MASİS’İN MAİLLERİNDEN ESKİ İSTANBUL TİPLERİ VE ANEKDOTLAR
Bir zamanlar Rumelihisarında “Dayday” dediğim dayımın ailesi ile birlikte oturduğu eski ahşap bir evde bir yıl yaşamıştım. Ev Rumelihisarı yokuşunun üst bölümünü kesen bir sokağın üstündeydi. Her sabah saat 7:30 da Anadolu tarafından Avrupa tarafındaki iskelemize gelen vapuru bekler, görünce de gelen vapura yetişmek için yokuş aşağı koşardık. İskelenin memuru bu binada yatıp kalkan ve burayla özdeşmiş bir karakterdi. Vapurun kaptanı çoğu zaman iskele ye bilerek kuvvetli bir bodoslama yaparak onu uyandırırdı. İskele memuru uyanıp halatlara koştuğu sırada, vapurun çaycısı güverte den bir kap suyu adamın başından aşağı boşaltırdı. Bu rutin her gün tekrarlansa bile, iskele memuru hep tedbirsiz yakalanmış gibi davranır, yapılmadığı zaman da sanki bir aksilik var zannederdi. Zannederim o her sabah iskeleye gelen devamlı müşterilerinin güne gülerek başlamasından haz alırdı. Bu müşteriler içinde Enser,Nadir, İbo adlı arkadaşlarım ve ben de vardık ve her sabah buradan Eminönün’e geçer, oradan da otobüsle Cerrah Paşa Tıp Fakültesindeki okulumuza giderdik.
Gençlik yıllarında devamlı bindiğim vasıtalardan biri de Sirkeci- Halkalı hattında ki Banliyö trenleridir. Bu hat üzerinde Cankurtaran ile Yedikule arasında deniz surlarının içinde o kadar çok harabe halinde yıkık dökük evler vardır ki ! Ben bu evlere “Konstantin Kondoları” ya da “Konstantin’e kondu” lar derdim. Bu metruk evlerin birinde hala oturan bir aileyi hatırlarım. Soba borusundan gelen kurumla cephesi simsiyah bir görüntüye bürünmüş evin üçüncü katındaki balkonunda, bazen oturmuş televizyon seyreden bir adam görürdüm. Adamın üzerinde hep geleneksel ev kıyafeti olan atlet ve altında da çizgili pijama vardı. Ama bence bu evin asıl güzeliliği başka bir şeydi. Balkonun açık olan mutfak kapısının arkasındaki masada bir sini içinde hep birkaç olgun kırmızı ve domates ve yeşil biber ve hemen yanında da iki şişe Tekel birası bulunurdu. Ben İstasyonun yakınındaki bu evi tren kalkana kadar seyreder ve hayatta basit şeylerin çevreyi ne kadar güzelleştirdiğini düşünürdüm. Çok sevdiğim tılsımın bozulacağından korkarak bu görüntüyü birkaç kişiyle paylaşmıştım. Mecburi doktorluk hizmeti dolayısı ile seksenli yıllarda şehirden ayrılana kadar da seyretmeye devam ettim. Bu sahne den Ara Güler’ bahsetmediğime hep yanarım.
Yedikule de doğmuşum. Çocukluk yıllarım Pangaltı, Tatavla (Kurtuluş) semtlerinde geçti . İlk gençlik yıllarımda Yeşildirek ve Sirkeci’deki atölyelerde yazları da Tahtakale ve Kapalı Çarşıda bedesten de çalışmakla geçti. Sonra Samatya civarın da geçen okul yılları ve Anadolu’da geçen birkaç yıl...
Hatırladığım tipler arasında bir de "parmak adam" adam vardı. Gün boyu kutu kadar dükkanındaki masacığının üzerinde dağılmış saat aksamları ile uğraşır, akşam olunca da varda-gosta (gösterişli) bir hanımla ele ele tutuşup keyifle gezinirlerdi. Amarcord filminde rastlayabileceğin "Fellinesk" karakterlerdi sanki. Filmler’deki ne benzeyen bazı tipleri de bugün 90 yaşında olan annem den dinlemişimdir. Rusya’daki iç savaşı kaybedip İstanbul’a kaçan Vrangel’in ordusunun yüksek rütbeli subaylarının hepsinin burada müreffeh bir hayatı olmamış. Bunların çoğu yırtık pırtık çuval benzeri giysileri ile harabeler de ve boş arsalarda yaşayıp mahalle bakkalından aldıkları mavi ispirtoyu içerlermiş. Sonra da sokak sokak dolaşıp Volga nehrini anlatan şarkıları hep bir ağızdan söylerler ve balkonlardan kendilerine atılan bir kaç kuruş için huşu ile eğilip insanları selamlarmış. Annem küçük bir çocukken gördüğü bu sahneleri hala içinde bir ürpertiyle hatırladığını ve bu insanların partal elbiseleri içinde bile asil bir görüntü verdiğini söyler. O zamanlar Rus Sokağı denilen bu sokağın ismi ileride mahallede ki diğer bütün sokakların ki gibi değişecek ve Türk Beyi Sokağı olarak anılacaktır.
Bir de son olarak senin “ Leyli Mektep”den fazla uzakta olmayan Alageyik sokağının duvarla kaplı kapısında mevzilenmiş iki tip’ten bahsedeyim. Bunlardan birincisi “Hacı Baba” lakaplı, kendi tasarımı kol gücünü kuvvetini ölçen aygıtın sahibi, diğeri de hemen yanındaki “Şam Tatlıcısı” idi. Bu iki adam birbirinin ayrılmaz iki parçası gibi idi. Kol gücü aygıtı ya da “ Ergometre” üzerinde kırmızı rakkamlarla saat istikametinde numaralar yazılı basit bir tahta kutudan ibaretti. Bu aletle bilek ve kol güçlerini ölçen insanlar sonra 25 kuruş verip aldıkları Şam tatlısı ile kuvvetlerini artırırlar ve mekanı terk ederlerdi.
Bu tipleri İstanbullite adlı sitende, İstanbul tipleri olarak yazmaya bilirsin. Ama bence barlar bölgesinde ki eski “tansiyon ölçücülerinden bahset. Geçenlerde “Dünya Hiper Tansiyon Günü” dolayısı ile topluma verdiğim bir mesajda İstanbulun “Pub-District”indeki bu kişilerden bahsettim ve çoğu kişi İstanbulluların da hiper tansiyon duyarlılığını biraz hayretle ama takdirle karşıladılar.
Sen hiç kuş kanadı şeklinde simitleri gördün mü? Bu simitler yılbaşı zamanları bazı semtlerde çok popülerdi. Bazı simitçi fırınları bir iki günlüğüne bu simitleri çıkarmaya başlarlar, köşe başını tutan simitçiler de :
" Haydi kuşlaaa.....r- kumrulaa.....r , anasız-babasız yavrulaa..r bunlaa...r " diye bağırırlardı.
ARA KEBAPCİOGLU’DAN:
“Bunlar da benim İstanbul hatıralarım...”
Sevgili Cem,
İki kitabını da zevkle, heyecanla, duygulanarak okudum. Aldığım kısa notlara bakarak sana birkaç satır yazıyorum.
Bulgurlu'da senin bahsettiğin hamamı işleten çift uzaktan annemin akrabası olurdu. Tek tük görmeye giderdik. Oralardaki bostanlardan taze taze salatalık toplayıp hemen orada çeşme suyunda yıkayıp tuz ektikten sonra yediğimizi hatırlıyorum.
Küçüksu çayırında büyük hasırlar serildikten sonra yenen piknikleri, ağaçlar arasında kurulan salıncakları ve yemek sonrası uykularını, ağaçların rüzgarda çıkardığı hışırtıyı hatırlıyorum.
Her yaz gittiğimiz Bostancı'daki bostanlardan sebzemizi almaya gider, taze taze elimizle koparır, çıkışta tarttırıp ücreti neyse verirdik. Dört sene ardarda yazlığa gittiğimiz bir evin hemen yanında da, dere kenarında bir bostan vardı, en çok oradan mal almıştık. Minibüs yolu üzerindeydi. Ev sahibimizin bahçesinde kaz, ördek ve tavuklar vardı. Tam bir köy hayatıyla kucak kucağa dört yaz geçirdik o evde. Komşu bahçede bir ceviz ağacı vardı, inanılmaz iri cevizler verirdi. O cinsin ismi "hamal cevizi"ymiş. Bir yaz arsada koşuşurken bir demir çembere bastım. Fıçıların etrafına konan çemberlerden. Çember yukarı fırlayıp dizimin hemen üstünden bacağımı yaraladı, kemiğim göründü. Hayatımda başıma gelen ilk kaza, beni iyice etkilemişti.
O bahçede yaralı bir kuş bulup bakmış, fakat kurtaramamıştım. Gömdüm çiçeklerin arasına, bir de güzel kabir yaptım o zamanki aklımla.
Bostancı'dan bütün yaz denize girerdik. Umumi plajın yanında bir de kadınlar bölümü vardı. Bazı muhafazakâr ve yaşlıca hanımların oradan çorap, pabuç ve hatta başörtü ve mantolarıyla, kaygan merdivenden bastonla denize indiklerini görmüşümdür. Büyüyünce beni artık kadınlar plajına almamaya başladılar.
Yaşımız ilerledikçe su oyunlarına başladık, kova kürekle kum oyunları kalktı, yüzme veya dalış yarışları yaptık. En cüretlilerimiz vapur iskelesine, sonra da yavaş yavaş "Çakar"a doğru açılmaya başladılar. Çakar, geçenlerde öyküsünü hayretle okuduğum Vordonisi adasının bir deprem sonucu denize battıktan sonra dışarıda kalan son zirvesiymiş meğerse.
Plajımızın adı, Deniz Plajıydı. Bar-bar İtalyan müziği çalardı hoparlörden. Ya da Cliff Richard, daha sonra Beatles... Aynı ses tesisatı, akşamları açık sinema gösterisinde iş görürdü. Bazen müzik grupları da gelip çalardı, film yerine konser ilan edilirdi. Bu ilanlar yalnız afişlerle değil, mahalle aralarında dolaşan kamyonetlerden hoparlörle yapılırdı. İlk zamanlar mikrofonla "alo alo" diye başlayan anonslara, sonraları kasetlerle müzik de eklendi.
İstasyon arkasındaki bir çayırda cambazlar gelip numaralar yaparlardı. Hokkabaz ve ayıcılar da eksik olmazdı bu gösterilerden. Sunucular mikrofonlar çıkmadan önceki senelerde megafon denen huni şeklindeki borular kullanırdı.
Kışlık evimiz o senelerde Feriköy'deydi. Kenar mahallelerden gelen her İstanbul'lu gibi biz de surlar içi mahallelere gittiğimizde "şehre iniyoruz" derdik. Bazı güzergahlar bizi Dolmabahçe'den, eski gazhanenin yanından geçirirdi. Seneler sonra eski aydınlatma ve enerji üretim teknolojileriyle ilgilenince Dolmabahçe'deki gazhanenin hala yerinde olduğunu gördüm. Maalesef herhangi bir işlevi olmadan orada durup ayakta çürüyor. Aynı durumda olan Samatya gazhanesi de ayakta. Yedikule zindanlarının deniz tarafında surların hemen yanıbaşında. Marmaray sisteminden gelen tünel orada yer yüzüne çıkıyor. Bu ikisi dışında Kadıköy Hasanpaşa'da bir gaz fabrikası vardı, gaz deposunu 1990'larda yerle bir etmişler. İstanbul'daki havagazı fabrikalarının en eskilerinden olan Kuzguncuk gazhanesinin de sadece harabeleri duruyor. Nakkaştepe mezarlığının yanındaki kuytu bir mevkide. Bir vakıf, o araziyi bir etkinlik merkezi olarak, orijinal şeklini de vererek yeniden inşa ediyordu, fakat tahminimce paralar bitti ve inşaat ortada kaldı. O kalıntılar da yine harabe oldu... Avrupa'da 19. yüzyılda sayıları binleri bulan, 20. yüzyılın ortasında yüzlercesi hala ayakta olan dev gaz depolarına, doğalgaz şebekeleri her tarafa yayıldıktan sonra yeni işlevler bulundu: bazıları konut, bazıları kültür sarayı veya eğlence yeri oldu. İstanbul'da hala duran Dolmabahçe ve Samatya gazhanelerini kim bilir nasıl bir alın yazısı bekliyor?
Türkçe'de "gaz" sözcüğü yerine göre değişik anlamlarda kullanılıyor. Maddenin değişik hallerinden biri, yanıcı hava gazı, doğalgaz veya gazyağı... Bir taşıtı sürerken gaza basınca da akışını hızlandırdığımız gaz da esasında benzin veya motorin. Eskilerin, "ışığı söndürmek" anlamında kullandıkları "gazı kapatmak" lafı da, onların gençliklerinde kullandıkları havagazı aydınlatmasından gelebilir. Eski elektrik düğmeleri, aynı gaz muslukları gibi çevirerek açılır kapanırdı. Çıt çıt şeklindeki elektrik düğmeleri daha sonraları piyasaya çıktı...
Karaköy'deki Camondo merdivenleri hemen arkadaki ilk sokağa çıkar. Sağa dönünce eski Aşkenaz sinagogunun önüne çıkılır. Doğu Avrupa kökenli Yahudilerin sayısı İstanbul'da İspanyol kökenli Sefarad'lara kıyasla az olduğundan bu sinagog senelerden beri boş dururmuş. Ortaokuldan sınıf arkadaşım karikatürist İzel Rozental bir girişimde bulunarak bu havrayı bir kültür ve sanat merkezine dönüştürmüş. Schneidertempel olarak anılıyor, yani "terziler tapınağı". Bu da Aşkenaz göçmenlerin iltica ettikleri ülkede çoğunlukla ilk iş olarak terzilik yapmalarından kaynaklanıyor. Bu mahallede ayrıca bir de Yahudi tarihi müzesi var.
Camondo ismiyle Paris'te de karşılaşmak mümkün. Paris'teki meşhur Camondo Müzesinden bir teklif geldi. İstanbul'dan gitme servet sahibi Camondo ailesi, müzeyi ve kendi oturacakları evi 1900'lerin başında içiçe tasarlamışlar. Ailenin son ferdi Nazi kamplarında yok edildikten sonra müzeyi yarım asırdan beri idare eden vakıf, artık evin de içini, bilhassa mutfağını 1990'ların sonlarına doğru restore ettirmeye karar vermiş. Mutfak, yemekhane gibi kısımlarının orijinal antik lambalarla donatımı işi de bana nasip oldu.
Yüksekkaldırımdan veya Tünel yoluyla Beyoğlu'na çıkınca hemen soldaki Narmanlı Hanı (veya Yurdu) vardı, hala da durur. Fakat artık metruk bir haldedir ve tadilat olup lüks bir otele dönüşeceği günü beklemektedir. Bu binanın kocaman avlusunda 1990'ların sonuna kadar inanılmaz bir kedi kolonisi yaşardı. Kapıcı hanım onları beslerdi, fakat belki de hadım ettirmeyi ihmal ettiğinden olacak, sayıları 100'ü aşmıştı. Koruyucu melekleri bu dünyadan göçtükten sonra da sayıları iyice azaldı.
Galatasaray'daki Kime Ne meyhanesini ben de hatırlarım. Bir yerinde Biz bize, diz dize, kime ne? Yazılıydı.
İstanbul'u gezerken görecek o kadar şey var ki değişik konular uydurup tematik geziler yapmayı düşündüm. Seneler boyunca su tedarik sistemlerini dolaştım. Bentler, kemerler ve sarnıçlar. Bulabildiğim kadar sarnıcı gezdim. Kapalı olanlarını açtırdım, halka açık olanlarını ücretini ödeyerek gezdim. İşlev değiştirmiş olanlarını bulmak bir meseledir. Sultanahmet camiinin arkasındaki bir sarnıç, bir sanat galerisinin bodrumunda. Soğukçeşme sokağında bulunan bir restoran da sarnıçtan dönme. Gülhane Parkı'ndaki bir sarnıç 2000 senelerine kadar egzotik balık akvaryumu barındırıyordu.
Yer altında su barındıran bir yer de beklenmedik bir şekilde karşıma çıktı. Bir televizyon yayınında Sultanahmet meydanının altındaki Bizans'tan kalma dehlizleri gördüm. Yarı yarıya suyla dolmuş, kamera ekibi izin isteyip botla içini gezmiş. Esaslı bir araştırma yapılmamış hala...
Eskiden İstanbul'un denizleri o kadar çeşit balık doluymuş ki bu konuda başlı başında kitaplar, hatta ansiklopediler yazılmış. Karekin Deveciyan'ın 1915'te yazdığı meşhur Türkiye'de Balık ve Balıkçılık adlı eseri, günümüzde Aras Yayıncılık tarafından tekrar yayınlanmıştır. Deveciyan'ın torunu Patrick ise Fransa'da siyaset hayatında tanınmış bir simadır.
Yakamoz sözcüğünün esas anlamını ancak son senelerde öğrendim. Su yüzündeki her türlü parıltıya yakamoz derim. Halbuki bu, suda yaşayan bazı mikro organizmaların çok sıcak havalarda ürettiği bir ışık. Avrupa dillerinde bio-luminescence deniyor. Gece denize girenlerin veya balık tutanların suyu harekete geçirmesinden ürken plankton'lar, bu parıltıyı üretiyor. Canlı hücrelerin ürettiği ışınları ateş böceklerinden de tanıyoruz...
Boğaz'ın sularını gece seyretmek zevktir. Dolunay olsa da olmasa da, yakamoz olsa da olmasa da, o zevk büyük zevktir. Gündüzün bu keyif için gidilecek en güzel yerler bir çayhanenin rıhtımdaki masaları veya Gülhane parkındaki taraça çay bahçeleri. Gece keyfi için ayrıca ender bir mekân: Feriye Karakolu lokantası. Her sene biz tatildeyken sevgili eşimin doğum günü kutlanır. Bir sene de Ortaköy Feriye'de kutladıydık. Yemek, manzara, şarap, her şey mükemmel iken bir de bir tekneden (düğün gibi bir kutlama olsa gerek) havai fişekler atılmaya başladı. Hanım tabii bu mükemmel ötesi yemeğe bayıldı.
Boğaz'ın en güzel manzaralı yerlerinden biri Kandilli Kız Lisesinin hemen yanındaki eski Adile Sultan Kasrı. 1980'lerde yangın geçirdikten sonra iyice onarılan binada Borsa Lokantaları, çok güzel bir tesis işletiyor. Yazın taraçadaki masalardan Bebek'ten tarihi yarımadaya kadar Boğaz'ın yarısını kucaklıyorsunuz. Mutfak mükemmel, servis keza...
Adile Sultan deyince güzel bir yaşantımız geldi aklıma. Eşimle ikimiz antikaya çok meraklıyız. Ayrıca işim icabı antika çarşılarını, bit pazarlarını kaçırmam. 2010 yazında Fransa'nın Bourgogne bölgesinde devasa bir eskiciler panayırında bir çift Doğu motifli lamba buldum. Tahminim doğru çıktı: üstlerindeki süsler resmen II. Abdülhamit'in tuğrasıydı ve ayrıca bezemeleri arasında birer de ayyıldız vardı. 19. yüzyıl sonunda Avusturya'da Osmanlı piyasası için yapıldığını tespit ettiğim bu lambaların Milli Saraylar'da bir eşi olmadığı anlaşıldı. Ben de onları biraz tanıtmak için bir broşür hazırlayıp sağa sola dağıttım. Varlıklı aileler olsun, antikacılar olsun, birkaç kişinin eline geçti bu broşürler. Bu arada İstanbul'da bulunurken Yıldız Sarayı Büyük Mabeyn'de Sn. Adile Osmanoğlu'nun resim sergisi açtığını duydum. Adile Hanım, Sultan II. Abdülhamit'in küçük torunu olarak her halde bu lambalara ilgi gösterecekti. Ortak bir arkadaşımız sayesinde bir randevu kopardım ve o tarih yüklü mekanda Adile Hanım'la buluşup tanıştık, sergilediği 36 sultanın portrelerini gördük, sohbet ettik. Lambalar hala elimde, fakat bu rastlantı sayesinde Yıldız Sarayında hakiki bir Osmanlı Hanımefendisiyle tanışmış oldum.
Son olarak Masis dostun sözünü ettiği kuşlar, kumrular la ilgili simitlere gelince; bu konuda
birinci ve ikinci elden hatıralarım var. Sevgili Babamdan duyduğum ikinci el hatıralar sokak satıcılarının "Kuşlar kumrular, çarnesne çıllar" bağırdığıdır, yani "almazsan olmaz"...
Kendi hatıralarım ise uzun seneler yurt dışında kaldıktan sonra 1994 Yılbaşında dönmeme dayanır. Ailemin ben yok iken taşındığı ve çok sıcak bir çevre yarattığı Bostancı Vükela caddesindeki Banu apartmanında tüm komşulara dağıtmak için yaptığım kumrulardır. Simit yapmasını bilen, hamura kolayca kumru şeklini verebilir. 31 Aralık akşam üzeri herkese dağıttım. O zaman hasta yatağından komşumuz Yavuz Bey hatta bir şarkı bestelemişti, kaseti kim bilir nerelerdedir...
İstanbul'dan Paris'e dönünce bir araştırırım resmi...