıyor ama ortası açık olduğundan köprü işlevini kaybediyor.
Haliçin üzerinde faal olan diğer iki köprüden ilki Unkapanı ile Azapkapı arasında 1831 yılında Bezmi-Alem Valide Sultan tarafından inşa ettirilen Unkapanı köprüsü. Bu köprüye o zamanlar halk “Hayratiye Köprüsü” diyor, sebebide Galata köprüsünden geçişin paralı olmasına karşılık bu köprünün ücretsiz olması. Birkaç değişim gören bu köprü son olarak 1936 yılında yenileniyor ve Atatürk köprüsü olarak adlandırılıyor. Haliçin üçüncü köprüsüde 1971 yılında Boğaziçi köprüsünün yapımından sonra açılan çevre yollarını Halıcıoğlu ile Ayvansaray arasında birbirine bağlayan “Haliç Köprüsü”.
Yeni Galata Köprüsü
Leonardo da Vincinin Kopru Cizimleri
Yazının başındada söylediğim gibi içinde ve çevresinde bu kadar tarih ve tabii güzellikler barındıran Haliç’i gezmemek bir İstanbul ayıbı olsa gerek. Her İstanbula gelişimde bu tarih hazinesinde yeni yerler keşfetmek, çoğu zamanda akraba gezdirmek içinHaliç vapuruna biner ve Eyüb’e kadar giderim. Her yarım saat baaşı Üsküdardan kalkan “dilenci vapuru” önce Eminönüne sonrada Haliçin iki yakasındaki o minyatür iskelelerine uğraya uğraya elli dakikada Eyüp’e vasıl olur. Ama galiba artık Balat ve Fener durakları atlanarak, yalnız Kasımpaşa, Hasköy , Ayvansary, Sütlüce iskelelerinde durduktan sonra Eyüp’e geliyor.
Bende, bu iki iskelede yani Balat ve Fenerde, hiç vapurdan inemediğimden dolayı, bu iki semti dolaşmak arzusundaydım. İstanbulda bugün son günüm, yarın yolculuk var. Bavulları hazırladıktan sonra Haliçte bir iki saat gezineyim bari dedim. Niyetim Ayvansaray’a vapurla geçmek oradan da yürüye yürüye Eminönü’ne dönmek. Eyüp vapuruna Üsküdar’dan binerseniz kolaydır da, Eminönünde iskeleyi bulmak o derece zordur. Bilmeyenler için tarif edelim: köprünün ayağındaki Balık-Ekmekçileri ve otobüs duraklarını geçin karşınıza eski bir bina çıkar. İçinden camlı asansörü görünen ve önünde turist otobüsleri park eden bina. Bunun yanından oto parkları arasından daracık bir yol deniz kenarına iner. IDO nun iskelesi bu yolun bitiminde sol taraftadır. Bizim tavsiyemiz önünüze çıkabilecek motor çığırtkanlarına itibar etmeyip IDO iskelesinden saati 45 geçe duran vapura binmeniz. Bende bugün öyle yaptım ve bu güneşli ama serin Kasım sabahı vapura bindim.
Seneler önce ilk bindiğim Eyüp vapuru aklıma geldi, küçük, şirin bir Şehir Hatları vapuru idi. Bacasında Deniz Yolları işletmesinin amblemi vardı. Şimdi bindiğim ise modern bir tekne, üst kattaki açık terasa çıktım. Galata tarafında deniz kenarındaki kanepeye oturdum ve bir çay söyledim. Kasımpaşa’dan karşıma orta okul öğrencisi beş, altı kız çocuğu bindi. Aralarında fıkır fıkır konuşup gülüşüp oynaşıyorlar. Şivelerinden anne ve babalarının Doğudan buraya gelip yerleşmiş oldukları anlaşılıyor. Kıyafetleri bir gülistan görünümünde: pembeler, sarılar ,morlar, kırmızılar. İçlerinden birisi öbürlerine göre değişik giyinmiş, siyah taytlar ve üzerinde şort ve elinde de bir cep telefonu, sürekli text leşiyor. Kızlar on iki on üç yaşlarında ya var ya yok.
Vapurumuz Kasımpaşadan ayrılırken ben eskiyi düşünüyorum. Eskiden tersane artıklarından buraları ne pis kokardı, zaten suda çamur rengindeydi. Geçen gün eski bir lise arkadaşımla** konuşuyorduk. Bana, Ayvansarayda bizim lise yıllarında Karadenizli ustaların sipariş üzerine kayık, bot hatta yat sınıfı tekneler yaptıgını ve bu bölgede beziryağı ve macun kokusunun Haliç’in asitli kokusuna karıştığını söylemişti. Eminönü’nden Unkapananı’na kadar uzanan hallerin çürük meyva ve sebze atıklarının denizi kirletmeside cabasıydı. Zaten Eyüpün önündeki suda ki iki adacık buraya çöplerin birikip takılmasından oluşmuştu. Sonra bin dokuz yüz seksenler de Bedrettin Dalan’ın belediye başkanlığı zamanında Haliç’i boydan boya temizlendi. Tersanelerin çoğu kalktı . Altın boynuzun iki tarafı’na yeşil parklar yapıldı, çocuk bahçeleri konuldu. Çöp adaları içinde kuşların cıvıldadığı yeşil doğa parklarına dönüştü. Ama maalesef özelikle Balat civarında parklar yapılırken bazı tarihi metruk binalar da buldozerlerle yıkıldı. Sonunda Haliçte ne koku kaldı ne de kesif deniz kirliliği. Ben bu düşünceler içindeyken karşımdaki kız çocukları bağırıp, çağırmayı ve itişip kakışmayı arttırdı, zaten rüzgarda esiyor, içeriye girdim ve aşağıya inen merdiven trabzonlarının yanında vapurun Ayvansaray’a yanaşmasını beklemeye başladım.
Vapurdan çıkarken gene önümde üç kız var. Kızlar esmer, ellerinde kitaplar, belli’ki lise öğrencileri. Aralarında bana yabancı gelen bir dille konuşuyorlar, acaba İtalyancamı diye kulak kabartıyorum. Hayır, konuştukları dil Rumca, demek ki bu civarda az da olsa hala Rum aileleri yaşıyor. Zaten bugün özelikle görmek istediğim iki yer var: birincisi Fener Rum Erkek Lisesi, ikincisi de Rum Ortodoks Patrikhanesi. İskelenin önündeki parkın içinden geçerek sahil yolunun karşısına geçiyor, Balat’a doğru yürüyorum. Balat eskiden özellikle Musevi vatandaşların oturduğu bir bölgeymiş. Avrupa Birliğinin Fatih Belediyesi ile iş birliği ile son yıllarda burada eskiyi koruyarak restorasyon çalışmaları yapılmış. Kıyı şerinde’ki dükkanlar eskiyle yeninin bir karışımı; bir bakıyorsunuz eski püskü bir Nalburiye dükkanı, biraz ilerisinde Ottoman isimli modern bir restaurant, döküldü dökülecek binaların olduğu sokakların yanında, bölge bölge restore edilmiş pastel renkli sıra sıra taş evler.
Bazen yolun deniz tarafına geçerek resim çekiyor, sonra tekrar trafiğin akışının yavaşlamasını bekleyerek kara tarafına dönüyorum. Yol üzerinde sağda solda üzerinde çimler çıkmış, eski kemerler, binalar ve sur kalıntıları var. Böyle bir sur kalıntısı üzerine mermer üzerine altın yaldızlı bir kitabe konulmuş, Fatih Sultan Mehmet’in 23 Nisan 1453 de burada seferi bir köprü kurduğu yazılı. Deniz kıyısında ünlü Bulgar Saint Stephan Kilisesi, restorasyon çalışmaları dolayısı ile etrafı tahta perde ile çevrilmiş ve ziyaretçilere kapalı. Fener Rum Patrikhanesini bulmak için elimde bir tarif yok, ama başımı tepelere kaldırıp Kırmızı Mektebi arıyorum, Patrikhane hemen onun alt kısmında olmalı.
Fener semti Balat’la iç içe, etle kemik gibi, ikisini birbirinden ayırmaya imkan yok. Fatih İstanbulu aldığında burada zengin Cenevizli ve İtalyan tüccarlar ve sefirler yaşarmış. Rumlar bu bölgede özellikle 17 yüzyılda yoğunlaşmaya başlamışlar. Bu yoğunlaşmada Patrikhanenin 1597 yılında buraya nakledilmesinin de büyük rolü olsa gerek. O zamanlar burada önceleri ahşap binalar varmış, ama bunlar devamlı çıkan yangınlar dolayısı ile zamanla taş evlere çevrilmiş. Burada yaşayan insanların çoğu Osmanlı idaresinde görevli yüksek tahsilli memurlar, elçiler ve hali vakti yerinde kişilermiş. Sonra on dokuzuncu yüzyılda bunlar Tarabya, Arnavutköy, Moda, Büyük Ada gibi yerlere taşınıyorlar. Yangınlar dolayısı ile metruk kalan evlere, gene Rumlar, ama bu defa orta halli insanlar, sanatkarlar ve esnaf yerleşiyor. 6-7 Eylül olayları sonrası Rumların çoğu Fenerden ayrılıyorlar. Onların boş bıraktığı evlere de çoğunluğu Karadenizden gelen göçmenler yerleşiyor. Sıra evler, Samatya’daki taş evlerin benzerleri. Evlerin yüzeyleri vapurda gördüğüm küçük kız çocuklarının giysileri gibi: sümbül morları, gül pembeler, papatya sarıları, fıstık yeşilleri. Sokakta bir evden diğerine gerilmiş iplere mandalanmış çamaşırlar, bina duvarlarında ve damlarında çanak antenler, bina altlarında bir bakkal, bir fırın, daracık yollara park edilmiş arabalar ve sokakta oyun oynayan küçük çocuklar.
Kırmızı Mektep Fener sırtlarında tepeye yakın bir yükseklikte. 1881 yılında Dimentios adlı ve bu okulun eski binasında okumuş bir Rum mimar tarafından yapılmış. Okul uzun yıllar Rum Erkek Lisesi olarak hizmet vermiş, sonra hemen yan sokaktaki Rum Kız Lisesi ile birleşmiş. Eğer Haliç’e hiç gitmedinizse, tarihi yarımadadan yada Galata’dan bu muazzam binayı göremezsiniz. Haliçten vapurla geçerseniz, İspanya ve Fransa da benzerleri olabilecek bu kırmızı şato, yeşil damlı görkemli kubbeli kulesi ile hemen dikkatinizi ve hayretinizi çeker. Çoğu kişi de bu önceden hiç görmedikleri binayı Fener Rum Patrikhanesi zanneder. Bu binayı yakından görmek sizde hayranlık duyguları uyandırır. Marsilya’dan getirilen kırmızı tuğlalar, pencere pervazlarındaki beyaz renkle o kadar uyumlu bir görüntü içindeki. Binanın cephesinde girinti ve çıkıntılı bölümler, tepesindeki hisar burçlarına benzeyen taçlar ve alnında yuvarlak bir saat. Kısacası İstanbulun Roma, Bizans yada Osmanlı yapılarına hiç benzemeyen eklektik bir mimari şaheseri. Ne yazık’ki demir kapıları kapalı olduğundan içeri girip Kırmızı Mektebi gezmem mümkün olmadı. Zaten kapılar açık olsa bile, önceden izin alınmadan, içeriye girebileceğimi zannetmiyorum.
FENERDE KIRMIZI MEKTEP
Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldıktan sonra buradaki Rum Ortodoks Patriğinin, dünyada yaşayan canlı bütün Ortodoksların liderliği olan Ekümanlık ünvanın’a dokunmamış hatta çıkardığı fermanla onu koruma altına almış. Önceleri Çarşamba semtindeki Pammakaristos kilisesinde olan Patrikhane 1597 yılında Fener’e naklediliyor. Buradaki kilisenin adı’da St. George yada Aya Yorgi. Patrik hem Aziz Andrea’nın vekili hemde Ortodoksların lideri kabul ediliyor. 1881 yılında Mora isyanınını tetiklediği düşüncesiyle o zamanki Patrik V. Grigorios üç metropoli ile birlikte Patrikhanenin giriş kapısı önünde idam ediliyor. On dokuzuncu yüzyıl sonları başlayan Balkan hareketleri ile bu bölgede yaşayan Ortodokslar ve Yunan Kilisesi Fener Patrikhanesinden ayrılıyorlar. Bugün Amerika, Avusturalya, Ege Adaları ve Girit Ortodoksları hala Fener Patrikliğne bağlı.*
Patrikhaneye yolu denize paralel giden kırmızı renkli parke taşlarından yapılmış muntazam bir yol. Etraftaki yüksek taş duvarlardan içerisi pek görünmüyor. Tam kapıda bir nöbetçi kulübesi var. İçinde kimse yok, kapıdan içeriye giriyorum. Önümde siyah boyalı ve iki kanatlı bir kapı çıkıyor. Kapıların alt bölümünde tipik Bizans Haçlarından bir demir parmaklık var. Patrik Grigorios’un önünde idam edildiği bu kapı o gün bugün kapalı. İçeriye soldaki kapıdan giriyorum. Sağ tarafta burada çıkan yangından sonra 1991 yılında yenilenmiş koyu kahve renkli ahşap Patrikhane binası var. Solda ise içinde bir Osmanlı sebili olan taş avlu ve Aya Yorgi Kilisesi. Belkide dış görünüşü ile İstanbulun en gösterişsiz Rum kilisesi. Kapıdan içeriye giriyorum, hemen solda altın çerçeveli, camekanlı , seyyar satıcı stand’ine benzeyen içinde mumlar yanan bir masa var. Alt kısmında Bizansın sembolü altın yaldızlı kartal kabartmaları görünüyor. Kilisenin girişi tahta oymalardan yapılmış Meryem ve bebek Hz. İsa ikonları ve Azizlere ait kabartmalarla dolu. İçeride benden başka Fransız genç bir çift var. Hz İsa’nın haç’a bağlandığı sütunun burada olduğunu duymuştum, ama içeride o kadar çok incelenecek sütun ve kalabalık süs var’ki bu sütun hangisi bilemiyorum.
İstanbul’daki camilerde çoğu zaman içeriye giren ışık, duvardaki çiniler, kubbedeki işlemeler ve sarkan kandillerle, kendinizi bir çiçek bahçesi içinde ve açık havada gök kubbenin altında gibi hissedersiniz . Sanki güneş doğmuş ve sabah olmuştur. Dünyadaki çoğu eski kiliselerin içi ise bütün ihtişamına karşın karanlık ve loştur. Amerika’da gördüğüm mahalle içlerindeki yeni devirin kiliselerinin içerisi aydınlıktır. Camlar genellikle bizim camilerdeki gibi içeriye güneş ışığını yansıtan vitraylarla süslenmiştir.
Aya Yorgi kilisesi ise tam bir mücehevver kutusu. İçerde sanki bir gurup vakti, güneşin batışı havası var. Tavanda çok büyük kristal avizelerden yalnız biri yanıyor, oturacak koltuklar şarap rengi kadifeden, Patriğin oturacağı kısmın arkası, hepsi altın kaplama çerçeveler, şamdanlarla, ikonlar, meryem ve Hz İsa tabloları ile dolu. Tavanların her köşesinde Azizlerin tabloları görünüyor, ve en yukarıdaki küçük pencereden küçük bir ışık hüzmesi içeriye süzülüyor.
Dışarıya çıkıyorum, iki adet mum yakarak camekanlı kum masasına koyuyorum. Aklıma çocukluğumda gittiğim Kocamustafapaşa Sümbül Efendi camiinde anneannemle kandil günleri yaktığımız ve türbe önüne koyduğumuz mumlar geliyor. Kapıdan çıkarak çam ağaçları arasındaki güzel bahçeden geçiyor ve tekrar kırmızı parke taşlı yola geçiyorum.
Günde kırk beş dakika yürümeye alışık birisi için Fener’den Eminönü’ne yürümek hiçte zor olmadı. Kıyı boyunca parklar içinden geçtim. Çocuk bahçelerinde genç anne babalar çocuklarını oynatıyor, kıyıda sevgililer ele ele yürüyorlardı. Balıkçı teknelerinin olduğu yerlerde bira içen aylaklar ve tekte olsa yere kıvrılmış evsiz bir insan gördüm. Küçük balıkçı kayıklarının önünde kömür ateşli mangalda 3 liraya ızgara balık ekmek satılıyordu. Atatürk köprüsünün altında yaya geçiti olmadığından köprünün üstünden geçmek oldukça zordu. Tekrar ana caddeye geçerek köprüye giden yolu geçtim ve genişleyen kaldırımdan yoluma devam ettim. Önümde ikisi kol kola üç deri ceketli genç yürüyordu. Pembe pamuk şekeri satan adamı görünce durdular ve birer lira verip birer şeker aldılar. Unkapanından sonra binalar daha bir yenilendi, sol tarafımda, eski yemiş iskelesi civarında denize inen merdivenlerin bitiminde küçük, restore edilmiş ama hiç bir güzelliği olmayan bir cami gördüm. Önce kendi kendime “bir resmini çeksem mi acaba?” diye düşündüm. Sonra “boşver ne özelliği var ki?” dedim ve yürümeye devam ettim. Nereden bilecektim’ki, bu cami aslında Evliya Çelebinin rüyasında gördüğü Ahi Çelebi camiiydi. Evliya Çelebi rüyasında bu caminin içinde Hazreti Muhammet’i görmüş ve onun kendisine bir dünya seyahatine çıkması için muvafakat vermesi üzerine seyahatlerine başlamış ve o ünlü Seyahatnamesini yazmıştı. Bu bilgiyi Columbus’a döndükten sonra öğrenecek ve resmi çekmediğime üzülecektim.
Evet Haliç böyle bir yerdi, her taşının altında bir tarih, bir medeniyet ve bir efsane yatıyordu. Eğer Haliç’i gidip görmedinizse, çok şey kaçırıyorsunuz. En azından Eyüp’e kadar yapılacak bir vapur seyahati ile çok güzel birikimler kazanacaksınız. Benden söylemesi...
Cem Özmeral 24 Şubat 2012 Dublin, Ohio
Kaynakça:
*İlber Ortaylı, Şehir ve Kültür İstanbul, Balat,İstanbul 2011